19 Haziran 2022 Pazar

EDİRNE KİLİSELERİ



                                              EDİRNE KİLİSELERİ 

                                        Prof. Dr. Recep MESUT


                                      EDİRNE AYASOFYASI ve POLAK MEKTEBİ


1361
Edirne Kalesi "vere" ile teslim olmuştur. Kale muhafızı tekfur, ailesini ve hazinesini bir kayığa yüklemiş, Meriç nehri yolu ile Enez'e kaçmıştır. Savunmasız kalan kale halkı, kıyım ve yağmaya uğramamak için, 1. Murat'a kale kapılarını açmıştır. "Eski İstanbul Yolu"'ndan gelen 1. Murat "İstanbul Kapısı"'ndan (bugünkü Balıkpazarı) girmiş ve kale ortasına kadar ilerlemiştir. Burada yer alan şehrin en büyük Ayasofya Kilisesi'nin (Hagia Sophia) camiye dönüştürülmesini emretmiştir.
[Osmanlılar daha önce de İznik Ayasofya Kilisesini İslami ibadete devşirmişlerdi (1330). Daha sonra da Sofya'da (1385, bu şehrin adı da oradan kalmıştır), Selanik'te (1430), İstanbul'da (1453), Trabzon'da (1461) aynı isimli kiliseleri devşireceklerdir].
Caddenin sonuna kadar giden 1. Murat, ikinci bir kiliseyi (Panagia) de camiye çevirtmiştir - "Kilise Camii". Kale içindeki bu iki devşirme caminin mevcudiyeti 52 yıl yeterli görülmüş(!), ancak 1413 yılında ilk selâtin camii (Eski Cami) tamamlanmıştır. Osmanlılar Kaleiçi'ne büyük cami yapmamışlar (küçük mescitlerle yetinmişler), çünkü gayrimüslim bölgesi olarak telâkki etmişlerdir.
1440
Sultan 2. Murat'ın emriyle Ayasofya Camii'nin güneyindeki arsaya bir medrese yapılmış (bugünkü "Halebiye Medrese Sokak" üzerinde) ve Halep'ten gelen Seraceddin Mehmet bin Ömer Halebî (Fatih'in de hocalığını yapmıştır) ilk müderris olduğu için Ayasofya Camii'ne de Halebiye Camii denilmeye başlanmıştır.
1752
Edirne'yi tahrip eden ve "Küçük Kıyamet" olarak halkın zihninde yer eden korkunç depremde kale içindeki devşirme camiler de yıkılmışlar ve bir daha onarılmamışlar. Yıkılan diğer camiler ayağa kaldırılmışlar, çünkü vakfiyeleri ve gelirleri belirliymiş. Fakat vakfiyesi olmayan devşirme camilerin enkazı yaklaşık 140 sene sahipsiz durmuş (!).
1795
Rusya, Prusya ve Avusturya, Polonya Krallığının topraklarını paylaşarak ilhak etmişler ve bu devleti tarih sahnesinden silmişlerdi. [Ancak 1918'de Birinci Dünya Savaşında bu üç imparatorluk dağılınca, Polonya yeniden devlet olarak kurulmuştur]. Fakat Polonyalı asilzadeler, subaylar ve münevverler farklı ülkelere iltica etmişler ve Osmanlı tarafından hüsnü kabul görmüşlerdir.
1841
Prens Adam Czartoryski, İstanbul'da Polonya temsilciliği açmış ve mültecileri örgütlemiştir. Sultanın izniyle Anadolu yakasında "Adampol" (bugün Polonezköy) adında otantik bir köy kurmuştur. Onun yardımcısı Konstantin Borzecki Müslüman olmuş (Mustafa Celâleddin Paşa) ve Türk kızı ile evlenerek hizmetini sürdürmüş. Torunu Celile Hanım ünlü şairimiz Nazım Hikmet'ın annesidir.
Macar Milli kahramanı Layoş Koşut ve Polonya-Litvanya-Belarus'un milli şairi Adam Mickiewicz Kırım Savaşında Avrupa kamuoyunda Türkler lehine Ruslara karşı ateşli nutuklar atmışlar ve İngiltere, Fransa ve Sardunya asker göndererek Kırım Savaşı'nın kazanılmasında etkili olmuşlardır. Maalesef Mickiewicz 1855'te İstanbul-Beyoğlu'nda koleradan vefat etmiş, kemikleri 1890'da Krakow Wawel Katedraline nakledimiştir.
1854
Bulgar eğitimci Dragan Tsankov İstanbul'da haftalık "Bulgaria" gazetesini basmaya başlamış ve Polonyalılardan yardım alabilmek için Katolik mezhebine geçmiştir. Rusya'nın etkinliğini azaltmak için Avusturya (ve Fransa) Bulgarları katolik inancına geçirmek için Slavca konuşan ve katolik olan Polonya asıllı misyonerleri okul kurdurmaya sevk etmişler ve parasal destek vermişlerdir. [Fakat bu misyonerler Polak = Pomak isim benzeşmesini istismar ederek Bulgarca konuşan Müslüman Pomaklara da el atmışlardır].
1862
Edirne'deki Bulgar çocuklarını okutmak için ilk Katolik Bulgar Mektebi kurulmuş. 93-Harbinde kapanan mektep yaralı Osmanlı askerlerine hizmet etmiş ve Sultan 2. Abdülhamit tarafından madalya ile taltif edilmiştir.
1888
93-Harbinden sonra Edirne'yi ziyaret eden Rus konsolos Gh. Léchine, Ayasofya (Halebiye) Camii enkazını görmüş ve fotoğrafını çekmiştir (Sofya Arkeoloji Müzesindedir). Enkazın bulunduğu alana "Kemer Avlu" deniyormuş ve Türkler kilise arsasına yerleşmek istemiyorlarmış.
1893
Bulgar Katolik Okulu Kaleiçi'ne taşınmış ve "Kemer Avlu" arsasını satın alarak iki katlı Avrupaî bir bina inşa etmişler. Avlusuna bir Katolik şapel ve çan kulesi ilave etmişler. Avrupa'da "Katolik Bulgar Okulu" veya "Bulgar-Alman Okulu" olarak bilinmiş, fakat Edirneliler "Polak Mektebi" demeyi tercih etmişler (öğretmenler Polonyalı imiş, öğrenciler ise Kıyık ve Kirişhane'den Bulgar asıllı çocuklar meccanen okumuşlar). Modern giyim kuşam ile Batı müziği orkestrası varmış.[Aynı yıllarda, 1870'te Sultan Abdülaziz Ortodoks Bulgarlara, Rum Patrikhanesi'nden bağımsız Ekzarhlık hakkı vermiş. Ortodoks Bulgarlar da Edirne'de iki kilise (bugün Sveti Georgi ve Svetii Konstantin i Elena Kiliseleri restore edilmişler) ve ayrı okul (Dr. Petır Beron Okulu) kurmuşlar. Azınlıkta olan Katolik Bulgarlar ile Ortodoks Bulgarlar arasında müthiş kavgalar yaşanmış].
1915
İttihat ve Terakki iktidarında Polak Mektebi'ne el konmuş ve "Kız Öğretmen Okulu" yapılmış.
1918-1927 arası tekrar Polonya Azınlık Okulu olmuş.
1927-1958 arası tütün deposu olarak kullanılmış (30 yıl Cumhuriyet yılları)
1958
Maliye Bakanlığı binayı satın almış ve Eğitim Bakanlığına tahsis etmiş.
1958-1973 "Erkek Öğretmen Okulu"
1973-1984 1. Murat Ortaokulu
1984-2010 1. Murat Lisesi
2010- 1. Murat Anadolu Lisesi

  
 

 

 


 

 










EDİRNE'DE "KİLİSE CAMİİ"


Edirne'de şimdi böyle bir cami yok, fakat Osmanlı yıllarını anlatan "şehir tarihçileri" bahsetmişlerdir:
17.yüzyıl -Abdurrahman Hibrî (1604-1659):"Enisü'l-Müsâmirîn"
18.yüzyıl - Örfi Mahmud Ağa (1704-1778):"Berây-ı Şehr-i Edirne"
19.yüzyıl - Ahmet Bâdi (1839-1907): "Riyâz-ı Belde-i Edirne"
Edirne Fatihi Sultan 1.Murat, kaleyi sulhen teslim alırken (1361), iki Bizans kilisesini camiye çevirtmiştir. Ayasofya Kilisesi daha sonra (1440) Halebiye Camii adını almış ve depremle yıkılacağı 1752 yılına kadar faaliyette imiş. 140 yıl harabe halinde durmuş ("Kemer Avlu") ve Polonyalı katolik misyonerler arsayı satın alarak "Polak Mektebi"ni inşa etmişler (1893). Bugün Kaleiçi'nde 1.Murat Anadolu Lisesi olarak durmaktadır.
İkinci devşirilen kilise ise ana caddenin (bugün Balıkpazarı Caddesi) sonunda yer alıyormuş. Kilisenin Rumca adı kesin değildir ("Panagia" veya "Taxiarchon"), fakat halk arasında "Kilise Camii" diye anılmış. Bu kilisenin içinde şifalı bir su kaynağı (ayazma) varmış ve birçok hastalığa iyi geldiğine inanılıyormuş.
1451'de tahta çıkan 19-yaşındaki Sultan 2.Mehmet bu camiyi yıktırmış ve "Saray-ı Cedid" inşaatındaki mermerlerin çoğu o binadan alınmış. Fakat yerine büyükçe bir cami yaptırmış..."iki ayak üzerine altı kubbe, bir minare ve dışında beş adet kubbeleri vardı. Ortasında kâfirler döneminden kalma bir pınar vardır ki, ateşli hastalıklar ve başka hastalıklar için faydalıdır..."(A. Hibrî). Adına "Fatih Camii" denmişse de Fatih Sultan Mehmet sahiplenmemiş, vakfiye ve bağış yapmamıştır. Kale içindeki devşirme camilerin hizmet giderleri Yıldırım Bayezid Vakfından karşılanıyormuş (A. Hibrî). Bu nedenle de halk bir 300 yıl daha "Kilise Camii" adını kullanmış.
1752'de korkunç bir deprem ("Küçük Kıyamet") Edirne'yi yerle yeksan etmiş ve Kaleiçi'ndeki devşirme camiler de yıkılmış. Vakfiyeleri ve mütevelli sorumluları olmadığı için 140 yıl enkaz arsa halinde durmuşlar.
Bugün bu "Kilise Camii"'nin yeri neresidir?
Ahmet Bâdi Efendi'nin verdiği bilgiye göre, Kilise Camii'nin kıble tarafına Uşşakî tarikatından Şeyh Hacı Mustafa Kamber Baba bir zaviye (tekke) "Kamber Ayağı" yaptırmış, ölümünden sonra buraya gömülmüş ve türbe yapılmış. Edirne Mal Müdürü olarak görev yapan Ahmet Bâdi, 1903 Büyük Yangınından sonra, Kilise Camii arsasını özel şahıslara satan komisyonda bulunmuştur. Kamber Baba zaviyesi de yanmış, fakat ermişin mezarı kurtulmuş. Halkımız yaşayan insanlara sahip çıkmasa da, yatırlara (yol ortasında olsa bile) saygı gösterir. Bugün de Kaleiçi'nin ücra köşesinde, "Kamber Baba Tekke Sokak", 14 numarada, şeyhin mezarı demir parmaklıkla korunmaya alınmıştır. Bu boş arsanın kuzey tarafında, Çukur Sokak ile Balıkpazarı Caddesinin köşesi, artık yok olmuş "Kilise Camii"'nin yeridir. Eğer yolunuz düşerse Kamber Baba'ya bir Fatiha okuyun. Onun sayesinde Edirne Fatihi Sultan 1.Murat ile Edirne doğumlu İstanbul Fatihi 2.Mehmet'in yolları bu mıntıkada kesişmiştir.













"KIRCHENMOSCHEE"

Dünyaca ünlü mimarlık tarihçisi Cornelius Gurlitt (1850-1938) 1905'te İstanbul'a gelmiş ve Sultan 2. Abdülhamit'in izniyle İstanbul, Edirne ve İznik'te Osmanlı eserlerini ölçmüş, rölöve çıkartmış ve fotograf çekmiştir. "Die Baukunst Konstantinopels" (1907-1912) ve "Die Bauten Adrianopels" (1910-1911) eserleriyle Osmanlı mimari sanatını dünyaya tanıtmıştır. Edirne'deki Kaleiçi devşirme camileri görmemiş, çünkü yıkılmışlardı. Fakat en eski selatin camisi olan Yıldırım Bayezid Camii'ni "Kirchenmoschee" [= Kilise Camii] olarak ilan etmiştir.
Yüz yıl sonra bile, Selanik'teki Avrupa Bizans Eserleri Merkezi (2007, Robert Ousterhout, Charalambos Bakirtzis) aynı camimizi Bizans eseri göstermiş, sadece inşaat tekniğinin Türk tipi olduğunu ilave etmiştir.
Gerçekten de, durup dururken, Sultan Yıldırım Bayezid 1399 yılında Tunca'nın öbür tarafına, sapa bir yere, ibadet mekanı dört kollu haç biçiminde olan bu ilk Osmanlı sultan eserini niçin garip yapmıştır? Ve vakfiye yazdırmış zengin gelirler bağışlamıştır.
Edirne şehir tarihçileri (Abdurrahman Hibrî, 1635; Ahmet Bâdi, 1890) evvelden beri varolduğunu, "kiliseden dönme ve mihrabı çarpık" olduğunu doğruluyorlar, fakat sebebini açıklayamıyorlar.
Dr. Rifat Osman (1874-1933) ve Osman Nuri Peremeci (1874-1945) soruşturmuşlar ve "fetihten önce Tris İerarches adında bir kilisenin varolduğunu" tespit etmişler.
Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984) ve sanat tarihçisi Oktay Aslanapa (1914-2013) kesin Osmanlı yapısı olduğunu, fakat "başarısız ve aksaklarla dolu", "Osmanlı mimarisi denen dev'in sakat çocuğu" olduğunda birleşiyorlar.
Bizantinolog Semavi Eyice (1922-2018) ise "hiç tereddüte yer vermeyecek surette Türk üslûbunda tuğla-taş tezyinat ile kaplanmıştır. Esasen nekropol mıntıkasında bir "mausoleum" olup, "imaret" gayesiyle zâviye olarak yapılmıştır" demiştir.
Gerçekten de "Eski İmaret" (bu nedenle 2.Bayezid'ın külliyesine "Yeni İmaret" denmiştir) olarak uzun yıllar hizmet etmiş, fakat mutfak ve hamam bölümleri işgallerde yıkılmış. Yolcuların konaklayabildiği iki geniş "tabhane" odası da bir mescit için yapıldığını, minarenin sonradan duvar üstüne eklendiğini göstermektedir.
Fakat mescit bile olsa, imaret bile olsa, ibadet mekanının bir doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusunda dört kollu Bizans haçı eksenine çarpık düştüğünü açıklamak gerek. Çünkü binayı görmüş olan 1.Bayezid'in bilerek ve isteyerek yaptırdığını kabul etmek gerek (Bursa, Bolu, Kütahya ve Balıkesir camileri muhteşem İslami eserlerdir. "Bursa Ulucamisi"ni kanıt göstermek yeter).
"Tris İerarches" isminden yola çıktık. Yunan Dili ve Edebiyatı uzmanına sorduk - "Üç Azizler" demekmiş. Hıristiyanlık tarihinde din uğruna şehit düşenler "aziz" ilan edilirler ve "martyrion" (şehitlik) inşa edilir.
Çağdaş imkanlar sayesinde internet kullandık. Google'a yazdık: "Martyrs of Adrianopolis". Bütün dünyadan (Amerika, Avustralya, Rusya) bilgiler döküldü: MS 310 yıllarında [Diocletianus zulümleri (persecution)] Hıristiyanlar tenkil edilirken, Roma'nın Trakya Valisi Adrianopolis Kalesinde, üç İsa yanlısı inanmışlara (Maximus ve karısı Asclepiodote ile Theodotus) kanlı işkenceler yapmış, çengellere asmış, vahşi hayvanlara atmış. İki hafta süren bu işkencelerden sonra Philippopolis'e (Plovdiv, Filibe) giderken, Edirne Kalesi dışında, "Saltis" köyünde (bugün Yıldırım Mahallesi) başlarını kestirmiş. MS. 312'de Hıristiyanlık serbest bırakılmış, 395'te resmi din sayılmış. Adrianopolis dışındaki martyrion kavimler saldırılarında yakılıp yıkılmış. Osmanlı fethinde yıkık haldeymiş. Ayağa kaldıran 1. Bayezid olmuş. Fakat niçin?
Birinci Kosova Savaşında (1389), babası 1. Murat'ın şehadeti üzerine sultan ilan edilen 1. Bayezid, savaşta ölen despot Lazar'ın oğlu Stefan'ı haraçgüzar yapmış ve kızı Olivera'yı nikahına almıştı. 1396 Niğbolu'da (bugün Bulgaristan'da Nikopol) katolik Haçlıları dağıtırken despot Stefan Lazareviç 15,000 kişilik tam teçhizatlı atlıları ile yetişmiş ve galibiyette "âmil" olmuştur (İ.H. Uzunçarşılı).
Bu zaferin tarihi 28 Eylül 1396'dır (Gregoryen takvimine göre). Pekiyi, Martyrs of Adrianopolis azizleri için ayin günü 15 Eylül'dür (eski Julien takvimine göre) ki, bu 13 gün fark 1582'de yapılan takvim değişikliğine denk düşer. Yani Sultan Yıldırım Bayezid, Edirneli azizlerin anma gününde, kayın biraderinin desteği ile büyük zafer kazanmıştır. Sevgili eşi Olivera ve ağabeyi Stefan'a söz vermişse inkâr edememiştir. Niğbolu savaşından elde edilen ganimetlerle hem Hıristiyan müttefiklerine, hem Müslüman tebaalarına bir hayır kurumu yaptırmıştır. Vakfiyesinde Edirne ve Dimetoka'dan alınan cizye vergilerini (gayrımüslümlerden askerlik bedeli) de bu imarete bağışlamıştır. Kaleiçi'ndeki devşirme camilerin giderlerini de üstlenmiştir. Fatih Sultan Mehmet de yenilediği "Kilise Camii" için ayrıca vakfiyeye ihtiyaç duymamıştır.
















TÛR-İ SÎNÂ

Ortadoğu'nun en kutsal dağı "Tûr-i Sînâ" (Arapça olduğu için ünlü ses uyumuna gerek yoktur, "tûr"= dağ Arapça; "sînâ"= tutuşan çalılık, eski İbranice) veya Cebel-i Mûsa, bugün Mısır'a ait Sina Yarımadası'nın (60,000 km kare) güney yarısında yükselmektedir (zirvesi 2,285 m). Bu yarımada Süveyş Kanalının doğusunda kalan, Asya kıtasına ait, kurak çöl ve çıplak dağ ile kaplıdır. Tam ucunda, Kızıldeniz kıyısında Şarm-el-Şeyh tatil beldesi popülerdir. Sina Dağının zirvesine tırmanan ve gündoğumunu bekleyen turist sayısı da bir hayli yüksektir.
Üç semavi dinin (Musevilik, Hıristiyanlık, İslam) saygı ile kutsadıkları bu dağda, M.Ö. 1200-lerde, halkını Mısır'dan çıkaran (Exodus) Hz. Musa'ya (Moşe, Moses) Tevrat vahiy olunmuş, bir sandık içinde iki taş levhaya kazınan "On Emir" verilmiş ve kuzeyde gözüken yeşil ovalar (Vadedilmiş Topraklar, Arz-ı Mevud) hedef gösterilmiştir. Hz. Musa burada Tanrı'yı (YHVH = Yehova) görmüş ve hiç bir iz bırakmadan göğe yükselmiştir. Kitab-ı Mukaddes'te (Biblia) anlatılan bu hikayeyi (Ahd-i Atik) Hıristiyanlık ve İslamiyet de benimsemiştir.
M.S. 3.yüzyılda İskenderiyeli Azize Katerina (287-305) Hıristiyanlık uğruna şehit edilmiş ve vasiyeti üzerine Sina Dağı'nın 1500 metredeki sulak bir vadisine gömülmüştür. Bizans imparatoru Büyük Justinian (hd. 527-565) emri ile burada büyük bir manastır inşa etmişler. Bu manastırın keşişlerine tüm imparatorlukta özel statü sağlanmış ve İskenderiye Patrikliği dışında otokefal bir Sinai Başpiskoposluğu kilise hiyerarşisinde tanınmıştır (Kıbrıs Başpiskoposluğu gibi).
Hz. Muhammed, daha vahiy inmeden önce, deve kervanlarıyla iki kez bu manastırı ziyaret etmiş ve ağırlanmıştır. Hicret'ten bir yıl sonra (623) Tur-ı Sina keşişleri Medine'ye gelerek Peygamberimizi tebrik etmişler ve yazılı bir "emânnâme" (ebedi koruma) almışlardır. Belgeyi yazan Ali bin Ebu Talib mühür yerine simge olarak Peygamberin elini tasvir etmiştir.
1517 yılında Yavuz Sultan Selim Mısır fethinden dönerken Tur-i Sina keşişleri Peygamber emânnâmesini kendisine göstermişler. Osmanlı Sultanı da ebedi korumanın bütün Osmanlı ülkesinde geçerli olduğunu ilan etmiştir.
Tur-i Sina keşişleri önemli şehirlerde (İstanbul Patrikliğinden bağımsız) Metokhion = Sinaitikon (misafirhane) inşa etmişler ve irtibat bürosu olarak kullanmışlar (zengin bağışlar almışlar ve hacı kafileleri düzenlemişler). İstanbul-Balat'ta var olan metokhionun girişine Hz. Muhammed'ın elini simgeleyen mermer levha asmışlar (şu anda kayıp).
Bu çok özel Hıristiyan tarikatın meğer Adrianopolis'te de Sinaitikon'u varmış. A. Bâdi Efendi (1890) ve Dr. Rifat Osman (1920) bu yapıdan bahsetmişlerdir. 1907'de Edirne'yi ziyaret eden ünlü mimarlık tarihçisi C. Gurlitt ise dış görünümünü ve kesitlerini çizmiş ölçülerini vermiştir (7,70 m temelde, 3 m çap kubbede, tetraconchal = dört yapraklı yonca gibi).
1929'da Thrakika 2'de I. Saraphoglou eski tarihli bir fotografını yüklemiştir (fakat pek kaliteli değildir).
1938'de tamamlanan "Edirne Tarihi" kitabında Osman Nuri Peremeci artık böyle bir yapıdan bahsetmiyor. Çünkü 1923 Ahali Mübadelesinden sonra Rumlar Edirne'den gitmişler ve kiliseleri de teker teker yıkılmış. Yollar genişletilirken evler yıkılmış ve Londra Asfaltı (bugün Talat Paşa Cd) Kaleiçi'nden geçirilmiş (Gazimihal Köprüsüne). Bugünkü Sultan Hotel'in yerinde Metropolit Kilisesi varmış. Dr.Rifat Osman'ın ve Ousterhout'un çizimlerine göre Sinaitikon tam karşısında yer alıyormuş. Bugün orada Meteoroloji höyüğü ve Pehlivanlar Otoparkı bulunmaktadır. Müteahhitlerin bu alana çok katlı inşaatlar yapamamış olmasına hep şaşıyordum. Acaba üç semavi dinin hoşgörüsüne dayanan Edirne Sinaitikon binası halâ toprak altında duruyor mu? Öyle ise şehrimizin en eski mimari yapısı (surlar hariç) sayılacaktır - Gulitt'e göre 12.yüzyıldan, Rifat Osman'a göre 9.-10.yüzyıldan, yani 1,000 yıllık!




























  

  


  


18 Haziran 2022 Cumartesi

EDİRNE SARAYLARI



                                                 
                              EDİRNE SARAYLARI


                                                      EDİRNE SARAY-I ATİK


Edirne'de Osmanlı Sultanları iki saray yaptırmışlardı: Eski Saray (Saray-ı Atîk) ve Yeni Saray (Saray-ı Cedid).
Edirne Kalesini fetheden 1. Murat, Kaleiçi'ni havasız ve basık bulmuş ve buraya yerleşmemişti (dört yıl kadar Dimetoka Kalesinde oturmuş, çünkü bu kale yüksek bir tepe üzerine kurulmuş idi). Edirne'de bıraktığı lalası Şahin Paşa, kalenin dışında yükselen Sarı Bayır'ın eteklerinde nispeten düzlük bir alan olan Kavak Meydanı'nda ilk Osmanlı Saray-ı Hümayun'unu inşa ettirmiştir (sonradan Eski Saray, Saray-ı Atik denmiştir). Saray'da 1365'te oturulmaya başlanmış, fakat 1368'e kadar ek inşaatlar devam etmiş. Oğlu Yıldırım Bayezid büyük bir Saray Hamamı ilave etmiş, torunu Musa Çelebi (1411-1413 arası) da "...genişletip kale gibi burç ve bârûsunu taştan yüksek duvarlarla çevrelemişti. Fetret Devri'nde bu saray Osmanlı hükümdarlarını Timur'un gadrinden kurtarmış ve resmi ikametgâh olmuştur. Emir Süleyman Çelebi buradaki Saray Hamamında basılmış (1411), 1.Mehmet (Çelebi) bu sarayda vefat etmiş (1421), Fatih Sultan Mehmet burada dünyaya gelmiş (1432) ve iki yıl (1444-1446) kaim-i makam olarak tahta oturmuştur.
82 yıl sonra, Sultan 2.Murat 1450 yılında Tunca nehrinin batı kıyısına Yeni Saray'ın (Saray-ı Cedid) inşaatını başlatmış, fakat 3 Şubat 1451'de aniden vefat edince, oğlu 2. Mehmet tamamlamıştır.
Yeni Saray'ın yapılmasından sonra Eski Saray yıkılmamış ve 118 yıl daha kapıkulu askerlerine hizmet etmiştir (Yeniçeri Ocağı, Acemioğlanlar Kışlası, Baltacılar, Doğancılar, v.s.). Fakat 200 yıl (1368-1568) ayakta kalmış olan Saray-ı Atik, 1568'de, Mimar Sinan'ın teklifi ve Sultan 2. Selim'in emriyle kısmen yıkılmış ve uygun düzlük alana (300x250 m) "Selimiye Camii" altı senede (1568-1574) inşa edilmiştir. Bu alanın dışında kalan Saray Hamamı ve Taş Odalar inşaatta çalışan ustalar ve işçiler tarafından kullanılmıştır. Acemioğlanlar Kışlası'nın bulunduğu kuzeybatı köşeyi, Sultan Avcı Mehmet, evlendirdiği kızı Hatice Sultan'a vermiş ki, buraya 1871'de Askeri İdadi Mektebi ("Harbiye Kışlası") yapılmış (bugün Trakya Üniversitesi Mimarlık Fakültesine tahsis edilmiştir). Taş Odalar ise bugün "Osmanlı Mezar Taşları Sergileme Alanı" olarak değerlendiriliyor.
Saray-ı Cedid hakkında yeterli bilgi vardır, fakat Saray-ı Atik için belge çok azdır. En detaylı bilgiyi Evliya Çelebi vermiştir: "... çepeçevre 5000 adımlık eşkenar dörtgen şeklindeki duvarları 20 zira (takriben 10 m) yüksek imiş. Demirden taç kapısı varmış. Amma bağ ve bahçesi yokmuş. Lâkin suyu ve havası, yeri yüksek olduğu için güzel ve ılıman imiş..." Dr. Rıfat Osman Bey "...bu saray hakkında araştırma yaptığım Osmanlı ve yabancı eserlerde hiçbir bilgiye rastlamadım" (Edirne Rehnüması) diye yakınmıştır.
Fakat internette dolaşırken tesadüfen çok eski bir gravür gördüm - Adrianopel Sarayı diyor, ne çizeri belli, ne de tarihi. Bu sarayda kalan meçhul ressam, muhtemelen üst kattan, kuzeye bakan yüksek duvarlarla parsel parsel bölünmüş müştemilât göstermiş. Issız boş bir arazinin sonunda bir akarsu (Tunca?) görünüyor. Şehir yapılaşması henüz yok, fakat Musa Çelebi'nın duvarları var (1411 sonrası).
Acaba Saray-ı Atik ne kadar büyüktü? Selimiye Camii'nin dışında hangi alanları kapsıyordu? Selimiye'nin yakın çevresini dolaştım ve en yakın camilerin kuruluş tarihlerini araştırdım. Banileri Osmanlı ailesinden olmayan ve Selimiye kurulmadan önce (1568'den önce) inşa edilmiş olanları tespit ettim.
Doğuda en yakın cami Hıdır Ağa Camii görünüyor. Bu camiye "Küçük Selimiye" diyenler de var. İnşa kitabesi yok, fakat Ayhan Tunca 1428-29 olarak bildiriyor. Hıdır Ağa hakkında fazla bilgi de yok, fakat mahalleye de adını vermiş, ancak Saray arazisi dışında kaldığı belli.
Batıda en yakın cami ise Şehabettin Paşa Camii. Halk arasında Kirazlı Cami de deniyor. Hadım Şehabettin Paşa 2.Murat ve 2.Mehmet zamanında yaşamış, Rumeli Beylerbeyi olmuş Gürcü kökenli devşirme imiş. Buçuktepe İsyanında (1446) konağı yeniçeriler tarafından basılmış ve kendisi güçlükle Eski Saray'a sığınmış (yani konak Saray'a çok yakınmış). Caminin inşa tarihi 1436-37 gösteriliyor. Kendisi 1455'te Filibe'de ölmüş ve İmaret Camii'nin haziresinde türbesi halâ duruyor.
Kuzeyde en yakın cami Atik Ali Paşa Camii'nin inşa yılı 1506 yazıyor. Bosnalı devşirme olan Hadım Ali Paşa iki kez Sultan 2.Bayezid'e sadrazamlık yapmış ve 1511 yılında Şahkulu İsyanında şehit olmuştur.
Ben Edirne'ye geldiğimde 1982 yılında bu üç cami de bakımsız ve yıkık halde idiler, fakat son yıllarda onarıldılar ve ibadete açıldılar. Selimiye Camii'ne bir geldiğinizde, çok yakın olan bu camileri de dolaşırsanız Saray-ı Atik alanını tasavvur edebilirsiniz.





  







 

Şehabettin Paşa (Kirazlı) Camii











                                                     SARAY-I CEDİD-İ AMİRE

                                                            "ADALET KASRI" (I)


Edirne Yeni Sarayı'ndan (Saray-ı Cedid-i Âmire) bugün gösterebileceğimiz pek az yapı kalmıştır. Görüntüsüyle, mimarisiyle en dikkat çekeni kuşkusuz "Adalet Kasrı" olarak adlandırılan sivri piramidal çatılı, yüksek dörtköşe kuledir. [Tavuk Ormanı içindeki "Av Köşkü" (Bülbül Köşkü) ağaçların arasına gizlenmiş olup, o kadar etkileyici değildir].
Daha ilk gördüğümde pek etkilenmiştim (1982), çünkü 1965'te yeni restore edilmişti ve görselliği ile hem Balkan Şehitliklerini, hem de geleneksel Kırkpınar Güreş Meydanı'nı süslüyordu. Yüksekliği ile uzaklardan görünüyordu. Edirne'nin ve kendi elimizle tahrip ettiğimiz Yeni Saray'ın simgesi haline gelmişti - ne kadar muazzam bir Saray kompleksinin ne kadar muhteşem bir temsilcisiydi.
Lâkin yorumlanmasında garip çelişkiler vardı. "Fatih Köprüsü"'nün Sarayiçi Adası çıkışının tam ortasına dikilmişti (sanki başka yer bulamamışlar, engel gibi oturtmuşlardı). Sarayın bu kadar geniş alanı var iken, birçok köşk ve kasırlar, havuzlar ve bahçeler ihtiva eder iken, "Adalet"i bir adanın bağlantısına mahküm etmişiz. Sonra, 20 m yüksekliğinde, 8x8 metre kare planlı bu kulenin neresinde mahkeme duruşması olacak? Tepesinde fıskiyeli, süslü, havuzlu bir mekan, çepeçevre sedirle donatılmış imiş. Pekiyi, adaleti dağıtan sultan, sadrazam, vezirler ve kazaskerler nasıl tırmanacaklar bu merdivenleri? Asansör yok ki. Yaşlı adamları ağır cubbeleri ve sarıkları ile dar ve dik merdivenlerde halâ gözümün önüne getiremiyorum. Sonra, 20 metre yükseklikteki fıskiyenin suyunun adalet dağıtımı ile ne ilgisi vardı? Halbuki, "Yargıtay" binası diye reklamı yapılıyor, "Adalet Müzesi" yapılmak isteniyordu!
Bu işin mantığı yoktu, fakat o etkileyici taş yapı asırlardan beri gözümüzün önünde duruyordu. Osmanlı yıllarına ait her okuduğum metinden bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Mecburen Fatih'in babası, Sultan 2. Murat ile başlayacağım, çünkü onun fikri imiş "Tunca Sarayı". Edirne'yi imar eden ve payitaht haline getiren "Gazi Hünkâr" Amasya'da doğup büyümüştü ve bir akarsu (Yeşilırmak) kenarında yetişmişti. Atalarından miras kalan Edirne Eski Sarayı (Saray-ı Atik) ise yüksek bir tepeye kondurulmuş, Tunca nehrini uzaktan görebiliyordu. Nehrin karşı yakasına yeni bir Saray-ı Sultani inşasına 1450'de başlarken, nehrin ortasındaki adayı da köprü ile saray arazisine bağlamış. Fakat ömrü yetmemiş. Daha 1451 yılının Şubat başında,
"bir gün Kirişçi adasında [sonradan "Sarayiçi Adası" denecektir] gezintiden dönüyordu, ada köprüsünün başında bir dervişe rastladı. Adam, "Hey padişah vâden yakın geldi, tövbe et", dedi.
İshak Paşa ile Sarıca Paşa da yanında idi. Sultan İshak Paşa'ya "Şol derviş bilir misiniz kimdir?" diye sordu. Paşa, "Bursa'da Hak rahmetine varan Emir Sultan'ın müridlerindendir", dedi.
Padişahı bir hüzün aldı, bildiği bilmediği bütün günahlarına tövbe etti. Yıllarca evvel kendisine padişahlık kılıcını kuşatan Emir Sultan idi, şimdi onun bir müridi ölümünün çok yakın olduğunu söylüyordu.
Daha Saraya girer girmez: "Başım ağırır"dedi, ardından ağır darbe geldi, üç gün sonra öldü. Ölümü Sultan Mehmed Edirne'ye gelinceye kadar onüç gün gizli tutuldu. Tahnit edilen nâşı, oğlu geldikten sonra taht şehri Bursa'ya götürüldü..." (Osmanlı Sultanları, R. E. Koçu)
Saray-ı Cedid'in temelini atan 47 yaşındaki 2. Murat, beyin inmesi (nüzûl) geçirmişti. Hükümdara ölüm haberi işte bu köprübaşında gelmişti.


















                                                 "ADALET KASRI" (II)


Edirne Yeni Saray'ın (Saray-ı Cedid-i Amire) inşaatını bitiren ve şekillendiren Sultan 2. Mehmet'tir. Babası 2. Murat sadece bir köşk yapmıştır. 2. Mehmet ise en çok saray yaptıran padişah olarak anılacaktır: Edirne Yeni Sarayı; İstanbul Eski Sarayı (Beyazıt Meydanında, bugünkü İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü yerinde); İstanbul Yeni Sarayı (Topkapı Sarayı).
19 yaşında tahta oturan bu genç adam hem çok hırslı, hem de çok çalışkandır. "Cihan padişahı" olmayı kafasına koymuştu, lâkin her türlü bilgiye ve yeniliğe de açıktı. Bilgili insanlardan öğrenmeye de hevesliydi. Onun için Karamanoğlu İbrahim Bey'e mektup yazdı, ünlü âlim ve hekim Beşir Çelebi'yi Edirne'ye davet etti. Beşir Çelebi geldi ve aylarca ağırlandı, sonra da bir risale yazarak 1452'deki Edirne şehrini anlattı: Yeni Saray'ın inşaat alanına gitmişler. Bir çukurdan yılan kaçmış. Beşir Çelebi "yılanlar soğuk kanlı hayvanlardır, serin toprağı severler. Bu çukurun altında mutlaka su kaynağı vardır", demiş. Hemen o yerde bir kuyu kazdırmışlar, bol ve içimli su çıkmış. Beşir Çelebi kaynağa "Ab-ı Hayat" adını vermiş. Fatih oralarda başka kuyular da kazdırmış ve su bulmuş. Fakat Saray'ın su ihtiyacı için 15 km batıdaki Akpınar köyünden künklerle su getirtmiş ve yükseklik garantisi için su terazisi inşa ettirmiş (bugün Dibek sokakta, Mahmudiye Piyade Kışlası [Kapalı Cezaevi] yanında halâ yıkıntısı durmaktadır, fakat defalarca onarımdan geçmiştir). Suların dağıtımı için de Saray arazisine bir "maksem" ilave etmiş. 2009-2013 arası yapılan kazılarda iki su kuyusu ile söz konusu maksem bulunmuştur (M. Özer, M. Dündar: Edirne Sarayı Su Yapıları, TTK Belleten, Ağustos 2021, C. 85, Sayı 303). Not: Arz Odası önündeki su kuyusu "Ab-ı Hayat" suyu olabilir.
Sultan 2. Mehmet olağanüstü titiz ve planlı programlı çalışıyormuş. Sarayın 100 yıl yetecek su ihtiyacını güven altına almış ve zamanının mühendislik bilgisinden yararlanmış. Saray arazisinin ortasına çok orijinal ve sıradışı bir "Kasrı Padişahi" (Taht-ı Hümayun) diktirmiş. Yedi katlı bu binanın en üst katı şemsiye gibi genişliyor ve çepeçevre uzakları görebilen camekanli sekizgen bir mekan ile sonlanıyormyş - "Cihannüma Kasrı". Bu odanın içinde de havuz bulunuyormuş, yani motorsuz pompasız yedinci kata su çıkıyormuş! Sadece çok yüksek hayalleri olan bir genç hükümdarın içgüdüsel düşleri, daha önce görülmemiş mimari bir yapıya da yansımış (Şahi topları döktüren ve asırlık surları yıktıran kişiye de bu yakışır). Ve yüzyıllar boyunca bu sarayın alâmeti farikası sayılmıştır. Bugün de o yıkıntılar arasında en azametli enkaz olarak duruyor.
Kendisiyle birlikte Manisa'dan gelen Rumeli Beylerbeyi Şehabettin Paşa ise Saraçhane Köprüsü'nü (10 kemerli, 100 m uzun, 5 m geniş) inşa etmiş. Aynı zamanda Ada köprüsünü de taştan yapmışlar (3 kemerli, 34 m uzun, 4,5 m geniş), fakat adanın (Sarayiçi) karşı tarafı henüz kıyıya bağlı değilmiş. Köprünün ada tarafında da herhangi bir kule yokmuş.
Bütün bunlar İstanbul'un fethinden önce olmuş, yani iki yıl içerisinde! Köprü ustaları Cisr-i Ergene (Uzunköprü) inşaatından, bina ustaları da Üçşerefeli Cami inşaatından tecrübeli imişler. Mimarı pek zikredilmez, fakat " üç şerefeli minareyi" ilk yapan büyük usta mimar Muslihittin'ın kalfası mimar Şerafeddin tahmin ediliyor.






























                                                     "ADALET KASRI" (III)


İstanbul'un fethi ve payitaht ilan edilmesiyle Edirne Saray-ı Cedid unutulmamış. Fatih ve ardılları sık sık Edirne'yi ziyaret etmişler ve Saray'da huzur bulmuşlar. Nehir, orman, kuş sesleri onları dinlendirmiş. Bir tatil sitesi gibi...
Sultan 2.Bayezid, babasının eksiğini tamamlamış - 500 m ileriye, tam Tunca kenarına, muhteşem bir külliye yaptırmış (selâtin camii, darüşşifa, medrese, imaret) ve ikinci bir taş köprü inşa ettirmiş (1488). İçme suyunu da Akpınar isale hattından almış (su terazisi halâ duruyor). Saray'da hizmet edenler de yerleşmişler ve yeni bir mahalle ortaya çıkmış - Yeniimaret.
Edirne Sarayını Kanuni Sultan Süleyman ve sevgili hasekisi Hürrem Sultan çok sevmişler ve aylarca kalmışlar. Buradaki doğal ortam Hürrem Sultan'a doğup büyüdüğü memleketini hatırlatıyormuş ("Lviv" şehrinin 60 km güneyinde Rohatyn kasabası).
Fakat Edirne şehri büyümüş ve susuzluk çekmeye başlamış, Saray'ın ihtiyacı da gün be gün artıyormuş. Tunca nehrinin batısında su kaynakları tükenmiş, fakat doğuda, Istranca eteklerinde (Danişmend yaylasında) bol kaynaklar varmış. Ve Sultan Süleyman büyük bir su mühendisliği girişimi başlatmış - hem Edirne'ye, hem de Saray'a yeni su yolları yaptırmış. Tam 20 yıl sürmüş [1529'da başlamış] Taşlımüsellim ve Pravadı (Sinanköy) kaynakları birleştirilip, toplam 35 km'lik su yolu inşa edilmiş, vadiler üzerinden 12 su kemeri, tepelerin altından 5 tünel (3,8 km), debi 35 l/saniye (K. Çeçen, 1988).
Şehre ulaşan su, Taşlık semtindeki "maksem"de toplanmış (Yahya Bey Camii yanı). [Değerli fotoğraf sanatçısı Prof. Dr. Murat Tuğrul, 2000 yılındaki görüntüleri yayınlamıştır].
Bu mühendislik harikasının bir de uzantısı varmış. Bir hat ta Tunca nehrinin öbür tarafındaki Yeni Saray'a ulaştırılmalıymış, yani nehrin üzerinden geçirmeliymiş. Yokuş aşağı inen su basıncını önlemek için tam üç adet teraziden geçirilmiş (Tophane, Zehrimar, Atik Ali) ve nehir seviyesine indirilmiş. Bugün de bu eski su yollarını Edirne'nin sokak adlarından takip etmek mümkündür - Soğuksu Caddesi, Su Sk, Su Terazisi Sk, Zehrimar Su Terazisi çıkmazı, Saray Yolu.
Trakya Üniversitesi mimarları (Zeybekoğlu ve ark, 2007) söz konusu su terazilerinin yerlerini tespit etmişler, fakat 20. yüzyılda elektrikle çalışan su pompalarından sonra Belediye tarafından yıktırılmışlar. Sadece Zehrimar Su terazisinin temeli 1 m hizasına kadar korunmuş. [Kaleiçi'ndeki teraziler de yıktırılmış, sadece Maarif Su Terazisi anıt eser olarak kalmış].
Su künklerini geçirmek için Sarayiçi adasının şehir tarafına yeni köprü yapılmış: Kanuni Köprüsü = Saray Köprüsü [4 kemerli, 60 m uzun, 4,5 m geniş] ve hemen ada tarafına sağlam yüksek kule inşa edilmiş [Terazi Kasrı]. Saray tarafında zaten var olan Fatih Köprüsü'nün tam girişine de ikinci bir yüksek terazi kulesi yapılmış. Günümüze kadar ulaşan ve köprü-tıkayan bu kuleye bugün yanlışlıkla "Adalet Kasrı" diyoruz. Her bir su terazisinin en üst katında, "ekseri taştan oyulmuş bir sandık (havuz) oluyormuş ve debi lülelerle ölçülerek dağıtılıyormuş". Bu iki yüksek terazinin amacı Saray'ın en üst kotlarına basınçlı su ulaştırmak imiş.
Bütün bu sistemin mucidi Mimarbaşı Alaeddin Ali (Acem Ali, Esir Ali) imiş, çünkü 1514 Çaldıran Savaşından sonra Tebriz'e giren Sultan Yavuz Selim, buradaki usta ve sanatkârları "esir" olarak İstanbul'a getirmiş. 1519'da Alaeddin'i "mimarbaşı" yapmış. İstanbul'da 1538 veya 1539 vefat eden Acem Ali'nin Fatih semtinde kendi adına bir camii ve zaviyesi vardır. Oğullarından mimar Hamza baba mesleğini sürdürmüş. Günümüz Azerbaycanlı tarihçiler (Bilal Dedeyev, 2014) kendisini ilk Osmanlı mimarbaşı olarak takdim ederler. Onun ölümünden sonra, 1538'de Mimar Sinan "mimarbaşı" olmuştur. O da Edirne'ye gelerek, Saray tarafındaki su terazisinin üst kısmını genişletmiş ve tenezzüh (seyir) köşkü şeklinde süslemiş. Buradaki su fıskiyesi ise Saray'a ulaşan basıncın göstergesi ve ayarı olarak kullanılmış. Mimar Sinan kendi Tezkiresi'nde Edirne su yollarını ve köprülerini zikretmemiştir.




















                                                     "ADALET KASRI" (IV)


Kanuni Sultan Süleyman'dan (öl. 1566) sonra da padişahlar bir anane olarak Edirne Yeni Sarayı'na hep gitmişler ve burada dinlenmişlerdir (Sultan 3. Murat ve 1. Mustafa hariç). Çoğu da ek köşkler ve kasırlar yaptırarak Saray'ı genişletmişler, fakat 100 yıl kadar "Adalet Kasrı" diyen olmamıştır. Ancak 1656'dan sonra, buraya gelen 14 yaşındaki Sultan 4. Mehmet (Avcı Mehmet) o kadar sevmiş ki, 39 yıllık uzun saltanatının büyük bölümünü burada geçirmiştir [İstanbul unutulmuş, Saray erkânı Edirne'ye taşınmış, vezirler ve şeyhülislâmlar malikâneler yaptırmış].
İlk Edirne tarihçisi Hibrî Çelebi (1604-1659) de kitabında Adalet Kasrı'ndan bahsetmemiştir. 1890-larda "Riyaz-ı Belde-i Edirne" yazarı Ahmet Bâdi Efendi de "...Sultan Süleyman tarafından Saray'a su getirmek için yaptırılmıştır. Bu köprülerin başlarına bahçe içinde yaklaşık 25 zirâ yüksekliğinde kesme taştan dört köşe olarak yapılmış birer kargir köşk vardır. Bunlara terazi köşkü denir ki, hakkında tarihi bilgi elde edilememiştir...". Edirne'den geçmiş olan Avrupalı seyyahlar da su terazileri olarak bahsederler (G. Eneholm, 1830).
Avcı Mehmet dönemi Edirne Sarayı'nın ikinci rönesansı sayılır. İşte bu dönemde "Adalet Kasrı" denmeye başlanmıştır. İsmi ve eseri pek tanınmayan Bostancıbaşı Âșık Ali Ağa (öl. 1088 H, 1677 M) "Saray-ı Cedid-i Sultâni" isimli, tek nüsha, elyazması risale kaleme almış, fakat kimsenin haberi olmamış. İki buçuk asır sonra, Dr. Rifat Osman, "... 1904 tarihinde Edirne'ye gelip harabesini ziyaret ettiğim sırada lâtif koruluğu civarında ruhsuz kalan ve şahâne anılarla dolu bu fatihler yuvasının bir tarihini yazmağa başlayıp resimli bir eser vücuda getirdim. 35 büyük sayfalı ve 100'ün üstünde harita ve resimlidir..." (1920, Edirne Rehnüması). Saray hakkında bütün ayrıntıları ise Bostancıbaşı Âşık Ali Ağa'nın risalesinden almış. Fakat Balkan Savaşı sırasında (1913) evi yağma edildiğinde, tek nüsha olan bu risale de kaybolmuş. 1933'te Edirne'de vefat eden Dr. Rifat Osman da "Edirne Sarayı" kitabını bastıramamış, fakat dostlarına vasiyet etmiş. Ve sadık dostu Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, TTK adına 1957 yılında Ankara'da yayınlamıştır (ikinci baskı 1989).
Türkiye Diyanet Vakfı'nın "İslam Ansiklopedisi" 1. cildi 1988'de basılmış ve "Adalet Kasrı" maddesini ünlü sanat tarihçimiz Semavi Eyice yazmıştır, "...Rifat Osman Bey'in naklettiğine göre, Adalet Kasrı'nın şehre bakan yüzünden elli adım uzakta, bir buçuk zirâ yüksekliğinde altı tane mermer "ibret taşı" (seng-i ibret) dikili imiş ve idam edilenlerin başları bunların üstüne konuluyordu. Bazı ihtiyaç sahiplerinin dilekçeleri bostancılar tarafından alınarak kasırda bekleyen memura teslim edilirdi. Kule ve üstündeki kasır, adını bundan almış olmalı..." (S. Eyice).
Bu resmi yayınlardan ilham alan yerli ve milli müellifler "Adalet Kasrı"nı popülerize ettiler. Onların yoğun girişimleri ile, Su Terazisi olarak yapılmış olan kule restore edildi (1965), önüne iki taş dikildi, "seng-i ibret" ve "seng-i hürmet" yazıldı, Yargıtay binası ilan edildi. Halbuki olay sadece 17.yüzyılda Avcı Mehmet döneminde, İstanbul Topkapı yerine, kesik başların teşhiri, yani adaletin tecellisi anlamına gelmiştir. Geniş Osmanlı arşivinde, destekleyecek diğer kaynaklar bulunamayınca, söz konusu iddialar rafa kaldırılmış, fakat Adalet Kasrı deyimi halâ devam etmektedir.






















                                               "ADALET KASRI" (V)


Sultan 4. Mehmet (Avcı) 1657'den itibaren Edirne'yi çok beğendi, burada büyüdü ve marazî derecesinde av tutkunu oldu. 39 yıl hüküm sürdü, çocukları da burada doğup büyüdüler. Sanatkârane köşkler ve kasırlar inşa ettirdi, tam 23 hamama (bazı kaynaklara göre 42), iki de havuza (Şehvar havuzu, 38 x 57 m) su temin etti. Akpınar köyünden su hattını yeniledi ve oraya da bir Saray kondurdu - oldu Sarayakpınar (1673- 1829). Namazgâh Ovasına çeşmeler yaptırdı ve gösterişli eğlenceler düzenledi. Büyük oğlu 2.Mustafa sarayı daha da büyüttü, Hıdırlık Kasrından "Bönce suyu" kaynağını getirtti (Yıldırım ve Yeniimaret arasındaki Bademlik Su Terazisi halâ durmaktadır). Küçük oğlu 3. Ahmet de sık sık geldi ve kendi adına bir köşk yaptırdı.
Fakat 1730'da, İstanbul'daki "Lâle Devri"ne tepki olan Patrona Halil İsyanında tahttan indirildi. Bu tarihten sonra Edirne Sarayı öksüz kaldı, tam 100 yıl (1730-1831) gelen giden olmadı ( sadece 1768'de Sultan 3.Mustafa birkaç günlüğüne uğradı). Fakat Saray yıkılmadı, yakılmadı, satılmadı... Bostancıbaşı'na emanet edildi, bakım ve onarım için para tahsis edildi. Bostancılar bahçeleri ektiler, sebze meyve topladılar, çiçekleri suladılar, fakat daireler açılmadı. 1752 Büyük Depreminde su yolları zarar gördü. Saray'ın dış görüntüsü değişmedi, fakat ruhu ölmüştü, canlı insanlar oturmuyordu.
1828-1829 Osmanli-Rus harbinde Ruslar kurşun atmadan Edirne'yi ele geçirdiler, Saraya ve bahçelere yerleştiler. Geri çekilirken Sarayı yakıp yıkmadılar (Akpınar Sarayı hariç), fakat köşkleri talan ettiler, kıymetli eşyaları alıp götürdüler. [Not: Ben şahsen 1976 yılında Petersburg Ermitaj Müzesi'nin Şarkiyat bölümünde harika çiniler gördüm. "Edirne Sarayı çinileri" yazıyordu].
Bu işgal nedeniyle Fransız asıllı ressamlar (G. Sayger ve A. Desarnod) Edirne'den ve Saray'dan gravürler çizdiler ve 1834 yılında Paris'te albüm olarak yayınladılar. Edirne Sarayı oryantal ve süslü mücevher olarak dünyaya duyuruldu.
1854 Kırım Savaşında yardıma gelen Fransız süvariler, Saros körfezinden Karadeniz limanlarına (Burgaz, Varna, Köstence) giderken Saray bahçelerinde mola verdiler ve görseller yayınladılar.
XIX. yüzyılda Sultan 2.Mahmut 1831 ve 1837) ve Sultan Abdülmecid (1846) Edirne'ye geldiler, fakat susuz ve ruhsuz Saray'da kalmadılar - özel köşklerde misafir edildiler (R. Kazancıgil: Edirne Şehir Tarihi Kronolojisi, 1995). Saraya dokunmadılar, fakat "Namazgâh Ovası"na kışlalar yaptırdılar (bugün Kapalı Cezaevi; T.Ü. Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu). Bu nedenle Sarayakpınar isale hattı yenilendi.
1866 yılında (Abdülaziz dönemi) Sarayiçi Adası halka açık mesire alanı ("Hadika-i Sultani") oldu, Bayram kutlamaları burada yapıldı. Vali Hacı İzzet Paşa Sarayı kusursuz olarak tamir ettirdi (1873), yabancı gezginler fotoğraf ile belgelemeye başladılar.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) hem Osmanlı ülkesinin, hem de Edirne Sarayı'nın felâketi oldu. Ruslar ikinci kez Edirne'ye yaklaşınca, Vali Hüseyin Cemil Paşa ile komutan Müşir Ahmet Eyüp Paşa müşterek kararla, Saray'da depo edilmiş silah ve cephaneleri ateşe vererek, 400-yıllık nefis Osmanlı sarayını "üç gün içinde mahv ve harab" ettiler (R. Osman)- 20 Ocak 1878. Kendi elimizle nadide bir Türk abidesini enkaza çevirdik. Rus fotoğraf sanatçısı D. Ermakov yıkık Saray kalıntılarını belgelemiştir.
2.Abdülhamit döneminde, yeni okullar ve kışlalar için taşları söktüler. 1893'te şehir içindeki Hamidiye okulu (bugün Endüstri Meslek Lisesi) inşaatı için önce Kanuni Köprüsü yanındaki Terazi Kasrı temeline kadar yıktırılmış, sonra da Fatih Köprüsü yanındaki "Adalet Kasrı"'nın yıkımına başlanmış. Rusya'nın Edirne konsolosu Lechine adındaki eski eserlere meraklı diplomat Vali Abdurrahman Paşa'ya başvurarak bu tahribin önlenmesini istemiş. Ancak valinin bu uyarıya itibar etmemesi üzerine telegrafla saraya (İstanbul) başvurup yıkımın durdurulması sağlanmışsa da, bu arada üstteki kasrın kâgir duvarlarının tamamı yıkılmıştı (İslam Ansiklopedisi, Semavi Eyice).
Ancak 70 yıl sonra, 1964-65 yıllarında restorasyonu yapılabilmiştir.