EDİRNE YILDIRIM BAYEZİD CAMİİ’NİN GİZEMİ
Prof. Dr. Recep MESUT
Edirne’nin
uzaktan manzarası pek muhteşemdir – hangi coğrafi yönden yaklaşırsan yaklaş bu
şehrin görüntüsü çiçek sepeti gibi kubbeler ve minareler buketini andırır. En
üstte Selimiye bir taç gibi adeta göğe yükselir. Onun çevresinde Eski Cami ve
Üç Şerefeli Cami de bu eski başkentin şöhretine şöhret katarlar. Tam 7 adet selâtin
camii (sultanlar tarafından kendi adlarına yaptırılan) Osmanlı Devletinin dini
mimaride kademe kademe kaydettiği üstün gelişmelere delâlet ederler.
Tunca nehri ve batıdan Edirne panoraması (1853)
İnşaatların
bitirilme sırasına göre:
1399 – Yıldırım Bayezid Camii [Sultan
1. Bayezid]
1414 – Eski Cami [Fetret Devri: Emir Süleyman, Musa ve 1. Mehmet Çelebi]
1434 – Darülhadis Camii [Sultan 2. Murat]
1436 – Muradiye Camii [Sultan 2.
Murat] (önce Mevlevihane olarak, 1426)
1447 – Üç Şerefeli Cami [Sultan
2. Murat]
1488 – Bayezid-i Velî Camii [Sultan
2. Bayezid]
1574 –
Selimiye Camii [Sultan 2. Selim] (UNESCO Dünya Mirası Listesinde, 2011)
Aslında
bunların hepsi aynı zamanda geniş birer külliyenin (cami, imaret, tabhane,
medrese, mektep, hamam, köprü)
merkezi binasıdır ve bağışlanan zengin vakıf gelirleriyle, asırlarca sürecek hizmetleri
ve bakım-onarımları güvence altına alınmıştır. Sadece bu yedi caminin, yapılış
sırasına göre ziyaret edilip incelenmesi Türk mimari tarihinin 175 yıllık süreç
içerisindeki görsel anlatımı olur. Zaten her mimarlık hocası ve öğrencisi için
Edirne’yi ziyaret etmek farz, münevver her Türk için de sevaptır.
Bunların haricinde
bugün 40 civarında tarihi değeri olan Osmanlı döneminden kalma cami ve mescit
bulunmaktadır (tabi, Cumhuriyet yıllarında yeni inşa edilenleri tarihi eser
sayamıyoruz). Eski şehir tarihçileri 300
cami ve mescitten bahsederler, fakat seller, yangınlar, depremler ve yabancı
güçlerin işgalleri sonucunda büyük çoğunluğu harap olmuştur.
Yukarıdaki
tarih sıralamasına dikkatlice bakılırsa, bugün hâlâ ayakta olup, ibadete açık
olan en eski Edirne camisi Yıldırım Bayezid Camii'dir. O sadece selâtin
camilerinin değil, her türlü cami ve mescidin, yani İslâm ibadethanelerinin de
en eskisidir. Bu nedenle rahatlıkla “Edirne
camilerinin ağababası”
diyebiliyoruz. Yani bugün adı “Eski Cami” (aslında kuruluşunda “Süleymaniye Camii”
imiş, Üç Şerefeli Cami 1447’de hizmete girince “Yeni Cami” olmuş ve Süleymaniye
Camii’ne de artık “Eski Cami” denmeye başlanmış) olmasına rağmen, Yıldırım
Bayezid Camii’nden 15 yıl sonra inşaatı tamamlanmıştır.
Edirne’nin en eski camisi – Yıldırım Bayezid Camii (1399)
Yıldırım
Bayezid Camii 1300’lerden, yani 14. yüzyılın son yıllarından kalma tek Edirne
camimizdir. Dördüncü Osmanlı hükümdarı Sultan 1. Bayezid’in emriyle, 1396 ilâ
1399 yılları arasında ve ünlü Niğbolu Savaşında elde edilen ganimetlerle yapılmıştır
(Niğbolu Zaferi ise 25 Eylül 1396 tarihinde Niğbolu Kalesi önünde, Macar kralı
Sigismund önderliğindeki Haçlı Ordusu'nun yok edilmesidir. Türklerin Avrupa
topraklarında birleşik Hıristiyan güçlerine karşı elde ettikleri ilk kat’î
başarıdır). “Niğbolu” bugün Tuna kıyısında, Bulgaristan topraklarında,
Plevne’nin
Yıldırım Bayezid İmaretinden kalan boş arsa ve mutfak bacası (2016)
Bu külliyenin
çevresinde gelişen Müslüman mahallesi (Mahalle-i İmaret-i Yıldırım Han) artık
sadece “Yıldırım Mahallesi” olarak bilinmektedir. Cami hem Osmanlı döneminde,
hem de Cumhuriyet yıllarında defalarca onarım görmüştür (son onarım 2005’te).
Aslında o bize kıymetli bir yadigârdır – cevval ve kahraman bir Osmanlı
padişahını hatırlatmakta, aynı zamanda “abidevî eser” olarak Niğbolu Zaferi’ni
ebedileştiren bir anıttır.
Edirne’de inşa
edilen ve günümüze ulaşmış bulunan diğer bazı “dârülhayır” kurumları da Osmanlı
tarihinin şanlı zaferlerini hatırlatmaktadırlar:
1399 Yıldırım Bayezid Camii - Niğbolu Meydan Savaşı (1396)
1447 Üç Şerefeli Camii – İzmir
Fethinden alınan ganimetler (1426)
[2
O.N.Peremeci’nin “Edirne Tarihi”ne göre, 1939]
1488 İkinci Bayezid Külliyesi –
Kili ve Akkirman Fetihleri (1484)
1574 Selimiye Camii ve Külliyesi
– Kıbrıs Adasının Fethi (1571)
Edirne’nin
fetih yılının 1361 olduğu dikkate alınırsa, ilk yapılan caminin 1399’da, yani
38 yıl sonra hizmete girmiş olması çok şaşırtıcıdır. “Edirne fatihi” kabul
edilen 1. Murat Hüdavendigâr'ın Edirne’de kendi adına hiçbir dini eseri
bulunmamaktadır [Boğaziçi Üniversitesi kurucu rektörü ve sanat tarihçisi
Aptullah Kuran (1927-2002) ve onun ekolü (John Freely) bugün Yıldırım
Bayezid’in adını taşıyan bu camiyi, 1369 yılında babası 1. Murad’ın
yaptırdığını savunuyorlar ve ona “Edirne Murat I Hüdavendigâr Camii” diyorlar.
Fakat bulunmuş olan vakfiyesi, eski tarihçilerin (Şükrullah) şahadeti, tahrir
defterleri ve halkın eskiden beri kullandığı “Yıldırım” ismi artık tereddüde
yer bırakmamaktadır].
Birinci
Murad’ın Edirne’de sadece ilk sarayın, “Eski Saray” (Saray-ı Atik) inşaatını emrettiği
ve 1365/66 yıllarından itibaren burayı kullanmaya başladığı tarihi belgelerde
zikredilmektedir. Ve 24 yıl sonra, 1389’da, şehit olacağı Kosova Meydan
Muharebesine, Edirne’den yola çıkan bu padişah, iki yetişkin oğlu (Bayezid ve
Yakup) ve tüm ordu erkânı, Cuma namazlarını nerede kılıyorlardı? Ve Kosova
savaş meydanında, “yıldırım” hızıyla kardeşini katlettiren ve hükümdar olan 1.
Bayezid daha 10 yıl süreyle Edirne’deki ibadetlerini hangi camide ifa ediyordu?
Dindar ve hayırsever kişiliği daha şehzadelik yıllarında belli olan Bayezid’in
[Bolu ve Mudurnu Camileri 1382 tarihli, Balıkesir Camisi 1388 tarihli, hükümdar
olduktan sonra Bursa’daki külliyesi (1390), Karaferye Camisi (1394)], bütün
Rumeli fetihlerini başlattığı Edirne’yi 1396-1399 yıllarına kadar neden
geciktirmiştir? [Bergama ve Kütahya Ulu Camileri 1399, en büyük eseri olan
Bursa Ulu Camii 1400 yılında gösterilmektedir].
Yıldırım Bayezid Han
(Osmanlı minyatürü)
Aslında bu soruların cevabı basittir – Edirne’de daha fetih gününden itibaren, Kaleiçi’nde, kiliseden devşirme iki büyük cami mevcuttu: Halebiye Camii ve Kilise Camii. Bu camiler, 1752’de Edirne’yi tahrip eden ve “Küçük Kıyamet” olarak halkın zihninde yer eden korkunç depreme kadar ayakta idiler, söz konusu depremde yıkıldılar ve bir daha onarılmadılar (3 Ağazâde Örfî Mahmud Ağa’nın “Cevrî Tarihi”). Aynı depremde yıkılan diğer cami ve mescitlerin çoğu yeniden imar edildi, çünkü vakfiyeleri vardı, gelirleri belliydi, sorumlu mütevellileri ve dönemin padişahı (Sultan 1. Mahmud) bunları ayağa kaldırdılar. Fakat kiliseden döndürülmüş ve vakfiyeleri olmayan bu camilerin enkazı 19. yüzyıl sonlarına kadar (yaklaşık 150 sene) Kaleiçi’nde durdu.
Halebiye (Ayasofya) Cami enkazı fotografı (Léchine, 1888)
(4R.Ousterhout & Ch.Bakirtzis, The Byzantine Monuments of the Evros/Meriç River Valley, Thessaloniki, 2007)
Zaten deprem
sonrası Müslümanların büyük çoğunluğu Kale dışına taşınmış, diğer taraftan 1414’ten
sonra (başta Eski Cami, sonra Üç Şerefeli Cami, sonra 2. Bayezid Camii ve en
sonunda Selimiye Camii) yeni ve daha büyük mübarek mekânlar olarak kale dışında
inşa edilmişlerdi.
Adrianopolis
(Edirne) Kalesi “vere” ile teslim olmuştu. Kale muhafızı “tekfur” Osmanlı
kuvvetlerini karşılamak üzere ordusu ile doğudaki Sazlıdere mevkiine kadar
çıkmış, fakat burada mağlup olunca geriye kaçarak kaledeki ailesini ve hazinesini
bir kayığa yüklemiş, Meriç nehri yoluyla Enez’e kaçmıştı. Savunmasız kalan kale
halkı, kıyım ve yağmaya uğramamak için 1. Murad’a kale kapılarını açmıştı.
Canları ve malları bağışlanmış, kale içindeki evlerinde oturmalarına izin
verilmiş, surlarda da herhangi bir yıkım oluşmamıştı. 1368’den sonra Osmanlı
Devletinin başkenti (Dâr-ül-mülk) kabul edilen Edirne (5A. Bâdi,
Riyâz-ı Belde-i Edirne), genişleyen bir imparatorluğun iç ili olarak savunmaya
ihtiyacı olmamasına rağmen, kale duvarları, kuleleri ve burçları özenle
korunmuş, 1829’daki ilk Rus işgalinde kale kapıları ve duvarları hâlâ
duruyormuş (Rus ressamlarının gravürleri vardır).
Zaten deprem
sonrası Müslümanların büyük çoğunluğu Kale dışına taşınmış, diğer taraftan 1414’ten
sonra (başta Eski Cami, sonra Üç Şerefeli Cami, sonra 2. Bayezid Camii ve en
sonunda Selimiye Camii) yeni ve daha büyük mübarek mekânlar olarak kale dışında
inşa edilmişlerdi.
Adrianopolis
(Edirne) Kalesi “vere” ile teslim olmuştu. Kale muhafızı “tekfur” Osmanlı
kuvvetlerini karşılamak üzere ordusu ile doğudaki Sazlıdere mevkiine kadar
çıkmış, fakat burada mağlup olunca geriye kaçarak kaledeki ailesini ve hazinesini
bir kayığa yüklemiş, Meriç nehri yoluyla Enez’e kaçmıştı. Savunmasız kalan kale
halkı, kıyım ve yağmaya uğramamak için 1. Murad’a kale kapılarını açmıştı.
Canları ve malları bağışlanmış, kale içindeki evlerinde oturmalarına izin
verilmiş, surlarda da herhangi bir yıkım oluşmamıştı. 1368’den sonra Osmanlı
Devletinin başkenti (Dâr-ül-mülk) kabul edilen Edirne (5A. Bâdi,
Riyâz-ı Belde-i Edirne), genişleyen bir imparatorluğun iç ili olarak savunmaya
ihtiyacı olmamasına rağmen, kale duvarları, kuleleri ve burçları özenle
korunmuş, 1829’daki ilk Rus işgalinde kale kapıları ve duvarları hâlâ
duruyormuş (Rus ressamlarının gravürleri vardır).
1829 yılında Edirne Kalesi (Germe Kapı) (A. Desarnod çalışması)
Adrianopolis,
ticari yolların kesiştiği yerde, askeri garnizon barındıran ve güçlü surları
olan bir Roma “castrum”u (müstahkem savunma
mevkii) olarak M.S. 131 yılında imparator Hadrianus (Adrianus) tarafından kurulmuştu.
1230 yıl boyunca sürekli saldırılara hedef olduğu için sur dışında yerleşme (varoş) gelişmemişti. Yaklaşık 360
dönümlük kale içerisinde ancak 15,000 nüfus barındırabiliyordu (6 Rifat
Osman, Edirne Rehnüması, 1920).
İslâm
fatihlerinin Gayrimüslüm topraklarında her zaman yaptıkları gibi, mevcut
Hıristiyan mabetlerinden bir veya birkaç tanesini hızla camiye dönüştürmek
(Cuma namazlarını kılabilmek için), fakat yerli halkın kendi ibadetlerini
sürdürebilmesi için diğer kiliselere dokunmamak alışılagelmiş bir kuraldı. Yüzyıllardan
beri Anadolu’da ve Ortadoğu’da Hıristiyanlarla (ve Musevilerle) yan yana
yaşamış bulunan Müslümanlar, bu “semavi dinlerin” ibadetlerine ve
ibadethanelerine saygı göstermişler, icabında bunların mabetlerini
kullanmışlardı. Edirne’den önce fethedilen yerlerde (Bursa, İznik, İzmit)
Osmanlılar da aynı şekilde davranmışlardı.
Teslim olan
Adrianopolis (Edirne) Kalesinin içine giren 1. Murat [tahminen İstanbul
Kapısından girmiş (sonradan bu kapıya İğneciler Kapısı denmiş, bugün ise Balıkpazarı
adıyla bilinmektedir)], bugünkü Balıkpazarı Caddesinden kalenin ortalarına
kadar ilerlemiş, burada (bugünkü “1. Murat Lisesi” civarında, “Kemer Avlu” mahalesinde) yer alan şehrin en büyük kilisesi “Hagia Sophia” (Ayasofya)’nın camiye
dönüştürülmesini emretmiştir. En büyük kilise olması ise merkezi konumu ve
metropolitlik ikametgâhı olarak tarif edilmesinden anlaşılmaktadır. Çünkü Sultan
1. Murat Edirne’deki Tekfur Sarayı’nı beğenmeyip Dimetoka’ya gittiği için Rum Metropolitliği
söz konusu saray yakınına taşınmış [bugünkü “Sultan Hotel”in yerine, Tekfur
Sarayı ise bankaların arkasına düşmektedir]. Fetihte bulunmuş olan Müslüman
gazilerin ilk Cuma namazlarını bu camide kılmış olduklarına göre Edirne’nin en
eski İslâm mabedi bu Ayasofya Camii’dir (7 Abdurrahman Hibrî,
“Enîsü’l-Müsâmirîn”, 1635). 80 yıl sonra, Sultan 2. Murad’ın emriyle bu caminin
güneyindeki arsaya (1440 civarı) bir medrese yapılmış (bugünkü “Halebiye
Medrese Sokak” üzerinde) ve Halep’ten gelen Seraceddin Mehmet bin Ömer Halebî
(Fatih Sultan Mehmed’e de hocalık yapmıştır) ilk müderris olduğu için sonradan
Ayasofya Camii’ne de “Halebî Camii” veya “Halebiye” denilmeye
başlanmıştır.
Fetih
esnasında 1. Murat ikinci bir kilisenin de camiye dönüştürülmesini emretmiş. Bugünkü
Balıkpazarı Caddesinin sonunda ve sol tarafta “Kamber Baba Tekke Sokak” ile
“Çukur Sokak” arasında yer alan “Panagia” (Panaiya, Hz. Meryem) Kilisesi de
cami olmuş ve yıllarca “Kilise Camii”
adıyla Müslümanlar tarafından kullanılmış (8 R.Kazancıgil, M.Tuğrul,
”Edirne ve Osmanlı Padişahları”, 2001). Fakat 1451 yılında, tahta yeni çıkan
Fatih Sultan Mehmed’in emriyle bu cami tamamen yıktırılmış ve yerine, içten iki
ayak üzerine altı kubbeli, dıştan son cemaat yeri beş kubbeli ve tek minareli
büyükçe bir cami inşa edilmiş. Fatih adına Edirne’deki tek cami bu olmasına
rağmen, önceleri “Fatih Camii” denmiş ise de Edirneliler alışılagelen “Kilise
Camii” adını sürdürmüşlerdir. Sonradan bu caminin kıble tarafına Uşşakî
tarikatından şeyh Hacı Mustafa Kamber (Kanber) Baba bir zaviye (“Kamber Ayağı”)
yaptırmış, ölümünden sonra buraya gömülmüş ve türbe yapılmış. Bugün “Kamber Baba
Tekke Sokak”ta sadece şeyhin mezarı demir parmaklıklarla korunmaya alınmıştır.
Edirne, Kaleiçi, Kamber Baba Tekke sokakta şeyhin türbesi (2016)
Ancak esas
büyük muamma Kaleiçindeki bu yıkılmış ve kaybolmuş devşirme camiler değildir.
Hâlâ ayakta olan ve hizmet vermeye devam eden, Edirne camilerinin ağababası
olan “Sultan Yıldırım Bayezid Camii”,
belki de Türkiye’nin en garip, en tartışılan ve sırları çözülememiş camidir. Bu
gariplikleri şöyle anlatabiliriz:
1) Konumu – bugün bile şehir
merkezinden uzak olan sapa bir yer seçilmiştir. Hıristiyanların yoğun oturduğu
Kaleiçi’nde kiliseden devşirme sadece iki cami bulunurken ve sultan sarayı
(yani Saray-ı Atik) Kale’nin kuzeydoğusuna doğru yükselen Buçuktepe eteklerinde
(bugün Selimiye Camii civarı) inşa edilmişken, ters bir istikamette, batı
yönünde ve Tunca nehrinin
Yıldırım Köprüsünün ötesinde tek başına yükselen Yıldırım Bayezid Camii
Gerçi fetih
esnasında bu bölgede “Aina” adlı bir köyden bahsediliyor, fakat onun da bir
Hıristiyan köyü olduğu tartışmasızdır (bugün Yıldırım Mahallesi adını alan bu
bölgede Rum mezarlığı ve kilise kalıntıları vardır). Fetihten sonra buralara
Müslümanlar da yerleşmiş, fakat söz konusu caminin inşaatından önce mi, sonra
mı tespit etmek mümkün değildir.
2) Dış görünüm
ve avlu – uzaktan bakıldığı zaman orta büyüklükte, bir büyük, iki küçük kubbeli
ve tek minareli tek şerefeli Osmanlı camilerini hatırlatmaktadır. Yeşillikler
içerisinde, muntazam dış duvarlarla sınırlanmış (bu duvarlar orijinal olmayıp,
son bakım-onarım esnasında inşa edilmişlerdir, 2005) iç içe iki avlusu vardır. Dış
avlu, imarete ait boş arsayı korumaya almış ve sokağa bakan (bugün “Şehit Zikri
Şahin Caddesi”, eskiden “Taş Bahçe Yolu”) gösterişli giriş kapısının demir
parmaklı kanatları kapalı tutulmaktadır.
İç avluya,
cami bedeninin dibindeki iki yan kapıdan (kuzey ve güney) girilmekte, ayrıca ara
kapıdan dış avluya geçilebilmektedir.
Güzel ağaçları, bakımlı çiçekleri, yenilenmiş şadırvanı, hoş görünümlü çıkrıklı
su kuyusu sayesinde bu avlu uhrevî duygular uyandırmaktadır. Bir de saçak
altına yuva yapmış kuşların cıvıltıları eklenince (su içmeleri için şadırvan
kenarında ufak taş çanak bulunmakta) bu semtin sessizliği daha bir huzur verici
oluyor.
Ancak Dr.
Rifat Osman Bey (6 Rifat Osman, Edirne Rehnüması, 1920) 1911
yılında, ön cephenin sol köşesinde yıkık bir “Şehzâdeler Türbesi” ve iki
parçalanmış sanduka gördüğünü yazmaktadır. Toprak içinde bulduğu kırık bir
mermer üzerinde “Şehzâde Ahmet bin Murad Han” yazısını okuduğunu, öbür
sandukanın sahibinin belli olmadığını belirtmektedir. Onun tahminine göre,
Fatih Sultan Mehmed’in tahta çıkışında, Edirne Sarayı hamamında Evrenosoğlu Ali
Bey tarafından boğdurulduğu söylenen 2. Murad’ın 1,5 yaşındaki en küçük
şehzâdesi Ahmed’e aittir. Günümüzde bu türbeden eser kalmamıştır.
Yan sokaktaki
tali kapıdan avluya girince, caminin ana giriş cephesinin tam doğuya bakması
ilk sürprizdir. Erken saatlerde gelirseniz, doğan güneşin ışıkları ve sizin
gölgeniz direkt giriş kapısına düşecektir. Edirne’deki camilerin ana girişi doğuya
bakmaz, genellikle kuzeybatıya yönelik olurlar, çünkü girişin karşısına gelecek
mihrabın güneydoğu tarafında olması beklenir (Edirne’nin coğrafi konumuna göre
kıble güney-güneydoğu arasında kalır).
Yıldırım Bayezid Camii’nin ön cephesi,
sütunlar ve ana giriş kapısı
4) İç mekân –
bu caminin en garip ve en şaşırtıcı kısmı içeri girilince görülmektedir. Bu
mekân resmen bir “haç” şeklindedir (bir daire içinde kalan ve eşit uzunlukta
olan dört birbirine dikey koldan meydana gelen “Yunan haçı”). Orta kesişme
yerinde oturanlar haricinde, kollarda ibadet edenler birbirlerini
görememektedir, fakat kollar fazla uzun değildir (7-er m). Sadece orta mekân
Ana girişten (doğudan) sonra karşıdaki batı kol, ikinci kapı ve
müezzinler mahfili (sağ ve sol tarafta tabhane odalarına geçiş kapıları)
Ana giriş
“doğu kol”dan olunca, tam karşıdaki “batı kol”un dibinde ikinci bir giriş
kapısı göze çarpmaktadır (yani bu caminin arka cephesinde de giriş kapısı
bulunmaktadır). Bu kapının sağ tarafına ise ahşap iki katlı müezzin mahfili
eklenmiştir. Peki mihrap nerededir? Cami dendiğine göre minber ve vaiz kürsüsü
nerededir? Bunları görebilmek için ortadaki “kubbe altı” bölümüne kadar
ilerlemeniz gerekecektir. Sol tarafa baktığınızda, yani “güney” istikametinde
mihrap, minber ve vaiz kürsüsünü fark edeceksiniz. Mihrabın konumu şaşkınlığınızı
bir kat daha arttıracaktır: ortada değil, sol köşeyi çaprazlamasına dolduran düz çerçeve içinde bir niş şeklinde yer
almaktadır. Aslında kıble yönüne (güney-güneydoğu) düzgün olarak işaret
etmekte, fakat iki duvarın birleştiği köşeye oturtulmuştur. Sağda minber, solda
da vaiz kürsüsü besbelli son restorasyonda ilâve olunmuş çağdaş ürünlerdir.
İşte bu görüntü yüzyıllardan beri (600 yıl) bütün ziyaretçilerin ve
tarihçilerin “garip cami” demelerine ve açıklamak için zorlanmalarına sebep
olmuştur.
Güney kol: sol köşede mihrap, sağda minber, en solda vaiz kürsüsü
(2015)
Bunun karşısında, yani “kuzey”
kolda ise kadınlar mahfili, ahşap ve iki katlı olarak dip kısmına oturtulmuştur.
Duvarlar
olağanüstü kalın (pencerelerden bellidir) olduğu için doğal aydınlatma
yetersizdir. İkinci kat pencerelere vitray tatbik edilmiştir. Merkezi kubbe
doğrudan dört kemer üzerine oturtulduğu, aydınlatma pencereleri olan bir
kasnağa dayanmadığı, tepesinde fener açıklığı da olmadığı için üstten hiçbir
aydınlık gelmemektedir. Bu nedenle ibadet sahınları loş ve nispeten karanlık
kalmışlar, fakat yaz sıcaklarında serinliği de garanti ediyorlar.
Kuzey kol: kadınlar mahfili
Bu caminin iç
mekân tasarımı, mimari tarihten bilinen klasik “dört eşkollu Yunan haçı”
planından bazı farklılıklar da göstermektedir: a) “cümle kapısı”nın açıldığı
“doğu” kol, diğer üç koldan daha dar ve
Söz konusu yan
odaların “zâviye” veya “tabhâne” (“bî-tab” düşenlerin dinlenmesi için) olarak
değerlendirildikleri şüphe götürmemektedir. Dr. Rifat Osman’ın yazdığına göre
“…tabhanelerin duvarları ve yaşmaklı
ocaklarının etrafı zarif çiniler ile kaplı ve süslü iken, 1877 Rus istilâsında
çalınmış ve tahrip olmuştur…”. Zaten bu ikinci Rus istilâsı esnasında,
askerler tarafından kullanılan imaret, hamam ve cami büyük yıkıma uğramış,
yağmalanmış ve yıllarca enkaz halinde kalmıştır.
İbadet
mekânının “haçvari” (aslında 3+1, yani üç kollu artı bir koridorlu) olması
dışında, inşa edildiği yıllar için tipik olan erken Osmanlı camilerine
benzemektedir (“Bursa tipi”, tabhâneli veya zâviyeli camiler diye bilinirler). Bir
sonraki aşamada “üçkollu” mekân genişletilerek tek dikdörtgen sahın halini
alacaktır. Fetih yıllarında Rumeli’de inşa edilen camilerin ekseriyeti “tabhâneli”dir
(fakat dikdörtgen sahınlı ibadet mekânlı), çünkü İslâmi yaşam tarzını (günlük
ibadetleri) karşılayabilecek han ve kervansaraylar ağı henüz oluşmamıştır. Tabhâne
odaları yolculara, gezgin dervişlere, görevli ulaklara konaklama ve dinlenme
imkânı sunuyor, bitişikteki mescit vakit ve Cuma namazları için kullanılıyor,
yandaki imaretten ücretsiz yemekler geliyor, hamam ise sıcak suyla
yıkanabilmelerini temin ediyordu. Komple düşünülmüş bir hayır kurumu
(hotel-restoran-banyo ve ibadet yeri) ancak böyle olabilirdi. Caminin tek
şerefeli ince minaresi, sol tabhâne odasının güneydoğu köşesine, beden
duvarları üzerine oturtulmuştur. Ayrı bir temeli ve dışarıdan giriş kapısı
olmadığı için, giriş kapısının hemen solundan beden duvarı içerisine oyulan
basamaklar ustaca gizlenmiştir.
Erken Osmanlı camilerine benzemesinin önemli bir kanıtı da duvarlarda dıştan görülen işçilik ve malzemedir: tüm yerli ve yabancı sanat tarihçileri bu almaşık taş ve tuğla sıralanmasını, Bizans usulünden farklı, özgün Osmanlı inşaat tekniği olduğunda hemfikirler. Bu nedenle kiliseden döndürülmüş camiler kategorisine de girmemektedir.
Caminin batı cephesi: arka kapı ve duvarlardaki inşaat tekniği (2015)
Tartışmalar
İlk Edirne
tarihçisi Abdurrahman Hibrî (1604,
Edirne - 1659, Edirne) bakalım ne diyor: “…Garip
görüntüdür ki, bu camii Yıldırım Han’ın kendisi yaptırdığı bilinmekte iken,
mimari özelliği kiliseden dönme şeklinde ve mihrabı çarpık olmuştur. O tarihlerde
yapılmış benzersiz güzellikteki camiler göstermektedir ki, bunları yapan üstâd
mimarlar bulunmakta iken böyle garip planlı cami, Allah bilir, akla hemen gelen
şudur ki, o yerde bir kilise temeli bulunup onun üzerine yapılmış olabilir…”
(7). Yani daha 400 yıl önce, doğma büyüme Edirneli olan Hibrî Çelebi
bu camiye “garip”, “mihrabı çarpık” diyerek şaşkınlığını gizlememiş, kilise
temeli üzerine bina edilmiş olabileceğini öne sürmüştür.
Diğer bir Edirneli tarihçi Ahmet Bâdi (1839, Edirne – 1907, İstanbul),
250 yıl sonra (1890 civarı) şöyle yazıyor: “…Dört kemere dayalı bir kubbe ve bir minarelidir. 1399 tarihinde
Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmış olduğu yazılıdır. Bununla beraber,
şekli ve görünüşü kiliseyi andırmaktadır. Mihrabı çarpık olduğundan, ya
kiliseden camiye çevrilmiş, veyahut da kilise temeli üzerine yapılmış olduğu
düşünülebilir. Bazı belirgin özellikleri ile minaresinin kuruluşuna bakılırsa
bunun kiliseden çevrilmiş olması kuvvetli bir olasılıktır. Hıristiyan
tarihçilerden bu camiin geçmişi sorulmuş ise de, doğru bilgi alınamamıştır…”
(5). Bâdi Efendi de Hibrî Çelebi ile aşağı yukarı aynı fikirdedir.
1910
yılında ünlü Alman sanat tarihçisi Cornelius
Gurlitt (1850-1938) (9 Gurlitt,C. “Die Bauten Adrianopels”) Edirne’deki eski eserleri
inceliyor ve Yıldırım Bayezid Camii’ni Hıristiyan kökenli “Kirchenmoschee” (yani Kilise Camii) şeklinde sınıflandırıyor.
Tosyavizâde Dr. Rıfat Osman
(1874-1933)
İstanbul doğumlu olup uzun yıllar (1904-1933 arasında) Edirne’de görev yapmış olan Dr. Rifat Osman (1874, İstanbul – 1933, Edirne) “Edirne Rehnüması” (1920’de Edirne’de basılmıştır) adlı eserinde daha etraflı araştırma yapıp mimari şemasını da çizmiştir: “…Bir minareli, çatısı kubbeli ve kurşun kaplıdır. Yapılış biçimi İtalya’da, Ravenna’daki Galla Placidia mozolesine benzeyip bir daire içine çizilmiş haç şeklindedir. Bu yerde, Edirne’nin fethinden önce “Tiris İbehares” adında bir kilise var iken, Dördüncü Haçlılar döneminde yakılmış ve bu harabe üzerine yapıldığında mihrabı çarpık düşmüştür…” Aynı zamanda mimar (Edirne’deki Halk Eğitim Merkezi binasının mimarı) ve ressam olan Rifat Osman Bey, mimarlık tarihinden haberdar olduğu için Galla Placidia mozolesini bir benzetme olarak zikretmiştir. İyi bir soruşturma yapıp bu yerdeki eski kilisenin adına da ulaşabilmiştir.
Edirne Yıldırım Bayezid Camii’nin planı
(6 Rifat Osman,
Edirne Rehnüması, 1920; yeni baskı, Edirne, 1994)
Bu çizilen plana göre, o zamanlar
son cemaat yerinin çatısı boydan boya düz bir çardak şeklinde değilmiş: ortada
ufak bir kubbe, yan taraflarda ikişerden dört beşik çatı ile örtülüymüş. Minber
ile minareye ulaştıran duvar bedeni içindeki basamaklar ve minarenin izdüşümü
belirtilmiş, fakat ahşap olan kadınlar ve müezzinler mahfilleri gösterilmemiş.
Osman Nuri Peremeci (1874-1945)
Uzun yıllar
Edirne’de öğretmenlik yapmış olan Osman
Nuri Peremeci (1874, Şumnu – 1945, Edirne) de “Edirne Tarihi” (1939’da
İstanbul’da basılmıştır; tıpkı basım, Bellek Yay, Edirne, 2011) kitabında
Yıldırım Bayezid Camii için “…Binanın
şekli cami biçimini göstermediğinden, önceden kilise olup Yıldırım emri ile
camiye çevrildiği ve yahut ta kilise temeli üzerine yeniden yapıldığı halde bu
şekli aldığı zannolunuyor. Rıfat Osman bey merhum burada önce “Tiris İyehares” kilisesi harabesi
olduğunu söylüyor…” demektedir.
Ekrem Hakkı Ayverdi
(1899, İstanbul - 1984, İstanbul)
Edirne
Yıldırım Bayezid Camii’nin en ayrıntılı ölçüm ve incelemelerini Yüksek Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi yapmış ve 1966’da
yayınlanan eserinde (10 E.H.Ayverdi,”Osmanlı Mimarisinin İlk
Devri”,1966) şöyle demiştir: “…Şaşmaz
inşai işaretler, toprak üstünde ne varsa Osmanlı olduğunu göstermiştir. Geriye,
bize meçhul bulunan temeller kalıyor. Onların eski olduğunu iddia edenler
olursa, bir temelden faydalanmak için bir cami yapıldığını söylemiş olurlar.
Düşünülsün ki hiçbir değer taşımayan bir temel için cami yapılır mı? Bu bina,
mimarisinde ve inşaatında kusurlarla dolu ve malûldur. Neresinden bakılırsa
acaip bir tarafı olan bu cami’in noksan ve kusurlarına illa sebep aranacağına,
olduğu gibi kabul etmek emin bir tarzdır. Bu derbeder bina bir kilise artığı
olsa, bizim daha memnun olmamız icab ederdi. Osmanlı mimarisine bunun
kazandıracağı bir şey yoktur. Bu cami, Osmanlı mimarisi denen dev’in sakat
çocuğudur. Bundan dolayı her noksanlı gibi alâkayı tahrik etmektedir…”
Yani, hayatı boyunca sayısız Osmanlı mimari eserini incelemiş bulunan E.H. Ayverdi, caminin kesin Osmanlı yapısı olduğunu, fakat “kusurlarla dolu”, “acayip”, ”noksanlı” olduğunu kabul ediyor ve “sakat çocuk” gibi tartışılmadan aynen kabul edilmesini istiyor.
Oktay Aslanapa (1914-2013)
Diğer bir sanat tarihçimiz Oktay Aslanapa (1914, Kütahya – 2013,
İstanbul) da “…Yıldırım Bayezit
tarafından yaptırılan cami mimarî bakımından başarısız ve aksaklıklarla dolu
bir eser, aslında bir hıristiyan binasıdır…” (11 O.Aslanapa,”Osmanlı
Devri Mimarisi”, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1986) hükmünü vermiştir.
Semavi Eyice (1922-2018)
Ünlü
Bizantinolog Semavi Eyice (1922,
İstanbul-2018, İstanbul)) ise biraz farklı tezler öne sürmüştür. “…şehrin dışında olduğuna göre nekropol
mıntıkasında IV-V. yüzyıllarda yapılmış bir “mausoleum” olan binanın haç
biçiminde dört kolunun tonozları Türk mimari üslûbunda sivri kemerli olarak
yapıldıktan başka, dış duvarları binanın iç yapısını tamamen gizleyen, hiç
tereddüte yer vermeyecek surette Türk üslûbunda tuğla-taş tezyinat ile
kaplanmıştır. Esasında bir “imaret” olup, esas gayesi zâviye olarak kullanılmak
idi…” (12 S. Eyice,”Bizans Devrinde Edirne ve bu Devre ait
Eserler”; Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağan Kitabı, TTK Basımevi, Ankara,
1965).
Son olarak, 2007 yılında Selânik’te (Thessaloniki) iki yabancı kökenli Bizans sanatı uzmanı (Amerikalı Robert Ousterhout ve Yunanlı Charalambos Bakirtzis) tarafından yayınlanan “Meriç Nehri Vadisinde Bizans Abideleri” (4 The Byzantine Monuments of the Evros/Meriç River Valley) başlıklı araştırmada Edirne Yıldırım Bayezid Camii, Bizans eserleri arasında gösterilmiş, fakat binanın işçiliğini ve inşaat tekniğini Osmanlı ürünü olarak belirtmişlerdir.
“Küpeli Cami”
1635 : En eski Edirne tarihçisi olan Abdurrahman Hibrî, Yıldırım
Bayezid Camii’ni tarif ettikten sonra bir cümle daha eklemektedir: “… Taştan birbirine geçme olarak yapılmış iki
halkalı bir askı, bu cami’in kubbesinin köşesine asılmıştır. Bu nedenledir ki,
bazıları buna “Küpeli Cami” derler” (7).
1653 : Yaklaşık aynı yıllarda Edirne’yi ziyaret eden Evliya Çelebi
de, “Küpeli cami” adının mermer halka ve avizeler takılmış olmasından veya
inşaatın Timur istilasında yarım kalması, Yıldırım’ın kızı “Küpeli Sultan”ın
bir elmasını satarak cami’î tamamlamasından ileri geldiğini söylemektedir (13
Evliya Çelebi, Seyahatname, c. 5).
1890 : Diğer bir Edirne tarihçisi olan Ahmet Bâdi ise “… Taştan yontulmuş birbirine geçme küpe şeklinde iki adet mermer halka daha önceleri cami dışına asılmış olduğu için halk arasında “Küpeli Cami” de denmektedir. 1877 senesinde Rusların Edirne’yi istilası sırasında imaret tamamen yanmış, küpe şeklindeki asılı taşlar da yok olmuştu.” (5).
1920 : Dr. Rıfat Osman da “…Eskiden Küpeli Cami adıyla ünlü olup mihrabına yakın kubbesinde birbirine geçme iki mermer halkanın asılı olması böylece isimlendirilmesine sebep olmuştur. Diğer bir inanışa göre, Yıldırım-Timurlenk olayından dolayı yapımına ara verilerek, sonrada Yıldırım Han’ın kızı “Küpeli Sultan” tarafından tamamlandığından halk arasında “Küpeli Sultan Camii” adını almıştır…” (6)
1939 : Osman Nuri Peremeci bu hususu farklı aktarıyor. Kendisinden
önceki tarihçilerin “…Küpeli Cami de
denildiğini söylüyolarsa da, yaşlı ve bilen adamlardan öğrendiğime göre Küpeli
Cami bu olmayıp Cisr-i Mustafapaşa şosesi üzerindeki diğer bir camiye denirmiş.
O cami şimdi yıkılmış ise de yerini ve dolayındaki mezarları bana gösterdiler”
Yıldırım Bayezid Camii’nin gizemi
Talimatlarına uyulmasaydı, sert mizaçlı
bu hükümdar hemen yıktırır ve mimarları cezalandırırdı. Böyle bir şey
olmadığına göre, kendisinin bilerek ve isteyerek böyle bir garip cami inşa
ettirdiğini kabul etmemiz gerekir. Diğer taraftan, dindar bir Müslüman olduğu,
bundan önce ve bundan sonra çok sayıda harika güzellikte camiler yaptırdığı da
tartışma götürmemektedir. Neden Edirne’deki bu ibadethaneyi “haç planlı” bir
temel üzerine yaptırmış ve mihrabı çarpık düşürmüştür?
Öncelikle
şehrin dışında “nekropol” bölgesindeki bu yer tesadüf seçilmemiştir. 1904
yılından itibaren uzman-radyolog olarak Edirne’de görev yapan Dr. Rıfat Osman
Bey (kendisi Türkiye’nin ilk Röntgen uzmanıdır), diğer araştırmacılardan daha
etraflı soruşturmuş olacak ki, söz konusu yerde önceden “Tiris İbehares /
İyehares” adında bir kilisenin var olduğunu, 1204 Haçlı Seferi esnasında yakıldığını
ve Osmanlı fethinde harabe halinde bulunduğunu bildirmektedir. Aradan 500 yıl
geçtikten sonra bile, Edirne’de böyle bir bilgi verebilecek, eski kayıtlara
vakıf (tahminen Hıristiyan din adamı) insanlar varmış demektir.
Sık
rastlanan bir kilise adı olmadığı için, Trakya Üniversitesi Yunan Dili ve
Edebiyatı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ferhan Kırlıdökme Mollaoğlu’nun yorumuna
başvurduk. Hemen bunun, telâffuzu Türkçeleştirilmiş “Tris İerarhes” (Τρείς Ϊεράρχες), yani “Üç Azizler” olduğunu bildirdi.
Fakat
hangi üç Hıristiyan azizi olabilirdi ve neden Edirne dışında onlara ithafen bir
kilise yaptırılmıştı? Kale içinde olmadığına göre, Adrianopolis dışında olan bu
yapı bir “martyrion” (İng. martyry), yani Hıristiyan inancı uğruna “din şehidi”
olanlar adına yapılan anıt mıydı acaba?
Günümüzde
internet sayesinde bilgiye ulaşmak ve araştırma yapmak çok kolaylaşmıştır. Google’a
girerek “Martyrs of Adrianopolis”
yazdık ve çok sayıda siteden bilgiler döküldü. Özellikle Amerika, Avustralya ve
Rusya kaynaklı dini siteler, daha eski ve daha yeni zamanlarda Adrianopolis’te
(Edirne dışında başka Adrianopolis şehirleri de vardır) din uğruna şehit
olanları bildiriyorlardı.
Hepsini
inceledikten sonra, “OCA (Orthodox Church of America)”, “Catholicsaints.info” ve
“Lives of all saints” adlı sitelerde, “Adrianopolis in Thrace” (yani Edirne’de)
birlikte işkence edilen ve şehir dışında öldürülen üç azizin ismini bulduk:
ikisi erkek (St. Maximus ve St. Theodotus) ve bir kadın (St. Asclepiodote).
Bunlar çok erken tarihlerde, daha Roma İmparatorluğu döneminde, M.S. 310
yılında, Hıristiyanlığın henüz tanınmadığı ve tenkil edilip, inananların devlet
görevlileri tarafından korkunç işkencelere tabi tutulduğu ve “Diocletianus
zulümleri” (persecution) diye bilinen en erken şehitlerden sayılırlardı. Hikayeleri
kısaca şöyleydi: Karı-koca olan Maximus ve Asclepiodote, “Marcianopolis”in (bugün
Bulgaristan’da, Varna’nın
Saint Maximus and Saint Theodotus of Adrianopolis
Kısa bir süre sonra, 313 yılında
yeni İmparator I. Constantinus, Hıristiyanlığı resmen tanıdı, hatta himaye
etti. 325’te İznik (Nikea) Konsili yapıldı ve tedricen Hıristiyanlık hakim din
haline geldi. Maximus ve eşi Asclepiodote ile Theodotus unutulmadı ve “aziz”
ilân edildiler. Henüz Hıristiyanlık Doğu ve Batı kiliselerine ayrılmamıştı (bu
ancak 1054 yılında kesinleşti). Bu nedenle hem Ortodokslar, hem de Katolikler bu
üç azizi kutlamaya devam ettiler. Muhtemelen öldürüldükleri yere “martyrion”
şeklinde anıt yapıldı. Bunun hangi yıllarda yapıldığı, kale dışında kaldığı
için “barbar” akınlarında kaç kere tahrip edildiğini bilemiyoruz. Son
tahribatın Haçlılar elinden (1204, Dördüncü Haçlı Seferi) [bilerek olmasa
gerek] gerçekleştiğini, birileri Rifat Osman Bey’e açıklamış bulunmaktadır. Ve
bu üç azizin şehit edildikleri yer (Adrianopolis Kalesinden çıktıktan sonra
Philippopolis yolunda) şaşırtıcı biçimde bugünkü Yıldırım Bayezid Camii’nin
yerine uymaktadır.
Fakat
Yıldırım Bayezid’e söz konusu harabenin, yıllar önce inanç uğruna öldürülmüş
Hıristiyan azizlerine anıt olduğunu anlatan birileri olmalıydı ve neden bir
Osmanlı sultanı bu azizlere saygı duymuştu?
Tarih
sayfalarından bilindiği gibi Birinci Kosova Savaşından sonra Yıldırım Bayezid, savaşta
ölen Sırp hükümdarı Despot Lazar’ın eşi Militza ile antlaşma yapmış, büyük oğlu
Stefan Lazareviç’i taht varisi olarak tanımış ve en küçük kızı Olivera’yı eş
olarak istemişti. Stefan Lazareviç’in hayat hikâyesini kaleme alan kendi
vakanüvisi Konstantin Kosteneçki (14
K.Kosteneçki, Stefan Lazareviç. Yıldırım Bayezid’in Emrinde Bir Sırp
Despotu; Çev. Hüseyin Mevsim,2008) ne diyor: “…Elçiler dindar hanımefendiyle küçük kızı Olivera için anlaştılar ve
patrikle konsildeki papazların da oluruyla, İsa yolundaki sürüyü onu yok eden
kurtlardan koruması için Olivera, Ulu Emir Bayezid’e eş olarak verildi. Bunun
için anısı canlı olan ağabey Stefan, kız kardeşiyle hükümdarın yanına gitti ve
o zaman Sırp ülkesi boyunduruk altına girdi. Şöyle ki, Stefan, kardeşi Vuk,
asilzadeleri ve geri kalanlarla birlikte her yıl Bayezid’e göreve gidiyordu…Ulu
hükümdar Bayezid’in doğrulukta üstüne yoktu, Stefan’ı bir babanın çok değer
verdiği oğluna gösterdiği gerçek ve samimi sevgiyle kabul ediyordu…”.
Gerçekten de Stefan Lazareviç bir vasal olarak eniştesine daima sadık kalmış,
bütün savaşlarda (Hıristiyanlara karşı bile) askerleriyle yanında olmuştur
(Ankara Savaşında da Timur saflarına geçmeyen tek müttefik Sırplar olmuştur).
Macar
kralı Sigismund yönetimindeki Haçlı Ordusuna karşı kazanılan Niğbolu (Nikopol)
Savaşının en kritik safhasında “…Sırp
despotunun cenahlarda bulunarak taarruz ettiği ve muvaffakiyette âmil olduğu
anlaşılıyor…” (15 İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I cilt,
4.baskı,1982). Bu savaşta Türklere esir düşen 16-yaşındaki Johannes Schiltberger de bunu itiraf ediyor “…Despot denilen Sırbistan Dükü onbeşbin kişilik iyi askerlere sahipti ve
Türk kralının ve diğer sancakbeylerin yardımına koştu…” (16 J.Schiltberger,
Türkler ve Tatarlar Arasında; Çev. Turgut Akpınar, 1995)
Niğbolu Savaşının
tarihini, değişik kaynaklar, birkaç gün farkla, 25 ilâ 28 Eylül 1396 olarak
bildiriyorlar. Şimdi bugünkü kilise kayıtlarına bakalım – Adrianopolis azizleri
ilân edilen St. Maximus, St. Theodotus ve St. Asclepiodote için dua ve ayin
günü hangisidir: 15 Eylül’dür. Eski Julian takvimi ile sonradan (1582’den
itibaren değişik ülkeler farklı yıllarda) benimsenen Gregoryen takvim
arasındaki 10 veya 13 günlük farkı (1926’da kabul eden Türkiye için 13 gündür)
göz önüne alırsak, demek oluyor ki, Yıldırım Bayezid bu “üç aziz”in yortu
gününde çok büyük bir zafer kazanmıştır. Sevgili eşinin (Olivera’yı yanından
hiç ayırmazmış) ve sadık kayın biraderinin dualarıyla Hıristiyan azizler (ve tabi
ki, onbeşbin Hıristiyan askeri) ona yardım etmişlerdi.
Tahmin
edebiliriz ki, Olivera’nın ve Stefan Lazareviç’in teklifleri ile söz konusu
azizlerin, Edirne’nin kenar mahallesinde enkaz halinde bulunan “Üç Azizler”
anıtını (“martyrion”), şükran nişanesi olarak onartıp ayağa kaldırdı. Ya buna
gerçekten inanmıştı (bugün dahi kilise ve adak yerlerinde Hıristiyan azizlerden
medet umanlar vardır), ya da söz vermişti geri dönemedi. Fakat Müslüman tebaasını
da unutmadı, onlar için “haçvari” temel üzerine zaviye, yanında aşevi ve hamam
şeklinde bir “darülhâyır” hediye etti. Ve zengin vakıflar bağışladı. Semavi
Eyice’nin varsayımı (esasında bir
“imaret” olup, esas gayesi zâviye olarak kullanılmak idi) en mantıklı
görünüyor. Yani bir temsili “sultan camii” değildi. Fakat Bayezid üç sene sonra
öldü, oğulları 11 yıl süren kanlı çatışmalara sürüklendiler (Fetret Devri),
Olivera’yı Timur esaretinden ağabeyi kurtardı (fidye ödedi) ve Sırbistan’a
gitti, Stefan Lazareviç bağımsızlığını ilân etti. Dolayısıyla Yıldırım Bayezid
İmaretinin sırrını bilen kalmadı. Bu süreçte imaretin çevresine Müslümanlar
yerleşti ve mahalle camiine ihtiyaç doğdu. Zâviyenin beden duvarlarının üzerine,
temeli olmayan ince bir minare eklendi (depremlerde bu minare sıkça yıkıldı).
Belki de zincirlere bağlı işkence gören “inanç şehitlerini” anmak için mermer
halkalar asıldı, halk bunun için “küpeli cami” dedi.
Ben 1983’te Edirne’ye geldiğimde minare kısmen yıkıktı, son cemaat yerini örten çatı yoktu, mermer sütunlar dimdik duruyordu ve cami ibadete kapalıydı. 1988-91 arası Trakya Üniversitesine bağlı Restorasyon bölümü öğrencileri bazı çalışmalar yaptılar, Valilik ve müftülük halk arasında yardım kampanyası başlattı (1), fakat maddi yetersizlik yüzünden büyük onarım tamamlanamadı. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün plan ve program dahilinde, bütçe karşılığında başlattığı restorasyon 2005 yılında sonuçlandı. İç duvarların tezyinatı, ahşap mahfiller, mihrap ve vaiz kürsüsü çağdaş ürünlerdir. Camiyi baştan başa süsleyen halılar da Edirne Belediyesinin katkısı imiş.
Kaynaklar:
1 R. Kazancıgil,
”Edirne İmaretleri”, 1991
2 O.N.Peremeci,
“Edirne Tarihi”, Resimli Ay Matb., İstanbul, 1939; tıpkı basım,
Edirne, 2011.
3 Örfî Mahmud Ağa,
(elyazma: Berây-ı Şehr-i Edirne,~1760); ilk basım: Tarih-i Cevrî
Çelebi, İstanbul, 1291-92
(1876)
4 R.Ousterhout &
Ch.Bakirtzis, The Byzantine Monuments of the Evros / River Valley, Thessaloniki, 2007. European Center
for Byzantine and Post-Byzantine Monuments.
5 Ahmet Bâdi,
Riyâz-ı Belde-i Edirne (elyazması), 1893-1907, İstanbul, 2000 (Çev. R. Kazancıgil)
6 Rifat Osman, Edirne Rehnüması, 1920;
yeni baskı, Edirne, 1994 (Yay.R. Kazancıgil);
Üçüncü baskı, İstanbul, 2013.
7 Abdurrahman Hibrî, “Enîsü’l-Müsâmirîn”(elyazması),
1635; 1. baskı, Edirne, 1996 (çev. R. Kazancıgil)
8 R.Kazancıgil, M.Tuğrul, ”Edirne ve
Osmanlı Padişahları”, 2001
9 Gurlitt,C. “Die Bauten Adrianopels”, Orientalisches Archiv I, (1910-11), 1-4,
51-60
10 E.H.Ayverdi,”Osmanlı Mimarisinin İlk
Devri (1230-1402)”, İstanbul, 1966.
11 O.Aslanapa,”Osmanlı Devri Mimarisi”,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1986
12 S. Eyice,”Bizans Devrinde Edirne ve bu
Devre ait Eserler”; Edirne’nin 600. Fetih
Yıldönümü Armağan Kitabı, TTK
Basımevi, Ankara, 1965
13 Evliya Çelebi, Seayahatname, c. 5
14 K.Kosteneçki, Stefan Lazareviç. Yıldırım
Bayezid’in Emrinde Bir Sırp Despotu; Çev.
Hüseyin Mevsim, Kitap Yay, İstanbul, 2008
15 İ.H.Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi, I cilt, 4.baskı,TTK Basımevi, Ankara, 1982
16 J.Schiltberger, Türkler ve Tatarlar
Arasında (1394-1427); Çev. Turgut Akpınar, 2. b.,
İletişim Yay, İstanbul, 1995.
Not: Bu yazı dizisi “Edirne Hudut Gazetesi”nde
20 Nisan 2016 tarihinden itibaren tefrika edilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder