OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE
YUNANİSTAN
Prof. Dr. Recep MESUT
Edirneli tarihseverlerden gönüllü bir grup, dört yıldır Balkan ülkelerini dolaşarak, ecdadımızdan kalan eserleri yerinde görebilmek için turistik geziler düzenlemektedir. Aynı zamanda Balkan ülkelerinin bugünkü durumu ile yüzleşmek, tarihi ve doğal güzelliklerine şahit olabilmek, farklı kültürlerini tanımak da amaçlarımız arasındadır. Bu ülkelere en yakın karayolu çıkış noktası olan Edirne bize olağanüstü fırsatlar ve kolaylıklar sağlamaktadır. İlke olarak Sultan 1. Murad’ın, Edirne fethinden sonra Rumeli topraklarında ilerleyiş için yönlendirdiği üç ana kol (sağ kol, orta kol ve sol kol) istikametindeki güzergâhlar seçilmiştir:
2013 yılında “sağ kol”da Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kuzeye gidilerek Bulgaristan ve Romanya’daki şehirler ziyaret edildi, Babadağ’daki Sarı Saltuk Türbesine kadar ulaşıldı.
2014 yılında “orta kol”da, daha iddialı
ve uzun bir güzergâh ile Sofya-Belgrad-Budapeşte görüldü, Macaristan’da Mohaç,
Peç, Zigetvar ve Eger (Eğri) ziyaret edildi. Dönüş Batı Romanya’nın
Varad - Arad - Temeşvar bölgelerinden ve Batı Bulgaristan’ın Vidin ve Plevne
şehirlerinden gerçekleştirildi.
2015 yılında “sol kol”da Yunanistan
kuzeyinden ve Makedonya Cumhuriyetinden geçilerek Arnavutluk’ta Adriyatik
kıyılarına ulaşıldı. Buradan kuzeye çıkılarak Karadağ, Hırvatsitan (Dubrovnik),
sonra Kosova, Makedonya ve Bulgaristan üzerinden Edirne’ye dönüldü.
2016 yılı programımızda “sol kol”un
güney istikameti, yani günümüzde sadece Yunanistan’a ait olan ve Balkan
Yarımadasının ucuna (Mora dahil) kadar ulaşan son derece ilginç bir güzergâh
bulunmaktaydı.
Sadece
otobüsle seyahat edilen ve karayolundan gerçekleştirilen gezilerimiz genellikle
bir hafta süreli (6 gece 7 gün) ve gidiş-dönüşleri farklı yollardan olan “tur”
şeklindedir. Gündüzleri hareket edilir ve çevre coğrafyası görülerek anlatılır,
önemli şehirlerde mola verilir (özellikle Osmanlı eserleri tercih edilir).
Geceleri daima konforlu hotellerde istirahat edilir. Yılda bir defa düzenlenen
bu turların zamanlaması Nisan sonu – Mayıs başı olur.
YUNANİSTAN Balkan
Yarımadasının güney kesimini kaplayan orta büyüklükte bir devlettir. Kendileri
ülkelerini HELLAS (EΛΛΑΣ)
diye adlandırırlar, fakat Avrupalıların çoğunluğu “Grek” [GREECE / GRÈCE /
GRİECHENLAND; Slav ülkeleri Gretsia veya Gırtsiya) derler. Bu adlandırma Roma
İmparatorluğu dönemindeki Latince “Grecia” adından türetilmiştir (Romalıların
taktığı bir lâkaptır, çünkü dillerinde “g”,”r”,”k” ünsüz sesleri, Latinceye
göre, fazladır).
Sadece biz
Türkler “Yunan”, “Yunanca” ve “Yunanistan” demekteyiz. Bu da galat bir
kelimedir, çünkü Batı Anadolu’daki Hıristiyanlara sorulduğunda kendilerinin
İyonyalı anlamında “İonian” [Türkçe telâffuzu “yunan” olmuş] olduğunu
söylemişler. Aslında “İon”lar kadim Greklerin sadece bir kabileler kolu imiş ve
bu kol Anadolu’ya göç ederek sahil şeridine, yani “İonia”ya yerleşmiş (aynı adı
taşıyan deniz ise Yunanistan’ın batısındadır!).
Müslüman
Araplar ise Doğu Roma İmparatorluğunda hakim unsur olan Greklere “Romalı”
anlamında “Rum”, topraklarına “diyar-ı Rum” (Araplara göre Anadolu, bk. Mevlâna
Celâleddin Rumî) ve dillerine “lisan-ı Rum” demişler [Çok sonraları, kolaylık
olsun diye Avrupalı tarihçiler bu imparatorluğa kısaca “Bizans” demeye başlamışlar,
fakat söz konusu Grekler sonuna kadar kendilerine “Romei” yani Romalılar demeyi
sürdürmüşlerdir]. Biz Türkler de bu adlandırmayı Araplardan naklederek
“Rum”(Urum), “Rumeli” (Urumeli) [fakat Avrupa toprakları için] ve dillerine
“Rumca” demişiz. Bugün bu kavramla Kıbrıs Rumlarını kastederiz,
Balkanlar’dakilere “Yunan” veya “Yunanlı” deriz (1821’den sonra).
Yunanistan 1952’de NATO’ya üye oldu (Türkiye ile birlikte), Kıbrıs Harekâtından sonra 1974’te küstü ve çekildi, 1980’de (12 Eylül Askeri Darbesinden sonra) geri döndü. Hemen 1981’de AB’ye (Avrupa Birliğine) alındı, 2001’de “Euro”ya geçti ve “Schengen” bölgesine dahil edildi. 2010 yılında başlayan mali krizden hala çıkmış değil, fakat borçlarının bir kısmı affedildi, diğerleri ertelendi ve kemer sıkma politikası uygulamaktadır. Ülkenin trafik kodu “GR”, telefon kodu +30, para birimi “Euro”, kişi başı milli gelir 21,648 dolardır. Parlamenter cumhuriyet şeklinde idare edilmektedir.
Yüzölçümü ve nüfusu
Bugünkü
Yunanistan’ın yüzölçümü 132,000 km2 (Türkiye’nin 1/6’sı kadar) ve
nüfusu da 11 milyon (Türkiye’nin 1/7’si) kadardır. Ülke dışına çok göç vermiş
olduğundan, Amerika’dan Avustralya’ya kadar geniş bir “diaspora”sı vardır.
Nüfusun etnik çeşitliliğini sır gibi saklarlar (sadece 1923 Lozan Antlaşmasında
yazılmış olduğu gibi Batı Trakyalılara din hanesinde “Yunan Müslümanları”
derler). Hiçbir Yunanistan istatistiğinde “etnik azınlık” kavramı gösterilmez,
herkes “Yunan vatandaşı”dır (ne Türk, ne Bulgar, ne Arnavut, ne Makedon
varlığını kabul etmezler). Bunu inatla 200 yıldır sürdürmüşler, ana dilleri
farklı olan Arnavut, Makedon, Ulah gibi Ortodoks Hıristiyanları asimile
etmişlerdir (bütün okullar ve kilise ayinleri Yunancadır, resmi kurumlarda sadece
Yunanca konuşulur). Fakat “din” hanesindeki çeşitliliği yansıtırlar, çünkü az
da olsa Katolik, Protestan, Musevi ve tabi ki Müslüman olduğunu kabul ederler.
Nüfus iki
büyük şehirde (Atina ve Selânik’te) toplanmıştır. Diğer 4 şehir de ancak 100
bin ile 200 bin arasındadır, 10 şehir 50 bin ile 100 bin arasında, geri
kalanlar nispeten küçük kasabalardır.
1) Atina
– 720,000.- (Büyükşehir 3,737,000.-, başkent)
2) Selanik - 348,000.-
(Büyükşehir 1,110,000.-, Makedonya bölgesinin başşehri)
3) Piraeus
(Pire) – 170,000.- (Atina ile birleşmiş
olmasına rağmen ayrı idari birimdir)
4) Patras -
164,000.- (Mora Yarımadasının en büyük şehri, Balyabadra)
5)
Heraklion - 140,000.- (Girit Adasının en büyük şehri, Kandiye)
6)
Larissa - 130,000.-
(Tesalya bölgesinin en büyük şehri, Yenişehir)
Volos (85
bin), Yanya (65 bin), Kavala (59 bin), Rodos (58 bin), Serez (56 bin),
Alexandroupoli (55 bin), Hanya (55 bin), Katerini (54 bin), Kalamata (52 bin),
Trikala (50 bin)
Coğrafya
Topraklarının %
80’i dağlık sayılır, tarıma elverişli ovalar kuzeydedir (Vardar Ovası, Ustruma
Ovası, Gümülcine Ovası, Tesalya Ovası gibi). Dağların arasında vadiler ve bazı
küçük düzlükler de bulunur. Nehirleri kısa ve düzensiz akışlı olup, çok sayıda
barajlar yapmışlardır. Doğal gölleri de vardır, başlıcaları kuzeydedir.
Dağların belkemiğini kuzeyden güneye uzanan “Pindus” Dağ sistemi
oluşturur. Aşılması zor olan bu dağ dizisi Batı Yunanistan’ı (1/3 kısım) Doğu
Yunanistan (2/3 kısım) topraklarından ayırır.
Çok sayıda 2000 m’nin üzerinde zirveleri vardır (fakat kayak merkezleri
ünlü değildir, mevsim kısadır), ancak 3000 m’nin üzerine çıkan zirveleri
yoktur. En yüksek olan ve mitolojide “tanrıların evi” sayılan Olimpus (Olympos)
Dağı
Kıyılar son
derece girintili çıkıntılı olduğu için koylar, körfezler ve yarımadalar boldur
(Norveç gibi). Kıyı şeridi toplam
Selânik
batısında kalan “Halkidiki” Yarımadasının üç uzantısı vardır: Kassandra;
Sithonia ve Aghio Oros (Aynaroz). En doğuda yer alan ve çok dağlık (Mont Athos
Güney Yunanistan
da sayılan “Pelopones” (Peloponissos) Yarımadası da çok dağlıktır ve üç güney
uzantı (Maleas burnu, Taynaron burnu ve Akritas burnu) ile sonlanır. 1204
yılında Bizans başkenti Konstantinopolis’i işgal eden Batı Avrupalı katolik
Haçlılar (Dördüncü Haçlı Seferi), burada “Latin İmparatorluğu”nu
kurmuşlar ve geri kalan toprakların çoğunu da asilzadeler arasında
üleştirmişlerdi. Venedik’in payına adalar ve liman şehirleri düşmüş (artı
Edirne’yi de almışlar), Pelopones’e ise Frenkler yerleşmiş (Osmanlıların
gelişine kadar 250-300 yıl buraya hükmetmişler ve Ortodoks olan yerlilere zulüm
etmişlerdir). Frenkler bu yarımada topraklarına “Morea” (Fr: Morée) dedikleri
için Osmanlılar da “Mora” deyimini
benimsemişlerdir.
Denizler: Yunan ana karasının (Sterea
Ellada) doğusunda Ege Denizi (Egeo Pelagos, Adalar Denizi) bulunur.
Bunun kuzey kısmına Trakya Denizi (Thrakiko Pelagos), güney kısmına Girit
Denizi (Kritiko Pelagos) derler. Ana karanın batısında İyon Denizi
(Ionio Pelagos) yer alır. Girit’in güneyinde kalan bölüme ise Libya (yani
Afrika) Denizi (Liviko Pelagos) derler.
Adalar: 1400 civarında ada olduğu
söylense de, bunların ancak 237’sinde insan yaşayabilir (tatlı su bulunur),
diğerleri kayalıklar sayılır. Çoğunluğu Ege Denizi’ndedir ve “Archipelagos”
olarak bilinirler:
Trakya
adaları: Thasos (Taşoz) ve Samothraki (Semadirek);
Sporad adaları
(Sporades, bunlar Tesalya kıyılarına yakındır);
Kiklad adaları
(Cyclades: başta Naksos, Paros, Mikonos, Santorini, v.d.);
Oniki adalar
[Dodekanese: başta Rodos, Kos (İstanköy),v.d.];
Kuzey Ege
Adaları [Lemnos (Limni); Lesbos (Midilli); Hios (Sakız); Samos (Sisam)]
Batı
kıyılarında da “İyon Adaları = Yedi Ada” bulunur [Kerkyra (Korfu); Paxi
(Paksu); Lefkada (Ayamavra); İthaki; Kefalonia (Kefalonya); Zakinthos (Zanta);
güney ucunda Kithira (Cerigo, Çuha adası)].
En büyük ada
Girit (Kriti) adasıdır (8336 km2), sonra 2.Evia=Euboea (Eğriboz,
3670 km2), 3.Lesbos (Midilli, 1633 km2), 4.Rhodos (Rodos,
1400 km2) ve 5.Chios (Sakız, 842 km2) gelir.
Bazı büyük
adalar kıyıya çok yakındır ve ana karaya köprü ile bağlanmışlardır [Doğu
kıyılarında “Evia” (Eğriboz/Ağrıboz, Negroponte); Batı kıyılarında da Levkas
(Ayamavra) adası].
Ulaşım
Dağlık ülke
olmasına rağmen, AB (Avrupa Birliği)’nin altyapıya verdiği büyük katkıları
sayesinde karayolları standartı yüksektir. İki otoban tamamlanmıştır: A1
(kuzey-güney, Belgrad-Atina) ve A2 (doğu-batı, İpsala-Kipi-İgoumenitsa; buna
Roma döneminden kalma “Egnatia Odos” adını vermişlerdir). Bu iki otoban
“Selânik çevre yolu” batısında bağlantı kurarlar. A7 otobanı ise Mora Yarımadasını
kateder (Korinthos-Kalamata). Avrupa ulaşım haritasına giren karayollarını “E”
(European) şeklinde belirtirler. İl merkezlerini bağlayan üçüncü derece yollar
“EO” (Ethniki Odos) olarak bilinirler.
Demiryolları
eski önemini yitirmiştir. Osmanlı’dan 1912’de devraldıkları İstanbul-Selânik,
Selânik-Skopje (Üsküp) ve Selânik-Bitola (Manastır) hatlarından başka,
kendileri de Orta ve Güney Yunanistan’da ana ulaşım tren yolları inşa
etmişlerdir.
Deniz ulaşımı
çok gelişmiştir. Kendi adalarına muntazam feribot ve yolcu seferleri dışında,
denizden İtalya’ya tarifeli seferleri vardır. Dünyanın en büyük ticaret
filolarından birine sahiptirler. Komforlu yolcu gemileri turistlerin
hizmetindedir.
Havayolu
ulaşımı da son yıllarda fevkalâde gelişmiş ve Avrupa’nın en turistik
ülkelerinden olmuşlardır.
-1881-1893 arası Mora Yarımadasına
geçişi sağlayan Korint kıstağında derin bir kanal, “Korint Kanalı” (
-2002 yılında da Arta (Ambrakia)
Körfezinin girişine “Aktio-Preveza Denizaltı Tuneli”yle (
-1998-2003 arası Patras Körfezi
üzerinden inşa edilen ve 7.08.2004 yılında açılan “Rio-Antirio Denizüstü
Köprüsü” (
İdari taksimat
“2011
Kallikratis” idari düzenlemesiyle bugünkü Yunanistan 7 “desantralize” yönetim
birimine, 13 bölgeye (periféria), 325 belediyeye (municipalities) ve 1 özerk ruhanî
birime (state) [M. Athos] ayrılmıştır. Örneğin bize komşu olan Trakya (Evros,
Rodopi, Xanthi) Doğu Makedonya (Drama, Kavala, Tassos) ile birleştirilerek
“Trakya-Doğu Makedonya” desantralize yönetimini oluşturmuştur. Böylelikle
eskiden 13 olan bölgeler 7 genişletilmiş birimde daha güçlü planlama ve
ekonomik kalkınma imkânına kavuşmuştur.
Tarih
Antik Yunanistan (Ellada), dağlar
tarafından parçalanmış ve korunaklı koylara açılan çok sayıda ufak ufak
devletçiklerden ibaret imiş (zaten bu coğrafya onları deniz ulaşımına mecbur
etmiş, fakat kara topraklarını tek bir devlet çatısı altında
birleştirememişler). Bu devletçiklere “kent-devlet” (polis) denmiş ve birbirleriyle sürekli mücadele etmişler [Atina,
Sparta, Tiva (Thebai), Megara, Korint, v.d.]
Mitolojik
Yunanistan kuzeyde Olimpus Dağı ile bitermiş. Onun ötesinde “barbar” (varvar)
dedikleri komşu kabilelerin toprakları uzanırmış: doğuda Trak kabileleri
(Thrace, Thrakia); en
batıda İllir kabileleri (İllyria, bugün Arnavutluk). M.Ö. 7. yüzyıldan
sonra yukarıdakilerin arasındaki topraklara Makedon kabileleri yerleşmişler ve
güçlü “Macedonia” Krallığını
kurmuşlar (Traklar ve İllir’ler böyle tek bir güçlü krallık kuramamışlar).
Makedonya Krallığı güneydeki tüm
“Hellen” devletçiklerini silâh üstünlüğüyle egemenliği altına almış (Kral 2.
Filippos ve oğlu “Büyük” İskender = 3.Alexander zamanında, M.Ö. 335). Bu sayede
Yunan devletleri tek çatı altında “mecburen” birleşmişler (fakat Makedonlar
Yunan dilini ve kültürünü benimsemişler, Asya-Afrika fetihleriyle bu dili ve kültürü
Doğu’ya yaymışlar, yani Doğu’yu “hellenleştirmişler”). 200 yıl sonra Makedonya
Krallığını yenen ve işgal eden Roma
Cumhuriyeti otomatik olarak tarihi Yunan devletçiklerin topraklarını da
kendi bünyesine katmış. Sonra bu cumhuriyet İmparatorluk olmuş, İngiltere’den
Mısır’a kadar yayılmış. Milâttan sonra yeni bir tek tanrılı din
(Hıristiyanlık) Roma İmparatorluğu
içinde yayılmaya başlamış, bugün Yunanistan sayılan topraklarda çok taraftar
toplamış (Patras, Korint, Veria ve Selânik erken Hıristiyanlığın kutsal
mekânlarıdır).
M.S. 395
yılında Roma İmparatorluğu kesin ikiye ayrılmış ve “Hellen” toprakları Doğu Roma İmparatorluğu (bugün kısaca Bizans denmektedir) idaresinde 1000
yıldan fazla kalmış, devletin resmi dili Latince’den Grekçe’ye dönüşmüş ve
Ortodoks Hıristiyanlığın kilise dili de Grekçe (= Rumca / Yunanca) olmuş.
Müslüman ve
Türk asıllı Osmanlı Devleti yaklaşık
100 yıl içerisinde (1361 ilâ 1460 arası) bugünkü Yunanistan topraklarını
fethetmiş, Hıristiyanlara din özgürlüğü tanımış, hatta İstanbul’daki Rum
Patriğine kendi topraklarındaki diğer bütün Ortodoksları temsil yetkisi vermiş.
Hellenler 400 yıl da Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak yaşamışlar.
Dolayısıyla 2165 yıl [M.Ö. 335 – M.S. 1830] Hellenlerin kendi bağımsız
devletleri olmamış, daha geniş İmparatorluklar içinde yaşamak mecburiyetinde
kalmışlar [kendileri Bizans Devletini, dil ve din bakımından, “Hellen”
İmparatorluğu sayarlar ve çocuklarına böyle öğretirler; Makedonyalı Büyük
İskender’e ve onun ardıllarına da “Hellen” diyerek sahip çıkarlar].
Osmanlı Fetihleri
1361 (Edirne’nin
fethi) sonrasında Osmanlılar, bugünkü Yunanistan topraklarının hepsini Bizans
İmparatorluğunun elinden almamıştır. Adalarda, Orta ve Güney Yunanistan’da
Latin İmparatorluğu döneminden kalmış Katolik prenslikler [Akhaya Prensliği,
Tesalya Prensliği], dükalıklar [Atina Dükalığı, Nakşa Dükalığı] ve kontluklar
[Kefalonya Kontluğu] vardı. Kuzeyde, 1355’te parçalanmış “Sırp Krallığı”ndan kalan
yarı-bağımsız Sırp ve Arnavut kökenli beylikler hüküm sürüyordu. İstanbul’daki
Bizans İmparatoruna bağlı iki “despotat” (Epir Despotluğu; Mora Despotluğu)
Ortodoks inancındaki Rumların elinde idi. Ege’de bazı adalar ve limanlar
Cenevizlilerin, İyon Denizindeki bazı ada ve limanlar da Napoli Krallığının
himayesinde idiler. Buralarda mukavemet edebilecek gerçek askeri güç olarak Venedik
Cumhuriyeti ön plandaydı, fakat onlar da donanmaları sayesinde adalara ve
kalelerle güçlendirilmiş limanlara sahipti, karada savaşacak birlikleri
yetersizdi. Bu nedenle yıllar süren zorlu 7 Osmanlı-Venedik Savaşı yaşandı
(bazılarında Venedik diğer Hıristiyan Devletlerle ittifak yaptı).
Sultan 1. Murat (Hüdavendigâr)
döneminde (1360-1389) Edirne ile birlikte bugünkü “Batı Trakya” da fethedildi,
Makedonya ve Arnavutluğa kadar akınlar yapıldı.
Sultan 1. Bayezid (Yıldırım) döneminde
(1389-1402) Makedonya, Selânik ve Tesalya fethedildi, Mora içlerine (Argos’a)
kadar akınlar yapıldı.
Fetret devrinde (1402-1421) Selânik,
Karaferye ve Tesalya elden çıktı.
Sultan 2. Murat döneminde (1421-1451)
Selânik, Karaferye ve Tesalya yeniden fethedildi (akıncı Turahan Bey). Orta
Yunanistan’da İzdin (Lamia) ve Badracık (Neopatra, Ypati), Epir’de Yanya ve
Arta alındı, Mora’ya sefer düzenlendi.
Sultan 2. Mehmet (Fatih) döneminde
(1451-1481) karadan ve denizden kapsamlı fetihlere girişildi: Atina ve Thebai
1458’de, Mora Despotluğu ve Epir Despotluğunun Angelokastron kalesi 1460’ta,
Eğriboz ve Limni Adası 1470’te, Epir’deki son kale Vonitsa 1479’da Osmanlı topraklarına katıldı (fakat Mora
kıyılarındaki Venedik kaleleri alınamadı). 1479’da Gedik Ahmet Paşa Zakintos,
Kefalonya ve Ayamavra (Lefkada) adalarını aldı, Avlonya’dan İtalya’ya “Otranto
Çıkartması”nı gerçekleştirdi. 16 yıl süren Birinci Osmanlı-Venedik Savaşı
(1463-1479) yaşandı.
Sultan 2. Bayezid döneminde (1481-1512)
4 yıl süren İkinci Osmanlı-Venedik Savaşında (1499-1503) Mora’daki Venedik
kaleleri [Argos, Koron, Modon (Methoni), Navarin (Pylos)) ile İnebahtı
(Nafpaktos) kalesi alındı.
Sultan 1.
Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) Balkanlarda savaş yaşanmadı, büyük Doğu
fetihleri (İran, Suriye, Mısır) gerçekleştirildi.
Sultan 1. Süleyman (Kanuni) döneminde
(1520-1566) Üçüncü Osmanlı-Venedik Savaşı (1537-1540) sonrası Ege Denizinde Sporad ve Kiklad
adaları, Rodos Adası, Mora’da Nafplion (Anabolu) ve Monemvasia (Benefşe)
kaleleri alındı, Barbaros Hayrettin Paşa 29 Eylül 1538’de Preveze Deniz
Savaşında Haçlı donanmasına karşı zafer elde etti.
Sultan 2. Selim döneminde (1566-1574) Dördüncü
Osmanlı-Venedik Savaşı patlak verdi, Kıbrıs adası fethedildi (1571), fakat İnebahtı
(Lepanto, Nafpaktos) Deniz Savaşında (7. Ekim 1571) Osmanlı donanması yok
edildi.
1573 ilâ 1645
yılları arasında bugünkü Yunanistan kıyılarında barış hüküm sürdü.
Sultan 4. Mehmet (Avcı) döneminde (1648-1687)
babası Sultan İbrahim döneminde başlatılan ve toplam 25 yıl süren Beşinci
Osmanlı-Venedik Savaşı (= Girit Savaşı) yaşandı (1645-1669). Köprülüzade Fazıl
Ahmet Paşa 1669’da Kandiye Kalesini de alınca Girit’in fethi tamamlandı.
Fakat 1683’te
İkinci Viyana kuşatması başarısız olunca, Venedik “Kutsal İttifak”a katıldı ve
15 yıl süren (1684-1699) Altıncı Osmanlı-Venedik Savaşı (= Birinci Mora Savaşı)
başladı. Karlofça Antlaşmasıyla Mora Yarımadası tümüyle, Ayamavra ve Aigina
adaları Venedik hakimiyetine terkedildi.
Sultan 3. Ahmet döneminde (1703-1730)
Mora’ya karadan ve denizden sefer düzenlendi. Bu sonuncu ve Yedinci
Osmanlı-Venedik Savaşında (= İkinci Mora Savaşı, 1714-18) Venedik işgaline son
verildi, Mora Yarımadası, Aigina ve Tinos adaları geri alındı.
Bugünkü
bağımsız Yunanistan Devletinin ilk nüvesi 1821-29
Mora Ayaklanması ile atıldı. Batılılar “ayaklanma” deyimini kullanmazlar,
“Greek War of Independence” (Yunan Bağımsızlık Savaşı) demeyi tercih ederler.
Yanya’daki âsi vali Tepedelenli Ali Paşa’ya karşı 1820’de Mora Eyaleti valisi
Hurşit Ahmet Paşa görevlendirildi. Mora Ordusunun başında giden Hurşit Paşa
başarılı oldu, Tepedelenli öldürüldü (24 Ocak 1822) ve isyan bastırıldı, fakat
Mora toprakları askersiz ve savunmasız kalmıştı.
Bunu fırsat
bilen yerli Rumlar daha 26 Ocak 1821’de Vostitsa’da (Aigion) ayaklanma kararı
aldılar, 17 Mart 1821’de “Mani” bölgesinin (güneydeki Taynaron yarımadası)
atanmış son Osmanlı Bey’i “Petrobey” (Petros Mavromichalis) Çimova’da
(Areopolis) silahlı mücadeleyi başlattı ve 2,000 kişilik “maniot” kuvvetiyle 23
Mart’ta Kalamata’yı ele geçirdi. İki gün sonra da Balyabadra (Patras)
metropoliti Germanos, Kalavryta’daki “Agia Lavra” manastırında kutsal
bağımsızlık savaşını Hıristiyanlık adına ilân etti (bugün de Yunanistan’ın
Milli Bayramı 25 Mart’ta kutlanır).
Çağdaş Yunanistan’ın Kuruluşu ve
Genişlemesi (1832-1947)
Mora’da
yaşayan nüfusun ezici çoğunluğu (500,000 civarında) Rumca konuşan Ortodoks
Hıristiyanlardı. Müslümanlar (Türkler ve Arnavutlar) ise 45,000 tahmin
ediliyordu. Az sayıda Musevi de yerleşmişti. Diğer Balkan topraklarına nazaran
Mora’daki Hıristiyanlara, 1715’te Venedik’ten geri alındıktan sonra, içişlerinde
geniş ölçüde idari ve dinî özerklik tanınmıştı. Köy heyetleri kendileri
vergileri topluyor, yerel sorunlarda karar veriyor, aile hukukunda yargılama
yapıyorlardı. Sancak ve eyalet meclislerinde en az iki temsilcileri bulunuyordu
(“Mora Eyaleti” veya “Tripoliçe Paşalığı” diğer bölgelerden bağımsız bir idari
birimdi). Çok sayıda Hıristiyan silâh taşıyordu: resmi olarak “armatoloi”(bir
nevi jandarma) geçitleri ve köprüleri korumakla yükümlüydüler; “kapi”
zenginlerin mülklerini ve malikanelerini koruyan kapıcılardı. Bir de dağlarda
dolaşan 40-50 kişilik soyguncu çeteler (“kleftes”) de kanundışı silâh
taşıyorlardı.
Ayaklanmanın
başlamasıyla birlikte birkaç hafta içinde korkunç katliamlar gerçekleşti.
Müslümanlar ve Museviler kökten yok edildiler (kadınlar, çocuklar, anne karnında
bebekler dahil) – geride tanık bırakmamacasına, Osmanlı tarihinin “en vahşi
Türk soykırımı” (Mora katliamları)
yaşandı (sadece Batılı konsoloslar ve gazeteciler sonradan olanları rapor
edebildiler). İlk toplu kıyım 19 Ağustos 1821’de Navarin Kalesinin teslim
olmasından sonra oldu (3,000 kişi,
kadın, çocuk, bebek öldürüldü ve denize atıldı, Massacre of Navarino). En büyük katliam ise başşehir Tripoliçe’nin
23 Eylül 1821’de düşmesinden sonra vuku
buldu (2 gün süren kıyımlarda buraya sığınmış bulunan 15,000 sivil yok edildi, Massacre of Tripolitsa). Batılı
kaynaklara göre tüm yarımadada toplam 40,000 Türk ve Müslüman (ve Musevi)
vahşice hayatını kaybetti.
Ayaklanmayı bastıramayan Sultan
2. Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi. 1825
yılında, Kavlalı’nın oğlu İbrahim Paşa komutasında 60 gemilik donanma ile 16,000
piyade ve 1,000 süvari Mora’ya çıkartma yaptı, kaleler kurtarıldı, isyancılar
şiddetle tenkil edildi. Avrupa ve Rusya basını büyük yaygara kopardı, Osmanlılara
karşı Hıristiyanlık ruhu coşturuldu. İngiltere’de Lord Byron, Fransa’da Victor
Hugo ateşli yazılar kaleme aldılar, “philhellenic” (yunansevenler) hareketi
gelişti. İngiltere, Fransa ve Rusya birleşik bir donanma göndererek 20 Ekim 1827’de Navarin Körfezinde demirli duran Osmanlı-Mısır donanmasını yakıp
yokettiler. 1828’de ise Rusya Osmanlı Devletine savaş ilân etti ve Rus ordusu
Tuna nehrini ve Balkan dağlarını geçerek Edirne’yi işgal etti. 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması’nı imzalamak mecburiyetinde kalan Sultan,
Yunanistan’a özerklik (özgürlük değil!) vermeyi de taahhüt etti.
3
Şubat 1830’da İngiltere, Fransa ve Rusya temsilcileri “London Protocol”u imzalayarak, Osmanlı Sultanına bağlı otonom
Yunanistan’ın sınırını “Volos-Arta hattı” olarak çizdiler ve İoannis
Kapodistrias’ı “governor”(vali) olarak onayladılar. Fakat kan davası güden
“maniot” çeteciler 9 Ekim 1831’de başkent Nauplion’da (Anabolu’da) suikast
sonucu Kapodistrias’ı öldürdüler. Mayıs 1832’de yeniden Londra’da (London Conference) toplanan üç büyük
devlet Yunanistan’ın Sultan’dan bağımsız bir “krallık” olmasını ve Bavyera
Kralı Ludwig I’in küçük oğlu 17-yaşındaki Otto Wittelsbach’ı (Yunanlar bu ilk
hükümdarlarına “Othon” dediler) “regent” olarak atadılar (1835’te reşit oldu ve
kral unvanı aldı, fakat 1862’de tahttan indirildi ve ülkesine gönderildi). 21 Temmuz 1832’de İstanbul
Antlaşmasıyla (Treaty of Constantinople)
Sultan 2. Mahmut, 40 milyon altın tazminat karşılığında Yunanistan
Krallığı'nın bağımsızlığını ve “Volos-Arta” sınır hattını kabul etti (bk.
haritada “koyu mavi”).
1864 yılında İngiltere, Napoleon’un
yenilgisinden beri (1815) Batı kıyılarında işgal etmekte olduğu İyon Adalarını
Yunanistan Krallığına devretti (Danimarka’dan getirtilen yeni kral Georg I tahta
çıkmıştı).
Fakat 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşında Yunanistan (Fransa ve İngiltere’nin telkiniyle) tarafsız
kaldı ve 1878 Berlin Antlaşmasıyla mükâfat olarak Tesalya (Alasonya kazası
hariç) ve Epir’den Arta kazası verilmesi karara bağlandı. Osmanlı müzakereleri
uzattı, fakat sonunda 2 Temmuz 1881’de İstanbul Protokolü’nü imzaladı ve söz konusu toprakları boşalttı.
Böylece savaşsız ve kansız bir şekilde Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğundan
önemli bir toprak parçası daha koparttı (bk. haritada “açık mavi”).
Gazi Müşir Ethem Paşa
(1851, İstanbul – 17 Aralık 1909, Mısır)
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı (Tesalya
Savaşı) bir ay sürmüş (17 Nisan – 17 Mayıs 1897) ve Alasonya Ordusu
komutanı ve Başkomutan Gazi Müşir Ethem Paşa Tesalya cephesinde (Dömeke
geçidinde) zafer kazanmıştır. Epir cephesinde de Ahmet Hıfzı Paşa başarılı
olmuştur. Buna rağmen Avrupa devletlerinin araya girmesiyle (Yunan silahlı
çeteleri Girit’ten çekilmiş) savaşla kazanılan topraklar tekrar Yunanistan’a
iade edilmiştir (20 Eylül 1897, İstanbul Antlaşması).
Sadece 15 yıl
sonra, Yunanistan diğer üç Balkan ülkesi (Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ)
ile birlik oluşturdu ve 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine saldırdılar. Yunanlar
iki kara cephesinde (Makedonya Cephesi ve Epir Cephesi) ve üstün donanma ile
Ege Denizinde savaştılar, kısa sürede Makedonya topraklarını (Selânik 8 Kasım
1912’de Hasan Tahsin Paşa tarafından teslim edildi), uzun ve çetin çarpışmalar
sonrası Epir topraklarını (6 Mart 1913’te Yanya müdafii Esat Paşa teslim oldu)
ve Ege Denizinde Osmanlıya ait adaları (1911’de İtalya’nın işgal etmiş olduğu
Oniki Ada hariç) ele geçirdi. 30 Mayıs
1913, Londra Antlaşması’yla işgal ettiği Yanya Vilayeti, Güney Makedonya
(Selânik dahil), Ege Adaları (Gökçeada ve Bozcaada hariç) ve Girit Adası Yunan
hakimiyetine bırakılmış oldu (bk. harita “yeşil bölge”).
Birinci Dünya
Savaşına geç katılan Yunanistan, bu savaşta yenik düşen Bulgaristan’dan “Batı
Trakya”yı 1920’de ilhak etti (bk. harita “turuncu bölge”). Fakat 1920 Sevr
(Sevres) Antlaşmasıyla kendisine sunulan “Doğu Trakya” ve “İzmir Bölgelerini”
işgal etmesine rağmen, Milli Mücadele sonucu 1923 Lozan (Lausanne) Antlaşmasıyla
söz konusu bölgeleri kaybetti ve “Ahali Mübadelesi”ni kabul etti (bk. harita
“sarı bölgeler”). Aynı savaşta işgal ettiği Güney Arnavutluk topraklarını da
geri vermek mecburiyetinde kaldı.
İkinci Dünya
Savaşında da galip gelen tarafta yer aldı ve yenilen İtalya’dan, 1911’de işgal
edilen ve eskiden Osmanlı’ya ait olan Oniki Adaları (Dodekanese) da kendi
topraklarına kattı (1947, bk. harita “mor bölgeler”). Böylece “Avrupa’nın
şımarık çocuğu” denilen ve ancak 1832’de resmen kurulan (50,000 km2,
800 bin nüfus) Yunanistan bir yüzyılda iki buçuk misli büyümüş oldu.
Gezi Günlüğü
1. gün: Program gereği çok erken saatte
Edirne’den yola çıkıldı, Bosnaköy’den dolaşarak (Tunca ve Meriç tarihi
köprüleri otobüslere kapatılmıştı) Pazarkule sınır kapısına varıldı.
Kastanies’te sessizlik ve ıssızlık hakimdi. Meğer Yunanistan bir hafta sürecek
Paskalya Yortusuna girmişti. İsabet olmuştu ki, tüm Yunanistan’ı, yolların ve
sokakların en tenha olduğu günlerde dolaştık. Özellikle Cumartesi ve Pazar
günleri Selânik ve Atina gibi trafiğin her zaman yoğun olduğu milyonluk
şehirler adeta bomboştu.
Önce E85 yolunda 1 saat kadar güneye doğru yol aldık. Sol tarafımızda Meriç Nehri ağaçlıklar arasında seziliyor, zaman zaman da Osmanlı’nın döşemiş olduğu tren yolunu görebiliyorduk. Sağ tarafımızda ise pek yüksek olmayan Rodop Dağları yükseliyordu. İpsala hizasına gelince “Ardanio” sapağında A2 (Egnatia Odos) Otobanına çıktık ve batı istikametinde hızla yol almaya başladık. Rodop Dağlarını aştık ve Batı Trakya (Gümülcine) Ovasına girdik. Muazzam otobanda tek tük araç görülüyordu, fakat yeni yerleştirdikleri “toll” veznelerinde sık sık durarak geçiş harcı (otobüs için 5 ile 10 € arasında) ödemek mecburiyetinde kaldık (ekonomik krizdeki hükümet bir gelir kapısı yaratmıştı). Uzaktan Gümülcine ve İskeçe kentlerini gördük, fakat sapmayarak bunların gezilmesini dönüş günümüze bıraktık. Rodop Dağlarının eteklerinde Müslüman köylerin cami minareleri sanki Türkiye’de imişiz izlenimi uyandırıyordu. Önümüzde yükselen Çal Dağı’nın (Lekani) derin bir vadisinden Karasu (Nestos) Nehri çıkıyor ve Ege Denizine yönelerek bereketli Sarışaban (Hrisoupoli) düzlüğünü suluyordu [“Sarışaban” kasabası Osmanlı döneminde kaza merkezi idi]. Nestos Köprüsünü geçtikten sonra “Doğu Makedonya”ya girdiğimizi anladık, çünkü çevre köylerde artık cami görünmüyordu. Sol tarafımızda masmavi Ege Denizinin açıklarında yemyeşil Taşoz (Tassos) Adası net seçiliyordu. Biraz sonra tüneller ve viyadükler yükseldiğimizi hissettirdi ve deniz tarafında Kavala Körfezini ve şehrini yukarıdan izleyebildik. Otoban ise dümdüz batıya devam ediyordu. Antik çağlarda altın ve gümüş madenleriyle nam salmış olan Pırnar Dağını (Pangea) deniz kıyısındaki Simvolo Dağından ayıran Pravişte (Eleftheroupoli) çöküntüsüne girdik [Pravişte de vakti zamanında bir Osmanlı kaza merkezi idi]. Ustruma (Strymon) Nehrinin denize döküldüğü Çayağzı mevkiinde (Amfipoli) tekrar deniz kıyısına çıktık. Maalesef dünyaca ünlü “Amfipoli Aslanı” heykelini otobandan görmek mümkün değildi.
Amfipoli Aslanı (Lion of Amphipolis)
Kerdilio ve
Volvi Dağlarından sonra tekrar denizden uzaklaştık, Volvi ve Koroni Göllerinin
kuzey kıyılarını takip ederek Lankaza (Langadas) ovasına ulaştık.
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın doğum yeri ve dul kaldıktan sonra sığındığı
ağabeyinin çiftliğinin bulunduğu tarım merkezi, bugün sanayileşmiş bir uydu
kent olmuştu. Serez’den ve Kilkis’ten gelen yollar burada otobana
bağlanıyorlardı.
Artık Selânik (Thessaloniki, Slavca Solun) yakındı ve sol taraftaki tepenin
ardında kalıyordu. Kuzey Yunanistan’ın idari merkezi ve ülkenin ikinci büyük
şehridir. Hem Bizans, hem de Osmanlı dönemlerinde çok önemli liman, sanayi,
sanat ve kültür merkezi sayılmıştır. Makedonya kralı Kassandros tarafından M.Ö.
315 yılında kurulmuştur (yani Büyük İskender’in ve büyük âlim Aristoteles’in
ölümünden sonra). Buna rağmen Büyük İskender anıtı ve Aristoteles
Üniversitesi bu şehirdedir, çünkü Yunan Makedonya’sının tarihi ve doğal
merkezidir. Bugünkü Yunanlara göre Makedonya daima “Hellen” kültürünün egemen
olduğu coğrafi bir bölgedir. Bu sebeple
aynı ismi taşıyan kuzeydeki “Makedonya Cumhuriyeti”nin resmi adına şiddetle
itiraz ederler ve “Skopje” Cumhuriyeti veya FYROM (Former Yugoslavian Republic
Of Macedonia) derler.
Selânik önce
1394’te Yıldırım Bayezid tarafından ele geçirilmiş, 1402 “Fetret dönemi”nde
geri verilmiş (Emir Süleyman Çelebi). Şehri savunamayan Bizans 1423’te
Venedik’e devretmiş ve 2. Murat yedi yıl muhasara ederek 1430’da tekrar Osmanlı
topraklarına katmıştır. Mustafa Kemal, Nazım Hikmet, Afet İnan, Cahit Arf, Mehmet
Cavit Bey, Salih Omurtak, Sabiha Sertel, Halil Rifat Paşa burada dünyaya
gelmişlerdir. Musevi nüfus çok kalabalıkmış ve Sabbatay Sevi takipçileri
(“dönmeler”) burada üstlenmişler. Atatürk Evi, Yeni Hamam, Alaca İmaret, Hamza
Bey Camii, Şeyh Hortaci Camii (Rotonda), Beyaz Kule, Yedi Kule (Heptapyrgion),
Alatini Köşkü, Vilâyet Konağı Osmanlı eserleridir.
Efkarpia
sapağından sonra Konstantinopoleos (yani İstanbul) ve Langada yollarını takip
ederek banliyöleri geçtik ve Aya Demetrios Caddesinden doğuya yöneldik.
Bugün taverna olarak kullanılan
Sokaklar
nispeten boştu ve ünlü Aziz Demetrios
Kilisesi (telâffuzu Dimitrios) karşısında
durup otobüsten indik. Şehrin koruyucu azizi olan ve IV yy’da Hıristiyan inancı
nedeniyle bu yerdeki Roma Hamamının mahzeninde katledilen Demetrios’a
adanmıştır. 629-634 yıllarında şimdiki halini alan ve Bizans mimarisinin
şaheseri sayılan 5-kanatlı bazilika tipindeki kiliseyi (Osmanlı döneminde
1493-1912 arası cami olarak kullanılmıştı) gördükten sonra, kuzeyinde bitişik
olan “Yeni Hamam”ın (XVI yy) içini
ve dışını gezdik (taverna olarak kullanılıyordu).
Selânik: Atatürk
Müzesinde Mustafa Kemal ve Zübeyde Hanım’ı canlandıran maketler
Aya Demetrios
Caddesinin sonunda tekrar otobüsten inerek Türkiye Konsolosluğunun avlusunda
yer alan Atatürk’ün doğduğu evi
ziyaret ettik, fakat daha önceleri gelmiş olanlar yeni düzenlemeyi pek
beğenmediler.
Yürüyerek
denize doğru yaklaştık ve Roma döneminden kalmış (İmparator Galerius, M.S. 305)
muazzam geniş çaplı, kalın duvarlı, yuvarlak kule şeklindeki “Rotonda”
tapınağını gezdik (Osmanlı yıllarında Şeyh
Hortaci Camii imiş ve bitişiğindeki görkemli minare hâlâ duruyor; şimdi
Agios Georgios Kilisesi olarak hizmet vermeyi sürdürüyor).
Aynı İmparator
“Galerius’un kemeri”nin yanından Egnatia Caddesinden batıya yöneldik. Bu cadde
üzerinde restore edilmiş, fakat kullanılmayan “Bey Hamamı”nı (1444 yılından) ve onarım halindeki “Hamza Bey Camii”ni (1468 yılından)
gördükten sonra deniz kıyısındaki kordon boyu'nu (Nikis Caddesi) kat ettik ve “Beyaz Kule” yakınında otobüsten inerek
“Büyük İskender”in (Alexandros o Megas) atlı heykeline kadar yürüdük. Bîtab
düştüğümüz için Egnatia Odos üzerindeki hotelimize yerleştik, bir saat sonra
yaya olarak bir tavernaya balık yemeye gittik, sonra da “Aristoteles Meydanı”nı
gece dolaştık.
2.gün: Hem 1. Mayıs (İşçi Bayramı), hem
de Paskalya Yortusu’nun “Pazarı günü” (Hz. İsa’nın Dirilişi ve Göğe Yükselişi)
idi. Sabahın erken saatlerinde Selânik sokakları bomboştu, yollar bizim gibi
turistlere kalmıştı. Rahatlıkla şehirden çıktık ve güney-batıya yöneldik.
Önümüzde uçsuz bucaksız bir düzlük yayılıyordu – Vardar Ovası. Ancak çok
uzaklarda dağların silueti seziliyordu. Sol taraftaki Selânik körfezini (eski
adı “Thermaikos kolpos”) uzaktan izliyorduk, çünkü çevre dağlardan kaynaklanan
4 nehir (Gallikos, Axios = Vardar, Loudias ve Aliakmonas) yelpaze sapı gibi
birbirine yaklaşarak bu körfeze dökülüyor, taşıdıkları mil ve çamurla bataklık
kıyıyı dolduruyorlardı.
Hellenler “Oniki
Olimpik Tanrı”ya inanıyorlar ve değişik “polis”lerin koruyucusu olarak bu
tanrılara tapınaklar inşa ediyorlardı. Büyük tanrılar 6 kardeş idi (3 erkek ve
3 kadın), diğerleri de onların çocuklarıydı:
Zeus (baştanrı, gök ve
fırtına tanrısı) Hermes (tanrı ulağı, ticaret tanrısı)
Poseidon (denizler ve
deprem tanrısı) Hephaistos (ateş, madencilik tanrısı)
Hades (yer altı ve ölüler tanrısı) Apollon (sanat, müzik ve kehanet tanrısı)
Hera (baştanrıça, evlilik tanrıçası) Artemis (av ve yaban hayat tanrıçası)
Demeter (toprak ve ziraat tanrıçası) Afrodit (aşk ve güzellik tanrıçası)
Hestia (ev ve aile ocağı tanrıçası) Athena (bilgelik ve cesaret tanrıçası)
Demeter
ve Hestia Olympos’u sevmediler ve terk ettiler. Bunların yerine Trak
mitolojisinden Ares (savaş tanrısı) ve Dionysos
(şarap ve eğlence tanrısı) eklenmiştir. Apollon ve Artemis ikiz kardeştirler.
Olympos
Dağını arkamızda bırakırken A1 Otobanının henüz tamamlanmadığı ve tünellerin
inşaat halinde bulunduğu “Kato Olympos” (Aşağı Olimpus) eteklerini aştık ve bu
ülkenin en ünlü kanyonu olan Tempi
(Tembi) Boğazı’na girdik. “Pinios”
nehri (Osmanlı Kösdem demişti), iki yüksek dağ arasındaki bu derin boğazı
aşındırarak oluşturmuş ve Tesalya Ovasının sularını Ege’ye boşaltıyordu.
Görkemli boğazda mola vererek coşkulu akan suyun şırıltısını ve baharın fışkıran
yeşillikleri arasında kuş seslerini dinledik.
Boğazın batı ucunda, aynı ismi
taşıyan Tempi köyünde, tesadüfen açık bulduğumuz küçük bir tesiste tekrar durduk. Burada
ABD’den gelmiş Türk asıllı bir tarihçi hanım ve asistanlarıyla karşılaştık.
Meğer tesisin yanından akan Pinios nehrinin öbür tarafında bir Osmanlı eseri
varmış: bir Bektaşi tekkesi ve türbesi ağaçların arasında görülüyordu (önceden
taradığımız kitaplarda ve internet sitelerinde hiç bahsedilmiyordu). İskeleler
kurulmuş ve restorasyona alınmıştı. Demek ki, bu topraklar iyi araştırılırsa,
gözden ırak kalmış başka eserler de bulunabilir.
Tekrar yola koyulduk, dağlar açıldı ve yeni bir ova (Tesalya Ovası) önümüzde uzandı. İlk sapakta A1 Otobanı’nı terkedip, Tesalya’nın en büyük şehri olan Larissa’ya yöneldik. Bereketli bir tarım ovasının ortasında, Pinios (Kösdem) nehri kıyısında yer alıyordu, fakat kuruluş tarihi Truva Savaşı (M.Ö. 1194-1184) öncelerine dayandırılıyordu. Kentin tanıtım reklâmlarında Truva kahramanı Aşil (Achilles) burada dünyaya gelmişti (gerçi bu hususta başka yerleşim yerleri de iddialıydı). Tıbbın babası İstanköylü Hipokrat (Hippocrates) ilerlemiş yaşlarında buraya gelmiş ve burada ölmüştü (kendisine atfedilen park ve anıt vardır). Osmanlı Larissa’ya “Yenişehr-i Fenâri” demişti (batıdaki dağların böğründe Bizanslıların “Fanar” Kalesi bu ovaya hakim gözetleme üssü imiş). Önce 1390’da fethedilmiş, fakat Fetret Devrinde Bizans’a iade edilmişti. 2. Murat hükümdarlığında, 1423’te ünlü akıncı komutanı Turahan Bey yeniden ele geçirmiş ve “Tesalya Fatihi” olarak tarihimize geçmiştir.
O zamanlar
Larissa yıkık ve terkedilmiş olduğundan Turahan Bey sancak merkezini daha
batıdaki Tırhala’ya (Trikala) kurmuştu. Şehri yeniden imar eden Osmanlı
(“Yenişehir”) burasını Türk ağırlıklı bir Müslüman şehri yapmış (4 medrese, 1
mevlevihane, 21 cami, 4 hamam, 4 zaviye, kervansaray, hanlar ve 315 dükkân
belgelerde zikredilmektedir). Fakat kala kala bir cami (Yeni Cami, “Geni
Tzami”) günümüze ulaşabilmiş.
Sokakları tenha olan şehirde navigasyon sayesinde “Yeni Cami”ye ulaşabildik. Yakın zamana kadar Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış olan nispeten ufak caminin üç kubbeli son cemaat yeri ve minaresi, şerefeye kadar duruyordu, fakat kapalıydı, içini göremedik.
Atina’ya geç
kalmamak için hızla yola koyulduk,
Saat 16 civarında Atina’ya vardığımızda doğruca her taraftan görülen Akropolis tepesine yöneldik. Ne yazık ki yılda bir defa, Paskalya Yortusunun Pazar günü kapalı idi. Yaya olarak Akropolis’in kuzey eteklerinde yayılan eski kent merkezini dolaşmaya başladık. Antik Agora, Roma Forumu ve Osmanlı Çarşısı (“Monastiraki Meydanı”) yan yana, kısmen üst üste inşa edilmişler, bugünkü Yunan Parlamentosu’nun bulunduğu Sintagma Meydanı ve sayısız tavernalarıyla meşhur Plaka semti ile komşuluk yapıyorlardı.
Atina: Monastiraki Meydanında Voyvoda (Dizdar Mustafa Ağa) Camii (1763)
(arkada Akropolis tepesi)
Monastiraki
Meydanı (Osmanlı döneminin Çarşı Meydanı) beklenmedik şekilde kalabalıktı.
Ortodoks Hıristiyan olmayan gençler (Arap ve zenci tipinde üniversite
öğrencileri veya mülteci) müzik yapıyor ve eğleniyorlardı. Meraklı turistler
(çoğunluğu Uzakdoğu kökenli) onları izliyorlardı. Hediye eşya satıcıları
etrafta dolaşıyordu. Roma İmparatoru Hadrianus’un sütunlu Kütüphane binasının
hemen bitişiğinde 1763 tarihli, barok üslubunda
Voyvoda (Tsistaraki) Camii bu meydanın süsü gibiydi (fakat minaresi
yoktu ve kapalı idi). Osmanlının Atina idarecisi (“voyvoda”) ve Akropolis’in
kale muhafızlarının kumandanı (“dizdar”) Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştı,
onarım görmüş ve seramik eserler müzesi olarak kullanılmaktaydı.
Monastiraki Meydanı’nın
3.gün: Ertesi gün Atina merkezinde gecelediğimiz Airotel Alexandros’tan erken saatte ayrılarak Akropolis Tepesine çıktık. Yunanistan’ın bir numaralı ziyaret yeri olan bu tepe adeta turist kaynıyordu ve giriş ücreti 20 € kişi başı idi. İstekli olanlar tepeye tırmandılar, Parthenon Tapınağını, Erechtheion Tapınağını (Osmanlı döneminde kale muhafızlarının kışlası), Athena Nike Tapınağını ve Propyleion merdivenlerini gördüler, kent manzarasını seyrettiler. Geziye katılanların yarısı daha önce burasını görmüştü, Yunanlar büyük onarımlara kalkışmışlardı ve tapınakların içine girilmiyordu.
Saat 10.00 civarı otobüsümüze
bindik ve hâlâ boş olan caddelerden rahatça geçerek Atina’yı terk ettik. Önce A6
Otobanı, sonra A8 “Olympia” Otobanını kullanarak Korint kıstağında ilerledik.
Öğle saatlerinde Korint kanalına ulaştık ve mola verdik. Otobüsten inerek
yayalara ait köprülerden, 1893’te tamamlanan
Buradan ayrılarak Mora’ya ayak bastık (Yunanlar
Peloponisos, Frenkler Morea, Osmanlılar da Mora demişlerdi). En eski ve köklü
Hellen vatanı sayılan bu yarımada, adeta bir ada sayılır, çünkü çok dar (
km2), nüfusu
1,100,000.
“Miken
uygarlığı” (Mykene) M.Ö. 2000 ile 1200 arası burada gelişmiş ve Truva
Savaşı’na Akhalar (Miken kralı Agamemnon, kardeşi Sparta kralı Menelaos,
Argos kralı Diomedes, Pylos kralı Nestor, v.s) buradan yola çıkmışlardır
[batıdaki İthaka adasından Odysseus, Tesalya’dan kahraman Akhileus, v.d. de
katılmışlardır].
Mora’da
yedi tarihsel bölge ayırtedilir: 1) Korinthia; 2) Argolida; 3) Arkadia; 4)
Laconia; 5) Messinia; 6) Elis; 7) Achaia (Akhaya). Son iki tarihsel bölge 2011
Kallikratis reformuyla “Batı Yunanistan”a dahil edilmişlerdir. Güneyde üç
uzantı (Maleas; Taynaron ve Akritas) arasında iki derin körfez (Lakonia;
Messinia) yer alır. Taynaron burnu Yunanistan’ın ve Balkan Yarımadasının en
güney noktası kabul edilir. Doğu kıyısında derin Argolis körfezi Myrtoan
(Mersin) Denizi sayesinde Girit Adasına doğru açılır; batı kıyısında geniş
Kyparissia körfezi Zakynthos (Zanta) Adasına bakar.
Korinthia (Osm: Gördes)
bölgesi - Mora’nın kapısı sayılır. Yüksek bir kayanın tepesinde güçlü Gördes
kalesi (Akrokorinthos) çevreye korku
salar (Kale içinde cami kalıntıları vardır). Kaya kütlesinin dibinde “Eski
Korint” (Palea Korinthos) [burada
Gülşenî tarik
Körfez kıyısındaki “Vocha” düzlüğüne
“Yeni Korint” (Nea Korinthos, nüfus
58,000) modern şehri kurulmuştur. Doğusunda Osmanlılar tarafından defalarca
yıkılmış olan Eksamil (Hexamilia =
Gördes
Kayasının doğusundan geçerek A7 Otobanını (Korinthos-Kalamata) kullanarak
“Sterna” sapağına kadar gittik. Buradan ayrılan 15 km’lik yol bizi çok eski bir
tarım vadisine, Argolis’e çıkardı. Bu bölge Girit kültürü ile irtibatlı olup, 7,000
yıllık geçmişi vardır. Yıldırım Bayezid zamanında (1390) ilk akıncılar bu
zengin bölgeyi talan etmişlerdi. Argolis ovasının ortasında Argos (Osmanlı: Arhos) şehri (nüfus
25,000) ve kalesi yer alıyordu.
Argos’un
Navplion (Anabolu):
Syntagma Meydanında minaresiz iki Osmanlı Camii
Daha büyük ve iki katlı olan, son
cemaat yerine basamaklarla çıkılan ikinci cami çağdaş Yunan tarihinde
“Vouleutiko”(Vuleftiko) Camii (1730) olarak biliniyordu ve ilk Kurucu
Meclisleri (Voule) (1827-1832 arası) burada toplanmıştı. Maalesef eski Osmanlı
kayıtlarında zikredilen 9 adet cami ve mescitten ayakta kalabilen bu iki caminin
adını, banisini ve yapım yılını tespit etmek mümkün olmadı (fakat 1715’ten
sonra inşa edildikleri muhtemeldir).
Şanlı
geçmişi olan bu küçük, fakat şirin turistik beldeyi, başşehir olduğu yıllarda
üç kale savunmuştu: kayalık bir burun üstünde uzanan “İç Kale” (Acronauplia
Castle, XIII yy) esasen tarihi kent merkezini koruyordu; 216 m’lik sarp bir
kaya kitlesinin tepesine kondurulan ve “999 basamakla” (turistlere söylenen!)
çıkılan ünlü ”Palamuda Kalesi” (Palamidi Castle, 1714) ve liman açıklarında
denizde inşa edilen “Kastel-i Bahriye” (Bourtzi ←
Türkçe “burç” sözcüğünden). Mora Ayaklanmasında Palamuda Kalesindeki Osmanlı
garnizonu Ekim 1822 yılına kadar (bir buçuk yıl) dayanmıştı, kendilerini
kurtarmak için gelen Dramalı Mahmut Paşa “Dervenakia” derbendini aşamayınca
açlıktan teslim olmuşlardı.
Navplion: Liman açıklarında “Bourtzi” Kalesi (1473)
Hava
bulutlu ve zaman ilerlemiş olduğu için (geceyi Kalamata’da geçirecektik) bu
hareketli ve romantik şehri hızla terkettik ve A7 Otobanı’nın “Sterna” sapağına
döndük. Mora’nın orta kısımlarını kaplayan “Arcadia” bölgesinden tranzit
geçtik. Osmanlı Mora’sının son eyalet merkezi olan Tripoli (Tripoliçe, 50 bin nüfus) otoban dışında kalıyordu. Moralı
Enişte Hasan Paşa (1658-1713) burada dünyaya gelmişti. En büyük Türk ve Yahudi
katliamı burada yaşanmıştı (1821) ve hiçbir Osmanlı eseri bırakılmamıştı. Bu
nedenle görülmeye değer bulmadık ve yolumuza devam ettik.
Otoban aşırı dağlık ve uçurumları bol bölgeden geçirilmişti. Korkunç bir yağmur Messenia vadisinde de bizi takip etti. Kalamata’ya varmadan önce otoban bitti ve yağmur dindi. Kapalı bir havada şehre girdik, tenha sokaklardan geçerek kordon boyu'nu kat ettik ve doğu ucundaki Filoxenia Hotel’e yerleştik. Beklenmedik şekilde bu lüks hotel dolu idi, havuzda çocuklar yüzüyordu, denize giren gençler bile vardı.
Mora’nın
ikinci büyük şehri ve limanı olan Kalamata (52 bin nüfus) Latin işgali
yıllarında (1205) prens Villehardouin tarafından kurulmuş, 1481’de Osmanlıların
eline geçmiştir. Bu uzak topraklara yeterince Müslüman nüfus iskân edilememiş,
güneye uzanan “Mani” Yarımadasında yaşayan “maniot” denen isyankâr yerliler
denetim altına alınamamışlardı. Nitekim Mora İsyanı’nın ilk kıvılcımı da burada
çakılmıştır [17 Mart 1821’de Osmanlı’nın son Mani beyi “Petrobey” (Petros
Mavromichalis) 2,000 maniot ile Kalamata’ya hareket etmiş ve 23 Mart 1821’de
burada bağımsızlık ilân etmiştir. İlk Müslüman katliamı da burada yaşanmıştır].
Messenia Körfezinin dibinde yer alan ve Akdeniz iklimine sahip bu güzel şehirde
Osmanlı eseri kalmamıştı.
4.gün: Ertesi sabah erkenden Kalamata’yı terk ederken bomboş
sokaklarda açık alışveriş yeri bulamadık (Yunanların tatili devam ediyordu).
EO82 No.lu yoldan batıya doğru ilerlerken Pamissos suyu kenarında, bölgeye
adını veren tarihi Messini (nüfus
6,300) şehrinin ve havaalanının yanından geçtik. Benzin istasyonu yanında, tesadüfen
açık bir markette ünlü Kalamata zeytinleri ve zeytin yağları gördük, hatıra
olsun diye herkes otobüsü yükledi. Engebeli, alçak dağlık bir araziden geçtik
ve
Mora’nın batı kıyılarında geniş hilâl biçimli Navarin (Pylos) Körfezi
ve Sphakteria Adası
Fakat upuzun
bir ada (Sphakteria Adası) ve küçük bir ada (Pylos Adası) körfezin batı
açıklığını kapatıyordu ve güvenli bir liman haline getiriyordu (burada Delikli
Baba Türbesi bulunduğunu tarih siteleri kaydediyordu). Ancak buraya sığınmış
bulnan gemiler için kapan oluşturuyordu.
Körfezin kuzey ucundaki Eski Kale’yi (Anavarin-i Atik) yeterli bulmayan Osmanlı 1573’te Yeni Kale’yi (Anavarin-i Cedid, Neocastro) inşa etmişti. Bugün Balkan Yarımadasının en güneyinde en büyük Osmanlı askeri yapısı olarak kabul edilmektedir. Mora İsyanında büyük katliam, “Massacre of Navarino” (19 Ağustos 1921’de kalenin teslim olmasından sonra 3,000 kişi, bebekler dahil, doğranmış ve denize atılmış) burada yaşanmıştır.
1825’te
Mısırlı İbrahim Paşa Navarin’i geri almış, fakat birleşik İngiliz, Fransız ve
Rus donanması 20 Ekim 1827’de Mısır-Türk donanmasını Navarin Körfezi’nde yakıp yok etmişlerdir (89 gemi batırılmış, 8,000
ölü verilmiş).
Küçük, fakat
sevimli Pylos (2,700 nüfus, İt:
Navarino, Osm: Anavarin) kasabası, virajlı bir yolla inilen ufak bir sahilde
turistleri bekliyordu. Kahvehanelerle çevrilmiş çınar ağacının gölgesinde ahşap
iskemleler arasında bir de taş anıt ünlü deniz savaşını hatırlatıyordu.
Dar yollardan bizim koca otobüs geçemediği için “Anavarin-i Cedid” Kalesini görmeye gidemedik. Körfez kıyısı boyunca ve İyon Denizine paralel E55 No.lu yolu kuzeye doğru takip ettik. Dağlar kıyıdan uzaklaşmıştı, ekili araziler, narenciye ve zeytin bahçeleri refah izlenimi veriyordu, fakat kuzeyden gelen yağmur bulutları gezimizi tehdit ediyordu.
Öğle
saatlerinde mecburen Kyparissia
(8,600 nüfus, Osm: Arkadiye) limanına kadar indik, ihtiyaç ve yemek molası
verdik. Artık yağmur çiseliyordu, şehir halkı limana bakan lokantaya
doluşmuştu, plaj bomboştu.
Yağmurlu bir havada Kyparissia (Arkadiye) sahili ve plajı
Kuzeye doğru
yolumuza devam ettik, “Elis” bölgesinin başşehri Pyrgos’tan (nüfus 25 bin) yağmur altında geçtik. Bu şehrin
Achaia (Akhaya) – Mora yarımadasının kuzeybatı köşesini kapsayan bu bölge hem en gelişmiş ve yoğun nüfuslu, hem de İyon Adalarına, İtalya’ya ve Batı Avrupa’ya açılan ulaşım ve ticaret merkezidir. Bölgenin başşehri Patras (Patra, Osm: Balyabadra ← Palaia Patra, Eski Patra), nüfus 164,000, büyük limanı ve havaalanı vardır. Yunanistan’ın 4.üncü ve Mora’nın en büyük şehridir. Miken döneminde buraya göç eden “akhalar” tarafından kurulmuş, Roma kolonisi olmuş, Hıristiyanlığın yayılmasında Aziz Andreas (St. Andrew) burada çarmıha gerilmiştir. 1205 Latin istilâsında Achea Prensliği’nin eline geçmiş ve Katolik Başpiskoposluk kurulmuş. 1458’de Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmış ve kalesi güçlendirilmiş. Mora Ayaklanmasında buradaki Osmanlı askeri ve Müslümanlar büyük “Patras Kalesi”nde 7 yıl direnmişler, sonunda 7 Ekim 1828’de gelen Fransız ordusuna teslim olmuşlardır.
Yağmur dinmişti, fakat kurşuni bulutlar göğü kaplıyordu. Otobandan çıkarak şehir merkezine yöneldik ve uzun sahil yolunu takip ederek kiliseleri, meydanları ve heykelleri otobüsten izledik. Bu büyük şehirde maalesef kayda değer Osmanlı yapısı kalmamıştı. Yorgun argın şehrin doğu çıkışındaki Çakı (“Tzaki Hotel”e) yerleştik. Deniz kıyısında bulunan otelimizden Rio-Antirio Köprüsü ve karşıdaki Aetolia Dağları görülüyordu.
5.gün: Artık Mora’yı terketme zamanı gelmişti. Hotelimizden
Köprünün kuzey
çıkışında, sağa tarafa saparak
Fakat bu sempatik ve turistik
şehir, tarihimizdeki korkunç bir deniz faciasını da hatırlatıyordu – Sultan 2.
Selim zamanında, Kıbrıs fethinin intikamını almak için, birleşik Haçlı
donanması (Venedik, İspanya, Papalık ve Avusturya) 10 Ekim 1571’de İnebahtı
Deniz Savaşı’nda Osmanlı donanmasını yakmış ve batırmıştı. İspanyol
gemisinde er olarak savaşan genç Miguel de
Cervantes (1547-1616) ağır yaralanmış, daha sonra esir düşmüştü. “Don
Kişot” (Don Quijote) romanı ile İspanyol edebiyatının baştacı olmuştur. Turist
kazanmasını bilen Yunanlar, limanda bir Cervantes Müzesi de açmışlar.
Külliyesi
ve darüşşifası Edirne’de bulunan Sultan 2. Bayezid’i yâd ederek İnebahtı’dan
ayrıldık, Antirio’ya döndük ve dağlar arasında batıya yöneldik (E55 yolu).
Pindus
Dağlarının batısında kalan Aetolia-Acarnania
(Etolya-Akarnanya, Osmanlı yıllarında “Karlıeli
Sancağı”na ulaştık (vasallığı kabul eden ilk hakimi Karlo Tokko adından “Karlo-İli”).
Birbiriyle bağlantılı olan ve kesin ayrılmayan iki parçası olduğu için çift
isim kullanılır: Aetolia doğuda ve dağlık olup “Acheloos” ve “Evinos” nehirleri tarafından sulanır (en büyük
barajlar- Kremasta, Kastraki, Stratos bu bölgededir). Akarnania deniz
tarafında olup bataklık kıyılar ardında alçak dağlık alanları kaplar. Günümüzde
birleşik bölgenin başşehri güneyde deniz kıyısındaki Mesologi [Messolonghi, İt:”mezo+laghi” (göllerin ortasında),
nüfus 18 bin] şehridir. Antik tarihi olmayan bu şehir Latin (Venedik)
hakimiyeti yıllarında kurulmuş ve İtalyanca isim taşımaktadır. Yunan
bağımsızlık isyanında Osmanlı-Mısır güçlerinin kuşatmalarına yıllarca dayandığı
için “kahraman şehir” (“hiera polis”) ilân edilmiştir. Yunan hayranı İngiliz
şairi Lord Bayron (George Gordon
Byron, 1788-1824) burada ateşli hastalıktan ölmüştür. Adını yaşatan dernek,
müze-evi ve anıtı İngiliz turistleri buraya çekmektedir.
33 km’si
tamamlanmış A5 Otobanından kuzeye doğru yol aldık, “Ambrakia (Arta, Narda) Körfezi”
kıyısında, Amphilochia (Karvasaras,
4 bin nüfus, Osmanlı “kervansaray” kalıntısı) şehir merkezinde sola sapıp E952
yolunu takip ettik. Ünlü bir Venedik kalesi bulunan Vonitsa’dan (4 bin nüfus) geçtik ve Aktion’a (Lat: Actium) vardık. Batı Yunanistan’ın en büyük deniz
girintisi olan “Ambrakia (Narda) Körfezi” burada dar ve sığ bir boğazla İyon
Denizine bağlanıyordu. Eski çağlardan beri bu boğaz sayesinde gemiler körfezin
sakin ve güvenli sularına sığınabiliyordu. Dünyanın bilinen önemli deniz savaşı
(Battle of Actium) M.Ö. 31 yılında İmparator Octavian Augustus ile Mısır
Kraliçesi Kleopatra ve aşığı Antonius’un gemileri arasında söz konusu boğazın
dışında yaşanmış, Roma donanması büyük zafer elde etmişti. Bu zafer (Nike)
onuruna boğazın kuzeyine ve körfez kıyısına Augustus (Ogüst) “Nikopolis”
şehrini kurmuş. Yüzyıllar sonra barbar saldırılarında tahrip edilen Nikopolis’in
yıkıntılarının güneyine Slav kabileleri “Preveza” kentini kurmuşlar.
Fatih Sultan
Mehmet 1477’de burasını fethederek Preveze Sancağı’na merkez yapmıştı. Osmanlı
tarihinin en ünlü deniz zaferi, Preveze
Deniz Savaşı, 29 Eylül 1538’de
Barbaros Hayrettin Paşa komutasında, birleşik Haçlı donanmasına karşı Körfezin
iç sularında ve Preveze Kalesi açıklarında kazanılmıştı.
Aktion’dan
başlayan 1570 m’lik bir denizaltı karayolu tüneli (2002) bizi hemen Preveza (Preveze, nüfus 20 bin) şehrine
çıkardı. Bu küçük şehrin ana caddesini boydan boya katettik ve meydanda mola
verdik. Kale kalıntılarını ve liman tesislerini gezdik, sokakları dolaştık,
fakat 1538 Deniz Savaşı ve Osmanlı dönemi ile ilgili bir şey göremedik. Halbuki
Abidin Dino (1913-1993)’nun dedesi Abidin Paşa (1843-1906) ve babası Rasih Dino
(1865-1928) Preveze doğumludurlar. Tepedelenli Ali Paşa’nın hamamını sorduk,
tarif edebilen çıkmadı. Sessizliğe bürünmüş bir taşra kasabası idi. Preveze’yi
terkederken Romalılardan kalma Nikopolis kentinin kazıları arasından geçtik.
Yanya
istikametinde E951 yolunda
Yunanistan’daki en estetik Osmanlı eseri : “Arta (Narda) Köprüsü”
(1606)
Tekrar E951
yoluna döndük ve ormanlar arasında kıvrılan “Klissoura” Boğazını takip ederek,
her tarafı yüksek dağlarla çevrili Yanya Ovasına vardık.
Ioannina (Yanya, nüfus 65 bin) VI yy’da Bizans İmparatoru İustinianus
tarafından kurulmuş, Normanlar tarafından zaptedilmiş (1082), Epir
Despotluğu’nun başkenti iken 1430 yılında Sultan 2. Murat tarafından Osmanlı
topraklarına katılmış. Balkan Savaşında olağanüstü bir savunma (Edirne ve
İşkodra Kaleleri gibi) sergilemiş, Esat Paşa komutasında 35 bin asker 14 Aralık
1912’den 6 Mart 1913’e kadar 83 gün mukavemet etmiş. Abdülhalik Renda, Ahmed
Reshadi, Mithat Frashëri burada dünyaya gelmişlerdir.
1789 - 1822 yılları arasında ünlü Arnavut isyancı Tepedelenli Ali Paşa (1744, Tepelene, Arnavutluk – 24 Ocak 1822, Yanya) Yanya Valisi olmasına rağmen başına buyruk hareket etmişti. İsyanı kanlı biçimde bastırılmış, başı kesilerek İstanbul’a gönderilmiş, bedeni Fethiye Camii’nin önüne gömülmüştür.
Yanya: Aslan Paşa Camii (1618)
Yunanistan’daki en güzel camidir
İlk defa Yanya’da Kale içinde
minareleri yıkılmamış, restore edilmiş ve müze olarak ziyarete açık camiler
gördük: Fethiye Camii ve Aslan Paşa Camii (1618). Aslan Paşa Camii, medresesi,
türbesi, aşevi ve kütüphanesiyle külliye olarak korunmuş, onarılmış ve içinde
Etnografya sergisi gezilebilmektedir. Çiselemekte olan yağmur ve havanın
kararması nedeniyle yaya olarak sürdürdüğümüz Kale içindeki turumuzu kısa
kestik, otobüse binerek şehir dışında, fakat A2 Otobanı (Egnatia Odos)
yakınındaki 5-yıldızlı “Epirus Palace” hoteline yerleştik.
6.gün: Kuzey Yunanistan’da, batıdan doğuya doğru en uzun mesafe (
Pindus Dağları: Güneye, Tesalya Ovasına ve Meteora’ya inen
“Malakasiotiko” Vadisi
Yeşillikler
arasında ilerleyen asfalt yol vadinin yamaçlarında kıvrılarak alçalıyor, dipte
ise Malakasa’da doğan Pinios nehrinin en uzun kolu (Malakasiotiko çayı)
akıyordu. Müsait bir yerde otobüsü durdurduk, oksijen dolu tertemiz havayı
ciğerlerimize soluduk, gözlerimize yeşil renk ziyafeti sunduk. Kalıplaşmış
Yunanistan imajının sadece “deniz, güneş ve kumsal” olmadığını, bu ülkenin
sadece “adalardan” ibaret olmadığını hissettik. Yol, vadinin tabanına indi,
dağlar açıldı ve önümüzde dev boyutlarda “peri bacaları” belirdi. Bu dev
dikitleri erozyon aşındırmıştı, fakat insanoğlu bu kayalara tırmanmış ve
tanrıya daha yakın olsun diye (aslında barbar akınlarından korunmak için)
manastırlar inşa etmişti – “Meteora”
(havada asılı). Bu manastırlar Türklere rağmen değil, Türkler sayesinde
varlıklarını sürdürebilmişlerdi, çünkü
Meteora’da Aziz
Nikolas Anapavsa Manastırı
Kalabaka şehrini uzaktan gördük,
çünkü oraya varmadan önce Kastraki köy yoluna saptık, büyük otobüslerin
gidebileceği park alanına ulaştık. Meteora geniş bir alana yayılmıştı, hepsini
görmek için gezi patikalarında kilometrelerce yürümek gerekiyordu. Bizim
emekliler ekibi bunu göze alamazdı, oysa özel donanımlı genç dağcılar ha bire
kayalara tırmanıyorlardı.
Kısa bir
moladan sonra, otobana ulaşmak için kuzeye doğru yola çıktık, fakat daha doğuda
kalan 70 km’lik AO15 (Trikala-Grevena) güzergâhını seçtik. Daha alçak bir dağ
olan Hassia (Chasia, Kratsovo zirvesi
Ne yazık ki, Grebene’nin batısında Trikomo köyü yakınında, aynı akarsu üzerinde bulunan ve çok methedilen Aziz Ağa köprüsünü (Gefiri Aziz Aga, 1727) görmeye gidemedik, çünkü otobüs için uygun yolu bulunmuyordu.
“Egnatia Odos” Otobanına çıktıktan
sonra kuzeydoğuya doğru süratle ilerledik. Siatista sapağının kuzeyinde antik
“Orestis” bölgesi, Naslıç (Naseliça, Neapolis) ve Kesriye (Kastoria) dibi
Osmanlı yerleşimlerine vakit ayıramadık. Kozani sapağının kuzeyinde ise Kayılar
(Ptolemaida) ovasında termik santrallerin bacaları çevreyi duman altı ediyordu.
Oysa bir zamanlar Kayı aşiretinden “Konariotes” (Konya göçmenleri) buraları
iskân etmişti.
Sol
tarafımızda “Vermion” Dağı belirdi, Batı Makedonya’yı Merkezi Makedonya’dan
ayırıyordu. Virajlar ve tünellerle dağ eteklerini aşarken, sağ tarafta zaman
zaman Aliakmon (İnce Karasu) nehrinin baraj sularını izleyebiliyorduk. Tamamı
Yunan topraklarında yer alan en uzun (
Vermion Dağı
bittiğinde sonsuz düzlük gibi Vardar Ovası (Merkezi Makedonya) göründü. Bu
ovanın güney kısmına “Imathia” adı veriliyor ve tarihi Makedonya Krallığı’nın
çekirdeği sayılıyordu. Kral mezarları, 2. Filippos dahil, buradaki Vergina
höyüklerinde ortaya çıkartılmıştı, fakat 3. Alexandros’un (yani Büyük
İskender’in) mezarı bir türlü bulunamıyordu.
Bölgenin başşehri ve Osmanlı döneminin saygın ilim merkezi olan Veria’yı (Karaferye’yi, nüfus 45 bin) ziyaret etmeden geçemezdik. Zaten otobandan görünüyordu. Kavşaktan kuzeye yöneldik ve kendimizi Karaferye içinde bulduk. Yunanlar tatil yapmaktan yorulmuşlardı, sokaklar hareketli, dükkânlar açıktı. Kocaman otobüsümüz dar ve yokuşlu sokaklarda bizi yaya bıraktı, fakat restore edilmiş Medrese Camii’ne (1716) kadar gidebildik. Keşke daha fazla zaman ayırabilseydik. Fakat bu tür “panoramik” turlarda zaman daima kısıtlı oluyordu.
Yıllar önce
Yunanistan’ı ziyaret etmiştik, Osmanlı eserleri genellikle bakımsız yıkılmış yıkılacak
haldeydi. Şimdi Müslüman cemaat bulunmayan yerlerde bile (Atina, Selânik,
Yanya, Karaferye) camiler onarılıyor, şehirlerin reklâm broşürlerinde ve
turistik internet sitelerinde yer alıyorlardı. Herhalde Türkiye’den gelen
turistlerin değerini anlamışlardı.
Tekrar
Otoban’a döndük, Vardar Ovasını hızla geçtik, Selânik’e girmeden kuzeyden devam
ettik ve saat 16 civarı Kavala’ya
ulaştık. 59 bin nüfuslu önemli liman şehri olup, Thasos (Taşoz) adasına karşı
kurulmuştu. Kavalalı Mehmed Ali Paşa
(1769-1849) burada dünyaya gelmiş, Mısır valisi olmuş ve “hıdiv” unvanından
sonra ahfadı 1953’e kadar Mısır’da krallık yapmıştır. Kavala’daki külliyesi
Mısır’dan gelen paralarla yapılmıştır.
Kavala: Pargalı İbrahim
Paşa’nın kiliseye
devşirilmiş camisi (1530)
Mehmet Ali Paşa’nın heykeli, evi
ve imareti yanında, daha Kanuni Sultan Süleyman zamanında yenilenen Kavala
kalesi, su kemerleri ve Pargalı İbrahim Paşa’nın kiliseye (Agios Nikolaos)
devşirilmiş camisi önemli Osmanlı eserleridir.
7.gün: Gezimizin son gününde yine erken saatlerde dönüş yolumuza
koyulduk. Tabi, ünlü Kavala kurabiyelerinden almayı da unutmadık. A2 Otobanını
kullanmadan eski E90 yolunu tercih ettik. Nestos (Karasu) nehrini geçtikten
sonra kendimizi “Batı Trakya”da bulduk. Birdenbire eve dönüş heyecanı ve
sabırsızlığı hepimizi sarmıştı. Batı Trakya bize hiç yabancı gelmedi – cami
minareleri ve Türkçe konuşan insanlar, hattâ demlenmiş Türk çayı bize gurbetten
dönüş sevincini yaşattı.
Önce
Xanthi (Ksanti, İskeçe, 49 bin nüfus) il merkezine uğradık. Rodop Dağlarının
eteklerinde kurulmuştu. Millâttan öncesine bilgi yoktu, ancak Bizans yıllarında
(M.S. 879) ufak bir kale olarak zikrediliyordu. İlk fetih dalgasında (1361)
Osmanlı akıncıların eline geçmişti. Balkan Savaşında ve iki Cihan Harbinde
Bulgarlar ile Yunanlar arasında el değiştirmiş, karşılıklı etnik temizlikler
yapılmıştı, fakat şimdi Rodop Dağlarında ”Thermes (Ilıca) - Zlatograd
(Darıdere)” sınır kapısı açılmıştı. Bu sınırın iki tarafında da Müslüman
Pomaklar yaşamaktadır. İskeçe’nin şehir nüfusunda Müslümanlar azınlıkta olsalar
da 6 camisi ile bir Müftülük bulunmaktadır.
İskeçe’den
sonra yine E90 yolunu güneye doğru takip ettik ve bir “çekmece” gölü olan Vistonia
Gölünün (Burugöl) denizle bağlandığı bataklıkta Porto Lagos balıkçı köyü yakınlarındaki, su üzerine inşa edilmiş
ilginç görünümlü Agios Nikolaos Kilisesini ve biraz ilerisindeki şapelini
gezdik. Türkçe bilen papaz efendi bizi memnuniyetle karşıladı ve her birimize
boyalı Paskalya yumurtaları dağıttı.
Vistonia (Burugöl) ile Ege Denizi arasında Porto Lagos’ta Agios
Nikolaos Kilisesi
Tekrar E90 yolu üzerinden kuzeydoğuya yöneldik ve Komotini’ye (Gümülcine) vardık. 46 bin nüfuslu bu şehir merkezi konumu nedeniyle “Doğu Makedonya-Trakya” bölgesinin idari merkeziydi ve Yunanistan’ın Trakya Üniversitesi’nin Rektörlüğü buradaydı. Batı Trakya Müslümanlarının da dini ve kültürel merkeziydi. Hareketli bir Cuma günü idi, sokaklar insan kaynıyordu, her tarafta Türkçe konuşuluyordu. Cuma günü olduğu için grubumuzdan istekli olanlar, Türk Çarşısı içinde bulunan Yeni Cami’ye gidip namaz da kıldılar.
Yemek ve
alışveriş molasından sonra yola koyulduk, A2 Otobanına çıkarak son durağımız
olacak olan, deniz kenarındaki Alexandrupoli
(Dedeağaç) şehrine geldik. 55 bin
nüfuslu şehrin eski tarihi yoktu (yani deniz kıyısında, bir “ağaç” altında
inzivaya çekilmiş bir Bektaşi “dedesi” balıkçıların getirdikleriyle
yetiniyormuş).
19. yüzyılda Osmanlı tarafından
liman olarak geliştirilmiş ve demiryolu döşenmiş çağdaş bir yerleşmedir. Deniz
feneri ve tren garı Osmanlıyı hatırlatır. Karşısındaki Samotraki (Semadirek)
Adasına feribotlar buradan kalkar, havaalanı vardır, Meriç (Evros) Deltasının
reklâmını yaparlar ve kuş gözlemcilerini gezdirirler.
Kordon boyunca
şık pastaneler ve kafeteryalar dizilmişti. Ünlü dondurmalarından birer külah
tattık ve kuzeye doğru yola koyulduk. İlk geldiğimiz gün kullandığımız E85
üzerinden
Yedi
günde adım adım Yunanistan’ı en güney noktasına kadar gezmiş,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder