OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE
ARNAVUTLUK, MAKEDONYA, KARADAĞ, KOSOVA
Prof. Dr. Recep MESUT
Edirneli bir
grup tarihseverin üç yıldır sürdürdükleri gezilerin üçüncüsü bu yıl 4-10 Mayıs
2015 tarihleri arasında yapılmıştır. Edirne fethini (1361) başlangıç tarihi ve
Edirne’yi referans noktası alarak, “Sağ kol” (2013’te) ve “Orta kol” (2014’te)
fetih güzergahlarını gezip gördükten sonra, bu yıl “Sol kol” fetihlerine sıra
gelmiştir.
Kabaca “BATI
BALKANLAR” istikametinde cereyan eden bu fetihler, “Batı
Trakya-Makedonya-Arnavutluk” hattını (antik çağların “Trakya”, “Makedonya” ve
“İlirya” bölgelerini) takip etmiş ve Osmanlı askeri güçleri daha 1385’te Adriyatik
Denizi kıyılarına ulaşmıştır (bu deniz Edirne’den kuş uçuşu 600 km’dir, yani Ankara’dan
daha yakındır). Balkanlardaki en erken ve en başarılı fetihler bu hatta
gerçekleşmiş, çünkü Bizans’ın zafiyeti, Sırpların parçalanmış durumu ve
Arnavutluk’un birbirleriyle kavga eden feodal beylikleri, çok büyük kuvvetler
gerektirmeden ve kanlı meydan muharebeleri yapılmadan bu fetihleri mümkün
kılmıştır. Unutmayalım, aynı zamanda bu topraklar Osmanlı İmparatorluğundan en
son kopan parçalardır: 1912-13 Balkan
Savaşları’nda yitirilmişler, köklü
Türk ve Müslüman nüfus zorunlu muhacir ve mübadil olmuştur. Çektikleri acıların
hatıraları hala torunlarında yaşamaktadır. Söz konusu Rumeli toprakları Osmanlı
İmparatorluğu’nun son yıllarında ilerici ve devrimci rol oynamışlardır (Resne,
Ohri, Manastır). 20. yüzyıl başlarında “Hürriyet! Müsavat! Uhuvvet!” [Özgürlük!
Eşitlik! Kardeşlik!, yani Fransız İhtilâlinin “Liberté! Égalité! Fraternité!”]
sloganları ile 1908-1909 İkinci
Meşrutiyet hareketi burada başlatılmış, 23 Temmuz 1908’de anayasal ve
parlamenter düzene geçiş coşkuyla ilân edilmiştir. Komitacıların terörist
eylemleriyle de Osmanlı toplumu ilk kez buralarda tanışmıştır.
Adriyatik
kıyılarına ulaşıldıktan sonra “sol kol-batı” iki alt-kola (kuzey ve güney)
ayrılmıştır: kuzey istikametinde Karadağ, Hersek ve Hırvatistan’a; güney
istikametinde ise Batı Yunanistan’a (Epir, Karlıeli, Mora Yarımadası) devam
edilmiştir. Adriyatik Denizi’ni aşarak İtalya kıyılarına, ancak donanmaya sahip
olunduktan sonra (Fatih Sultan Mehmet zamanında) 1480’de Gedik Ahmet Paşa
“Otranto Çıkartması”nı yapabilmiştir.
“Sol kol” ilerleyişinin
orta mesafesi sayılan “Vardar Ovası”na daha 1373’te ulaşılmış, Anadolu’dan Türk
aşiretler getirilerek yoğun ve kalıcı bir İslamlaştırma siyaseti
gerçekleştirilmiştir. Vardar Ovasından da kuzeye (Üsküp, Kosova, Sancak) ve
güneye (Tesalya, Beotya, Attika, Mora) yan-kollar açılmış ve 1500 yılı
civarında Yarımadanın karadan fetihleri tamamlanmıştır.
Osmanlının
hakim olduğu 500 yıl süresince, sınır ve gümrük geçmeden ulaşılan Adriyatik
kıyılarına, bugün Balkanların siyasi parçalanmışlığı nedeniyle çok sayıda sınır
geçişlerimiz olmuştur (gidiş-dönüş toplam 11). 7 günde 7 çağdaş Balkan ülkesine
ayak basılmıştır: Yunanistan, Makedonya Cumhuriyeti (gidişte ve dönüşte),
Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Kosova ve Bulgaristan. Karayolu ile seyahat
ettiğimiz için mutlak geçmek mecburiyetinde olduğumuz sınır komşularımızdan gidişte
Yunanistan (yüzölçümü 132 bin km2,
nüfus 11 milyon) ve dönüşte Bulgaristan
(yüzölçümü 111 bin km2, nüfus 7,3 milyon) haricinde, dört küçük
Balkan ülkesi daha ayrıntılı gezilmiştir:
Arnavutluk (Albania) - yüzölçümü 28,7 bin km2, nüfus 3 milyon
Makedonya (Macedonia) -
“ 25,7 bin km2, “
2 milyon
Karadağ (Montenegro) -
“ 13,8 bin km2, “
650 bin
Kosova (Kosovo) - “ 10,9 bin km2, “
1,8 milyon
(Not: Türkiye’nin Avrupa toprakları
(Doğu Trakya) 23 bin km2
civarındadır)
Hırvatistan topraklarına Karadağ’dan
sadece
Osmanlı
Devletine ve Türkiye Cumhuriyetine hizmet etmiş ünlü askerler, siyasiler,
işadamları, sanatçılar, bilim ve kültür adamları bu topraklarda yetişmiştir
(Mustafa Kemal Atatürk, Fahrettin Altay, Resneli Niyazi Bey, Ohrili Eyüp Sabri
Bey, Yahya Kemal, Necati Cumalı, Nazım Hikmet, Şemsettin Sami, Metin Serezli,
Şerif Gören, Necla Nazır, Yesari Asım Arsoy, Sadık Ahmed, Cavit Çağlar, Mehmet
Müezzinoğlu, v.s.).
Bugün Türkçe
konuşan nüfus Bulgaristan’da (588 bin), Yunanistan’da (150 bin), Makedonya’da
(80 bin) ve Kosova’da (50 bin) kalmıştır. Ancak Osmanlı döneminde İslam'ı
benimseyen, fakat anadilleri farklı olan etnik topluluklar da burada yoğun
yaşamaktadır: Arnavutluk'un % 70’i, Kosova’nın % 90’ı, Makedonya’nın % 30’u ve
Karadağ’ın % 20’si Müslümandır (bunlar arasında Bektaşi ve Halveti tarikatları
yaygındır, Melamilik ve Mevlevilik de görülür). Ayrıca Müslüman Romanlar da
vardır. Bunların dışında, “Pomaklar” (Bulgarca konuşurlar), “Torbeşler”
(Makedon Slavcası), “Goralılar” (Sırpça), “Meglen-Ulahlar” (Rumence),
“Patriyotlar” (Rumca) da Müslüman azınlıklardan sayılırlar. Karadağ’da ve
Kosova’da azınlık olarak Müslüman “Boşnaklar” da bulunmaktadır.
Gezimizin ilk
ve son günlerinde, mevcut otobanlar sayesinde, günde
VİA
EGNATİA: Osmanlı fetih güzergahı ise çok eski ve çok ünlü bir Roma yolunu, “Via Egnatia” yolunu kullanmıştır. M.Ö. 2. yüzyılda Roma
İmparatorluğunun Makedonya valisi Gnaeus
Egnatius tarafından başlatılmış olup, başkent Roma’yı en kısa yoldan
Makedonya’ya bağlamış, bilâhare ikinci başkent Byzantium’a (Constantinopolis,
İstanbul) kadar uzatılmıştır. Arada deniz geçişi vardır: İtalya kıyısındaki
Brindisi ile Arnavutluk kıyısındaki Dyrrachium (bugün Durrës, Dıraç) limanları
arasında. Dıraç’tan itibaren Balkan Yarımadasının dağlık bölgeleri en elverişli
vadiler ve doğal geçitler sayesinde aşılmış,
Dıraç- Elbasan - Ohri - Manastır(Bitola )- Vodine(Edessa) - Pella(Alakilise) - Selânik(Thessalonike)
-Amfipolis(Çayağzı) - Filippi(Filibecik) - Peritheorion = Anastasiopolis (Burukale )- İpsala
(Kypsela) -Marmara Ereğlisi (Perinthus) - İstanbul (Byzantium, Constantinopolis).
AB üyesi
olduktan sonra Yunanistan, “Egnatia
Odos” (“odos”= yol) adı altında, 1994-2009 yılları arasında, sadece kendi
topraklarını kapsayan 670 km’lik bir otoban (A2) yaptırtmıştır: Kipi (İpsala
sınır kapısının karşısında) – İgoumenitsa (İyon Denizi sahilinde feribot
iskelesi). Bu yol Türkiye, Makedonya ve Arnavutluk’tan geçirilmemiştir. 76 tünel
ve 1650 köprü içeren, Kuzey Yunanistan’ı enlemesine kat eden bu otoban Avrupa
Birliği’nin Balkanlardaki en pahalı altyapı yatırımı olmuştur (5,9 milyar €).
4 Mayıs 2015,
pazartesi sabahı erken saatlerde Edirne’nin Karaağaç semtinin bir km güneyinde
yer alan “Pazarkule” sınır kapısından yola koyulduk. Yunanistan’a ait Kastanies
(eski Çörekköy) sınır kapısından sorunsuz geçtik ve Meriç nehrinin sağ kıyısını
takip ederek
Batı Trakya
Ovası (Gümülcine Ovası) alçak bir
kıyı ovası olup Güney Rodoplar’dan batıda Karasu (Nestos, Mesta) nehrine kadar
uzanır. Bu nehir Makedonya dağlarından Çaldağı’nın (Lekani Dağı) doğu
eteklerinde akar ve Keremeti (Keramoti) doğusunda Ege Denizine dökülür. Batı
Trakya Ovası doğudan, kuzeyden ve batıdan dağlarla çevrili olup, güneyi Ege
Denizine açıktır. Bu alçak sahilde, denizle bağlantılı bir “çekmece” gölü,
Burugöl (Vistonia) bulunur.
Otoban,
Vistonia gölünün kuzeyinden geçirildiği için bu gölün kıyısındaki Burukale (Peritheorion = Anastasiopolis) harabelerini
fark etmek mümkün olmadı. Sol tarafta, çok uzaklarda Ege Denizi (Yunanlar bu
kısmına Thrakiko Pelagos, yani Trakya Denizi derler), Semadirek Adası
(Samothraki) ve daha batıya gittikçe Taşoz Adası (Thasos) sezilebiliyordu. Sağ
tarafta ise kesintisiz bir duvar gibi Rodop Dağları yükseliyordu. Dağ
köylerinde ve eteklerindeki Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Xanthi)
şehirlerinde cami minareleri Müslümanların hâlâ buralarda yaşadıklarına delâlet
ediyordu. Gerçekten de 1923-24 Ahali Mübadelesinden Batı Trakya Müslümanları
muaf tutulmuşlar ve Lozan Antlaşması hükümlerine göre kendi azınlık okulları,
cami ve müftülükleri bulunuyordu. Ancak bu durum sadece Nestos (Karasu, Mesta)
nehrine kadar sürecekti. Çaldağı yakınlarında bu nehrin köprüsünü geçtikten
sonra manzara birden değişti – ne cami, ne minare artık görmek mümkün değildi.
Bu nehir bir kader çizgisiydi – onun ötesinde Yunan Makedonyası başlıyordu ve Müslümanlar
mübadil olmuşlar, yerlerine Anadolu’dan getirilen Rumlar yerleştirilmişti.
Bunlar da önce minareleri yıkmışlar, han ve hamamlar depo olmuş, cami harimleri
ve bedestenler müze ve sergi salonu gibi kullanılıyordu. Trakya topraklarından
tranzit geçtiğimiz için Gümülcine ve İskeçe’ye girmedik, Dedeağaç (Aleksandrupoli)
taraflarına hiç gitmedik. Sadece kahve molası için Gümülcine’nin batı
kavşağında yarım saat durduk, çok güzel Türkçe konuşan servis elemanları bizlere
birer Türk kahvesi sundu ve kendimizi yabancı ülkede hissetmedik.
RODOP
DAĞLARI (Rhodopi, Osmanlı “Despot
Dağları” demiştir) Balkan Yarımadasının güneydoğusunda, geniş alana yayılmış
dağlık kütledir (
a) Batı Rodoplar
(%66) 1500 ilâ
b) Doğu Rodoplar 700-
Doğu Rodoplar'ın bir alçak uzantısı, Güney Rodoplar (~ 500-
Rodop Dağları bugün bile aşılması zor dağlık kütledir,
tarihte de büyük ordulara geçit vermemiştir. Gelişmemiş sınır bölgesi olduğu
için uygun yolları yoktur, fakat doğası bakir kalmıştır. Bu nedenle gezimiz
esnasında giderken güneyden, gelirken kuzeyden bu bölgeyi dolandık ve sadece
uzaktan seyrettik.
Balkanlarda
Osmanlı fetihleri genellikle aşamalı gerçekleşmiştir. Bilinmeyen bir coğrafyada,
kalıcı fetihlerden önce, “akıncı” birlikleri hem ilerideki topografya (ovalar,
dağlar, akarsular), hem de yerleşim yerleri ve müstahkem kaleler hakkında
istihbarat toplamışlardır. Aynı zamanda “ganimet” adı altında çapulculuk
yapmışlar, yerel halka korku salmışlar ve çok sayıda esirlerle dönmüşlerdir. Bu
akıncılar bazen yüzlerce kilometre uzaklara gidebilmişler ve önemli kaleleri
ele geçirebilmişler, fakat kalıcı askeri ve idari yöneticiler bırakmamışlardır.
Aradan beş-on sene geçtikten sonra sultan veya vezir komutasında esas ordu
ilerlemiş, akıncılar öncü olmuş ve yol göstermiş, fethedilen yerlere askeri
komutan (sancakbeyi, subaşı) ve kadı atanmış, bilâhare Anadolu’dan Müslüman
nüfus getirilerek kalıcı yerleşme başlatılmıştır. Denizcilikten ve
balıkçılıktan anlamayan Türkmenler ovaları veya otlakları bol olan yaylaları
(alçak dağları) tercih etmişlerdir. Bu nedenle adalar, kıyı yerleşimleri ve
yüksek dağlık alanlar yerlilere bırakılmıştır. Anadolu’dan aktarılabilecek Müslüman nüfus azalınca bazı yerli etnik unsurların (Arnavutlar, Boşnaklar,
Pomaklar gibi) İslâmiyet'e geçişi teşvik edilmiştir. Cizye vergisi vermekten
kurtulan ve askeri-idari alanda avantajlı duruma geçen bu yeni Müslümanlar,
İmparatorluğun en güvenli yerel dayanağı olmuşlar, bitmek bilmeyen savaşlarda
orduda cansiperâne görev yapmışlardır. Bu özellikler bilinirse neden bazı
Balkan şehir ve kaleleri için ilk fetih, ikinci fetih (bazen üçüncü fetih) gibi
farklı tarihler zikredildiği anlaşılacaktır.
Fetih
istikametine yöneltilen akıncı “uçbeyleri” çoğunlukla kendi başlarına hareket
etmişler, fethettikleri toprakları zeamet olarak kullanmışlar, “evlâdı fatihân”
adı altında ardıllarına geniş mülkler bırakmışlardır. “Sol kol” istikametinin
en ünlü akıncı beyi Gazi Evrenos Bey
olup, önce Serez’de, sonradan Vardar Ovası’nın ortasına kendi kurduğu Yenice-i
Vardar kasabasında ikamet etmiş, 17 Kasım 1417’de ölünce buraya gömülmüştür.
Oğulları Ali Bey ve İsa Bey akıncı kumandanları olarak Arnavutluk’ta, hatta
Eflâk ve Macaristan’da faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Dönüş yolunda
takip ettiğimiz ikinci bir fetih güzergâhı ise İhtiman’da “Orta Kol”dan ayrılan
ve doğrudan Üsküp’e (ve Kosova Ovasına) ulaşan “Samakov-Köstendil-Kumanova”
yoludur. 1392’de Üsküp’ü fetheden Paşa
Yiğit Mehmet Bey (öl.1413, Üsküp) bu istikametin ikinci ünlü “akıncı
beyi”dir. Onun evlâtlığı İshak Bey ve onun oğlu İsa Bey ise Kosova, Sancak,
Hersek ve Bosna fetihlerinde öncülük yapmışlardır. Diğer oğlu Turahan Bey ve
oğulları ise güneye doğru akınlar yaparak Tesalya ve Mora fetihlerinde önemli
görevler üstlenmişlerdir.
Karasu
(Nestos) Köprüsü’nü geçtikten sonra “Egnatia Odos” otobanı Çaldağı’nın (Lekani)
güney eteklerinde yükselmeye başladı. Sol tarafımızda artık Ege Denizi ve Taşoz
adası çok net seyredilebiliyordu. Keremeti (Keramoti) limanından feribotlar
adaya doğru yol alıyorlar, verimli düzlükte eski kaza merkezi Sarışaban
(Chrysoupoli) fark ediliyordu. Doğal park olan Nestos deltası yeşillikler
arasındaydı. Biraz daha batıya gidince otoban 200 m’ye yükselmiş, sol tarafta
aşağılarda deniz seviyesinde Kavala şehri ve limanı açıkça izleniyordu. Fakat
tam burada, Stavros kavşağında otobanı terk ederek EO12 No.lu Kavala-Drama
normal asfaltına girdik ve kuzeye yöneldik. Sağımızda Çaldağı kütlesi (
MAKEDONYA (Macedonia): Balkan Yarımadasının orta güneyinde,
Trakya bölgesinin batısında ve İlirya bölgesinin doğusunda kalan, Ege Denizine
kıyısı olan, yaklaşık 66 bin km2’lik tarihi-coğrafi bölgedir. M.Ö.
7. yy ile 2. yy arasında Makedonya Krallığı’nın çekirdek arazisi olmuş, dünya
tarihinde iz bırakmış ünlü fatih ve hükümdar Büyük İskender’in (Alexander the Great, Megas Alexandros) (MÖ. 356,
Pella – 323, Babil) ve onu yetiştiren babası II. Filip’in (II. Philippos,
MÖ. 382, Pella – 336, Vergina) memleketi sayılır. MÖ. 2. yüzyılda Roma
tarafından işgal edilmiş ve “Makedonya Eyaleti” adı altında Roma ve Bizans
dönemleri yaşamıştır. Bu dönemlerde en önemli şehri ve limanı olarak Selânik
(Thessaloniki, Solun) şehri öne çıkmıştır. Osmanlılardan kısa süre önce Büyük Sırbistan
çarı Stefan Duşan (hd. 1331-1355)
Makedonya topraklarını kendi imparatorluğuna katmıştır (Selânik hariç).
Ölümünden sonra krallığı parçalanmış ve Osmanlılar Makedonya ve Arnavutluk
topraklarını ardılları olan ve birbirleriyle anlaşamayan derebeylerden
almışlardır. Beş asırdan uzun süre Osmanlı idaresinde kalan bu bölgeye
Osmanlılar önce “Rumeli-i Garbi” (Western Roumelia), son yüzyılda “Makedonya”
demişlerdir.
Günümüzde siyasi olarak tarihî Makedonya toprakları üç
ülke arasında bölünmüştür: 1) Yunanistan veya Ege Makedonyası % 50; 2)
Makedonya Cumhuriyeti = FYROM [Former Yugoslavian Republic of Macedonia] veya
Vardar Makedonyası % 30; 3) Bulgaristan veya Pirin Makedonyası % 20. Yunan Makedonyası ise Doğu, Merkezî ve Batı
Makedonya bölgelerine ayrılmıştır.
[Not: "Makedonya Cumhuriyeti" günümüzde "Kuzey Makedonya Cumhuriyeti" adını almıştır]
Fiziki olarak Makedonya yüksek dağlar ve geniş ovalar
karmaşasıdır. Doğuda Rila-Rodop masifi ile batıda Adriyatik Denizine paralel
seyreden Arnavutluk Alpleri ve Yunan Pindus Sıradağları arasında kalan,
kuzeyden güneye doğru yine dağlarla parçalanmış kapalı havzalar ve geniş
ovalardan oluşur. Kuzey sınırını Şardağ (Çardağ) ve Şiroka Dağları meydana
getirirken, ortada Nice Dağı (Voras, Kaymakçalan) yükselir. En önemli akarsuyu
Vardar (Yun: Axios) olup, doğusunda Struma (Ustruma = İsteroma, Yun: Strymon);
batısında Aliakmonas (İnce Karasu, Bistritsa) nehrileri bulunur.
Doğu Makedonya
Doğu Makedonya
(Anatoliki Makedonia) en küçük bölümdür ve idari bakımdan (batı) Trakya ile
birleştirilmiştir. İki ilden meydana gelir: güneyde Kavala, kuzeyde Drama. Önemli
bir liman şehri olan Kavala’dan kuzeye giden ulusal EO12 karayolu tarihi “Via
Egnatia” yolunu takip eder. Philippi (Filibecik) harabelerinin yanından
geçtikten sonra “Şehitler Şehri” (Martyriki Poli) olarak adlandırılan 3,000
nüfuslu Doxato (Doksat) kasabasının da yanından geçtik. “Şehitler Şehri” ilân
edilmesinin nedeni etnik temizlik yapan işgalci Bulgar kuvvetlerinin, 30 Haziran
1913’te 500-600 kişiyi ve 29 Eylül 1941’de 14-yaşın üzerindeki tüm erkekleri
kurşuna dizmesidir [“Doxato Massacres”]. Drama’da da 2. Dünya Savaşı yıllarında
işgal Bulgar ordusu katliamlar yapmış ve 4,000 Musevi toplayarak Treblinka
kampına göndermişler ki, hiçbiri geri dönmemiştir. Her iki şehirde de öldürülenler
anısına anıtlar bulunmaktadır.
Drama:
Bol su kaynakları [bugünkü adı Grekçe kökenli Hydrama (hydor =
su)’dan gelir, eski adı Drabescus’tur] ve tütün depoları ile hafızalara
nakşeden bu şehir, seyahatimiz süresince ilk mola vererek sokaklarında
dolaştığımız yerleşim yeridir (nüfus 45 bin, rakım
Onun
Drama’nın ünlü
su kaynaklarını (Bozdağ’dan gelen 40 kadar kaynaktan bahsedilir) tasavvur edebilmek
için eski kentin en alçak yerinde bulunan “Karpuzkaldıran” (Aya Varvara) su
parkında dolaştık, Osmanlı
izleri taşıyan çeşmeler ve su değirmenleri tespit ettik.
Drama doğumlu
ünlüler arasında Mısırlı İbrahim Paşa (1789-1848), Dramalı Mahmut Paşa
(1770-1822), bestekâr Yesari Asım Arsoy (1900-1992) bulunur. Aslında “Kavalalı”
Mehmet Ali Paşa, Mısır’a asker yazılmadan önce, Kavala’da başlayan salgın
hastalıktan kaçarak eşi Emine Hanım’ın Drama yakınlarındaki Nusratlı köyüne
sığınmış ve ilk evlâtları (üç oğlan ve iki kız) burada dünyaya gelmişlerdir.
Türkülere konu olmuş “Drama Köprüsü”nün bugün hangisi olduğu kesin bilinmemektedir [Yerli
Rum araştırmacılara göre
Drama
Köprüsü bre Hasan dardır geçilmez, Drama Köprüsünü bre Hasan, gece mi geçtin?
Soğuktur
suları bre Hasan, bir tas içilmez Ecel şerbetini bre Hasan, ölmeden içtin
Anadan
geçilir bre Hasan, yardan geçilmez Anadan
babadan bre Hasan, nasıl vazgeçtin?
At
martini Debreli Hasan dağlar inlesin
At martini Debreli Hasan dağlar
inlesin
Drama
mahpusunda Hasan dostlar dinlesin Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin
Mezar taşlarını bre Hasan, koyun mu sandın?
Adam
öldürmeyi bre Hasan, oyun mu sandın?
Drama
mahpusunu bre Hasan, evin mi sandın?
At martini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin
Drama Ovası’nın kuzeyindeki Bozdağ
(Falakro Dağı,
Drama’dan
sonra batıya yöneldik, fakat Menikio Dağının yükseltilerini güneyden dolanan 70
km’lik engebeli yolu ancak bir saatte kat ettik. Osmanlı kaynaklarında sıkça
bahsedilen kaza merkezi Zihne (veya Zilhova) yolun
Merkezi Makedonya
Artık Merkezi
Makedonya (Kentriki Makedonia) topraklarına girmiş bulunuyorduk. Eskiden
Doğu Makedonya sayılan bereketli Ustruma Vadisi, günümüzde merkezî Makedonya’ya
dahil edilmiştir. Bulgaristan’da, Sofya’nın güneyindeki Vitoşa Dağından
kaynaklanan Struma nehri
Serez: Serez veya Siroz adlarıyla
Osmanlı tarihinde önemli rol oynamıştır [ilk fethedilen Sırp despotluk merkezi
olup, önce akıncılar üssü (1374/75), sonra da “uç beylik” olmuş (1383), Osmanlı
padişahları ve hanedan üyeleri ikamet etmiş, 1757 yılına kadar altın ve gümüş para
basan darphane barındırmış]. Serez’de doğan ünlüler arasında 2. Bayezid’in
torunu Gazi Hüsrev Bey (1480-1541, Saraybosna), Hoca İbrahim Paşa (öl.1713,
Edirne), Halil Rıfat Paşa (1827, Siroz’a bağlı Lika köyü-1901, İstanbul),
tiyatrocu Metin Serezli’nin babası Mehmet Esat Bey vardır. Ünlü çağdaş Yunan
siyasetçi Konstantin Karamanlis (1907-1998) de Serez’in Proti köyünde Osmanlı
tebaası olarak dünyaya gelmiştir.
Serez
girişinde, Ahmetbey Deresi üzerindeki köprüyü geçtikten hemen sonra sol tarafta
büyük bir cami kalıntısı gözümüze çarptı. Geniş bir alanı kapladığı dış avlu
duvar kalıntılarından belli oluyordu, belki de bir külliye içinde idi. Toprağın
birkaç metre aşağısında çukurda kalmış, her tarafını otlar bürümüştü, fakat son
cemaat yeri ve büyük kubbesi eski güzelliğini anımsatıyordu.. Tellerle
çevrilmiş, kapılarına kilitler takılmış, uyarı levhaları ile yaklaşmanın
tehlikeli olduğu duyuruluyordu. Yarı yıkık haldeki bu camiye Yunanlar internette
Ahmet Paşa Camii diyorlardı (bazı kaynaklarda ise Mehmet Bey Camii olarak
gösterilmektedir).
Üzülerek ana
cadde üzerinden kent merkezine kadar devam ettik ve burada restore edilmiş ve
Arkeoloji Müzesi olarak kullanılan bir Osmanlı Bedesteni (Çandarlı Hayrettin
Paşa, 1385) ile karşılaştık. Çevresinde küçük bir park ve yeşil alan
bulunuyordu. Tarihten ve edebiyattan hatırladığımız “Serez’in esnaf
çarşısı” burası olmalıydı:
1418’de (bazı kaynaklarda 1416, bazılarında 1420) ünlü
mutasavvıf Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, Sultan 1. Mehmed (Çelebi)
huzurunda yargılanmış ve Serez çarşısında idam edilmiştir:
“…Yağmur
çiseliyor Yağmur
çiseliyor
Serezin
esnaf çarşısında, Gecenin
geç ve yıldızsız saatidir.
Bir
bakırcı dükkanının karşısında Ve yağmurda ıslanan
Bedreddinim
benim bir ağaca asılı. Yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
Çırılçıplak
etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez
çarşısı dilsiz,
Serez
çarşısı kör.
Havada
konuşmamanın görmemenin kahrolası hüznü.
Ve
Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü…”
(Nazım Hikmet, 1934)
1924’te Serez’i terk eden mübadiller naaşını Türkiye’ye
getirmişler, 37 yıl gömecek yer bulunamamış ve sonunda 1961’de
İstanbul-Çemberlitaş’taki 2. Mahmud türbesinin avlusuna gömmüşler [“Simavna”
bugün Edirne’nin
Serez’den
sonra Lefkonas sapağından, güzergâhı yenilenen uluslararası A79 (Sofya-Selânik) yoluna girerek, önce
Ustruma köprüsünü geçtik, alçak bir dağ olan Vertiskos’un 600 m’yi aşmayan
sırtlarında
Mayadağ’dan
kalkar kazlar Mayadağ’ın
yıldızıyım Vardar akar hızlı
hızlı
Al
topuklu beyaz kızlar Ben
annemin bir kızıyım Kenarları
karlı buzlu
Yârimin
yüreği sızlar Efendimin sağ
gözüyüm Kara kaşlı yar bana
bakar
Eylenemem
aldanamam Eylenemem
aldanamam Eylenemem aldanamam
Ben
bu yerlerde duramam Ben bu yerlerde
duramam Ben bu yerlerde
duramam
Vardar
ovası Vardar ovası Vardar ovası
Vardar ovası Vardar ovası Vardar ovası
Kazanamadım
sıla parası Kazanamadım sıla
parası Kazanamadım sıla parası
Vardar Nehri Makedonya’nın en dolgun merkezi nehridir.
Dümdüz Vardar
ovasında (ort. rakım 30-
Nehirden
Yenice-i Vardar: Nea Pella köyünden
Yanniça’da
Pella Hotel’de konakladık. Bir aile işletmesi olan hotelde çok iyi karşılandık.
Yetmiş yaşlarındaki hotel sahibi doğma büyüme Yanniça’lı idi ve şehrin
tarihçesi ile çok ilgiliydi. Türkçe metinli bir broşür de bastırmıştı. Bizzat
kendi arabasına bindirerek bizleri gezdirdi ve Osmanlı eserlerinin yerlerini
gösterdi.
Önce Egnatia
Odos yolundan şehre girince, ana cadde olan Venizelos sokağının Strantzis sokak
ile birleştiği yerde, dikkatli bakmadan pek fark edilmeyen Büyük Cami’nin
kalıntılarını gördük. Gazi Evrenos ahfadından İskender Paşa tarafından 1510
yılında yaptırılmıştı, fakat korkunç yıkık haldeydi.
Yanniça: Gazi Evrenos Türbesi
Strantzis
sokağında devam ettik ve
Strantzis
sokak ekseninde tarihi Osmanlı yapılarını bulmak mümkün. Hamamdan
Strantzis sokağının sonlandığı
Agios Georgios Kilisesinin tam karşısında, iki blok arasına gizlenmiş, fakat iyi
onarım görmüş Evrenosoğlu Gazi Ahmet Bey (Evrenoszade Ali Bey’in oğlu)
türbesinin içi boştu.
Şehrin
kuzeybatı kısmında çok geniş bir alan tellerle çevrelenmiş ve büyük bir askeri
kışlanın muhtelif kalıntılarını (hamamlar, Askeri Cami, yemekhane ve yatakhane)
içeriyordu. Buraya inşaat yapılmıyordu, fakat kazı ve restorasyon da
yapılmamıştı. Bu alana girmek de mümkün olmadı, her tarafını otlar bürümüştü.
Bu alanın kuzey köşesinde ise Şeyh İlahi Camii’nin güdük minaresini ve metruk
halini tellerin dışından fotoğraf alabildik.
Yanniça’da Şeyh İlahi Camii (XV yy)
Kaynaklarda
zikredilen Evrenoszade İsa Bey’in camii ve türbesi hakkında bilgi edinemedik.
Ancak şehir merkezinden batıya giden yol kenarında Gazi Evrenos İmareti’nden
kalıntıları otobüs içinden görebildik.
Balkan
Savaşında, 20 Ekim 1912’de kaybedilen Yenice Çarpışmasından (Hasan Tahsin
Paşa’nın 25,000 askerine karşı 80,000’lik Yunan ordusu) sonra, 8 Kasım 1912’de
Hasan Tahsin Paşa savaşmaksızın Selânik şehrini Yunanlara teslim etmiştir.
Ertesi gün, 5
Mayıs 2015 sabahı erkenden Giannitsa’yı terk ederek batıya doğru yol almaya
başladık. Skidra sapağında sağa tarafa ayrılan yol, iki dağ arasında kapalı
kalan Karacaova’ya (Moglen, Meglen=
sisli ova) gidiyordu. Osmanlı döneminde Karaca Bey tarafından fethedilmiş,
burada yerleşik Ulahlar (Rumence’nin bir şivesini konuşan Aromani) Müslümanlığı
kabul etmişlerdi. Mübadele ile birlikte Türkiye’ye göç etmişler ve bir kısmı
Edirne’ye (Kıyık semtine) yerleşmişti (Karacaovalılar veya Nutyalılar). Fakat
Karacaova’nın en çok ziyaret edilen destinasyonu, Kaymakçalan eteklerindeki
kaynaklardan boşalan ve açık havada akan sıcak sulardır - “Loutra Loutraki”
(Kaplıcaların Kaplıcası).
Vodine: Karacaova’ya girmeden batıya
devam eden yol
Edessa sonrası
yol, iki dağ arasındaki bel’de 600 m’ye kadar yükselmeye devam etti [sağ
tarafta Nice Dağı (Yun: Voras, zirvesi Kaymakçalan,
Batı Makedonya
Batı Makedonya (Ditiki Makedonia)’nın denize kıyısı
yoktur. Kuzey-güney doğrultusunda 2000 m’lik sıradağlar, aralarında yüksek
çöküntü ovaları ve derin tatlı su gölleri ile tanınır. Bu dağlar ve ovalar
kuzeyde Makedonya Cumhuriyetinde de devam ederler. Merkezi Makedonya’dan ayıran
Vermion Dağının batısında Kayılar Ovası
yayılır. Fetih yıllarında buraya, Osmanoğulları’nın da ait olduğu “Kayı”
aşireti yerleştirilmiş ve “Kayılar” (bugün Ptolemaida) kasabası gelişmiştir. Bu
ovanın kuzeyinde, “Kirli Derbent” geçidi ile ayrılan, ünlü ve verimli “Pelagonia” ovası (ort. yükseklik
Via Egnatia
yolu takip edilerek, Yunanistan’ın dördüncü büyük gölü olan Vegoritida
(Slavcada Ostrovo, Osmanlı döneminde “Osturva”, su düzeyi
Pelagonia
ovasının batısında, Varnous Dağının eteklerinde Florina (Slavca Lerin) şehri (nüfus 17 bin, rakım
Makedonya Cumhuriyeti (FYROM) [Not: 2019’dan itibaren “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti”
adını almıştır]
Eski Yugoslavya’nın parçalanmasıyla bağımsız devlet
olan 6 cumhuriyetten biridir. 8 Eylül 1991’de bağımsızlık ilân etmiş, 8 Nisan
1993’te resmen tanınmıştır. Çok uluslu ve çok dinli karma yapısı vardır.
Nüfusun % 64’ünü oluşturan Makedonlar, Slav kökenli olup Bulgarcaya yakın bir
dil (Makedonca) konuşurlar, Kiril alfabesi kullanırlar ve Ortodoks Hıristiyan
dinine inanırlar. Kiril alfabesinin kendi topraklarında geliştirildiğini
savunurlar (Sveti Naum ve Sveti Kliment Ohridski), fakat antikçağın ünlü
komutanı Büyük İskender’le de övünmeyi eksik etmezler. Nüfusun % 25’ini oluşturan Arnavutlar Müslüman olup, kendilerine has bir dil olan Arnavutça konuşurlar. Nüfusun %
3,9’unu meydana getiren Türkler, sürekli göçlere rağmen, Osmanlı döneminden
(1385-1912) kalmış üçüncü sırada azınlıktır. Cumhuriyetin anayasasına göre
Türkçe eğitim yapabilirler, parti kurabilirler ve yayın yapabilirler
(Makedonya’da özel okul statüsünde Türkçe eğitim veren toplam 6 kolej ve 2
ilköğretim okulu faaliyettedir).
Mecitliye
sınır kapısından sonra görüntü birden değişti. Babadağa’a paralel kuzeye doğru
ilerliyorduk ve çevre köylerde yeniden cami minareleri belirdi. Demek ki, aynı
Pelagonia Ovasının Yunanistan tarafında kalan Müslümanlar zorunlu mübadil
olmuşlar ve sahipsiz kalan dini yapılar yıkılmıştı. Dümdüz bir fiziki
coğrafyadan geçirilen sınırın ötesinde Müslüman nüfus göçe zorlanmamış ve dini
yapılarına (camilerine) sahip çıkmaya devam ediyordu, hatta yeni inşa edilmiş
camiler de gördük.
Pelagonia Ovası’nı akaçlayan Çerna (Küçük Karasu)
nehri doğuya yönelerek, genişlemiş “Tikveş” vadisinden sonra Vardar’a dökülür.
Günümüzde baraj yapılmış ve Tikveş gölü oluşturulmuştur, dolayısıyla Tikveş bir
şehir değil bir yörenin adıdır. En büyük yerleşim yeri Kavadarci (nüfus 38 bin,
rakım
Manastır:
Manastır’ın
ortasında var bir havuz
Manastır’ın ortasında var bir çeşme
Canım
havuz Canım çeşme
Bu
yurdun kızları hepsi de yavuz
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz
çalar oynarız Biz
çalar oynarız
Manastır’ın ortasında var bir pınar
Canım pınar
Bu
yurdun kızları hepsi de çınar
Biz çalar oynarız
Tabi ki önce Atatürk’ün okuduğu Askeri İdadi binasını ziyarete gittik. İki katlı, dikdörtgen avlulu iyi korunmuş binada yerel Tarih Müzesi yer alıyordu. Sadece ikinci katın sağ kanadında, nispeten küçük bir mekanda, Atatürk’e ait bazı eşyalar, panolar ve fotoğraflar sergileniyordu.
Manastır (Bitola)’da Atatürk’ün okuduğu
Askeri İdadi Binası’nın ön
cephesi
Bu binanın yanından başlayan
geniş bir cadde (“Şirok sokak”) yayalara ayrılmıştı. Yürüyerek şehrin merkezi
sayılan Magnolija meydanına ulaştık. Meydanın ortasına şehrin banisi Makedonya
kralı II. Filip’in atlı heykeli yeni dikilmişti. Onun arkasında “Sahat Kula”nın
tepesinde haç yükseliyordu (eski bir Osmanlı kulesinin yerine 1830’da inşa
edilmişti). Birbirine benzeyen iki cami (Haydar Kadı Camii, 1560) ve Yeni Cami
(Kadı Mehmed Efendi Camii) yüksek kasnaklı kubbeleri ve ince uzun (
Manastır merkezinde Kral 2. Filip heykeli,
sağda Haydar Kadı Camii, arkada solda Yeni Cami
Manastır’dan
sonra Pelagonia Ovasını terk ederek batıya giden ve antik çağlardan bilinen Via
Egnatia yolu yüksek bir platodan (
Uzaktan bu
gölü gören Resne (Resen) (nüfus 16
bin, rakım
Resne’de Hürriyet Kahramanı “Niyazi Bey Sarayı”
Resne’den
sonra inişe geçen yol, bizleri çok daha geniş ve daha alçak tektonik çöküntüye
indirdi: Ohri çöküntüsü (Ohri Ovası ve Ohri Gölü). Ovada bir de hava alanı inşa
edilmiş ve çok sayıda turist ağırlayan Ohri’ye ulaşımı kolaylaştırmıştı.
Ohri: Gezimizin ikinci gününde görüp
gezmeyi ve konaklamayı planladığımız Ohri (Slav. Ohrid, Yun. Ochrida) şehrine
(nüfus 42 bin, rakım
Ohri Gölü (
Prespa gölünün
sularının Galiçitsa Dağının altından bu göle aktığına inanılmaktadır.
Manastırın kurucusu Sveti (Aziz) Naum (830-910), Slavca yazıyı (Kiril
alfabesini) Makedonya’da yayan ve kilise Slavcasını oturtan alim olarak saygı
görmektedir. Mezarı, manastırın içinde bulunan kilisenin kriptası'ndadır ve
Osmanlı döneminde Müslümanlar tarafından da “Saltuk Baba” makamı olarak saygı
görmüş, ziyaret ve adakta bulunulmaktadır.
Sveti
Naum ziyaretimizden sonra tekrar Ohri şehrine döndük ve göl kıyısında yer alan
“Riviera” hoteline yerleştik. Akşam yemeğinden sonra kordon boyunu ve şehir
merkezini gezdik. Aşırı kalabalık ve turistik bir cadde olan “Kuyumcular
sokağı”nda (St. Kliment Ohridski Str.) Ali Paşa Camii, Haydar Paşa Camii ve
“Çınar Meydanı”nda Pir Muhammed Mehmed Hayati Dergâhı ve Türbesini (1720), geç
saat olmasına rağmen, ziyaret ettik. “Türk Çarşısı”nda Türk kahvesi
ve Türk çayı bulduk. Yorgun olduğumuz için kale tepesine tırmanmadık.
Üçüncü günümüzün (6 Mayıs)
sabahında, erken saatlerde Ohri’yi terk ettik ve gölün kuzey kıyısını takip
ederek,
Struga:
Osmanlı’nın Usturga dediği bu küçük yerleşim (nüfus 16 bin, rakım
Fakat Osmanlı fetih güzergahı göl kıyısını takip ederek
güneye yöneldi (E852) ve Yablaniça dağı eteklerinde
Ohri Gölünün batı kıyısında,
III. İLİRYA
Balkan Yarımadasının en batısında yer alan ve Adriyatik Denizine paralel uzanan tarihi bölgeye Grekler ve Romalılar İlirya (İllyria) demişlerdir. Yarımadanın en eski sakinlerinden olan (Traklarla beraber) “illyri” kabilelerinin adından gelmektedir. Çok geniş bir alana (bugün Arnavutluk, Karadağ, kısmen Bosna-Hersek ve Hırvatistan) yayılmış olan bu kabileler tek bir devlet çatısı altında birleşememişlerdir. Kıyılarda Grek denizciler ticaret kolonileri kurmuşlardır. Roma tarihinde üç “İllyria Savaşı” bilinmektedir. M.Ö. III-II yüzyıllarda Roma bu toprakları istila etmiş ve kendisine bağlı “İllyricum Eyaleti”ni kurmuştur. “Kavimler Göçü” yıllarında kuzeyden Avarlar ve Slavlar bu topraklara girmişler, yerlilerle karışarak farklı etnik topluluklar meydana getirmişlerdir (Slavca konuşan Hırvatlar, Hersekliler, Karadağlılar). Sahil bandında ise Venedik hakimiyeti uzun sürmüş, Latince (sonradan İtalyanca), Latin alfabesi, Latin kültürü ve katolik Hıristiyanlık etkili olmuştur.
Dalmaçya (Dalmatia) ise İlirya’nın
deniz kıyısında kalan dar ve kayalık bir sahil şerididir (Dubrovnik, Split,
Şibenik ve Zadar). Bugün tamamen Hırvatistan sınırları içinde kalır. Bugün
Karadağ’a ait olan Kotor körfezi de eskiden Dalmaçya’nın parçası sayılmıştır.
Alp
Dağlarının devamı olan “Dinar Alpleri”, çok yüksek olmamalarına rağmen
(zirveleri 2000 m’nin altında), kıyıya paralel seyrederler. Kuzeyde Adriyatik
Denizinin dibinde kalan bu dağlar çok sayıda adalar, girintili çıkıntılı
kıyılar (fiyortlar) oluştururlar. Sadece Arnavutluk Alpleri geri çekilmişler,
önce tepelikli bir şerit, kıyı tarafında da düzlük (hatta bataklık) sahil bandı
bırakmışlardır.
ARNAVUTLUK
Kendi ülkelerine Şkiperya (Shqipëria) [= Kartallar
ülkesi] demelerine rağmen, eski Yunanlar Arbanitia, Latinler Albania demişlerdir. Osmanlıların ilk
tahrir defterlerinde (XV yy) “Arvanid” Sancağı denmiş, sonradan “Arnaut”
şeklini almış ve diğer Balkan ülkelerinde de böyle bilinmişlerdir (Arnaut
kaldırımı, Arnaut ciğeri, Arnaut inadı). Arnavutça ise çok eski bir Balkan dili
(İllir dili?) olup, Hint-Avrupa diller ailesinde tek başına bir öbek sayılır,
bugün yaşayan herhangi bir dille akrabalığı yoktur. 1908’den beri 36 harflik
Latince alfabeye geçmişlerdir.
Kadim İliryalıların günümüze ulaşabilmiş küçük bir kalıntısı sayılan Arnavutlar yüzyıllar boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı idaresinde yaşamışlarsa da, ulaşılmaz dağlarında aşiretler şeklinde örgütlenerek etnik kimliklerini ve dillerini muhafaza edebilmişlerdir. Din değiştirmiş (katolik % 10, ortodoks % 20 ve müslüman % 70) olsalar da birlik ve beraberliklerini korumuşlar, Balkan Savaşları sonucunda (1912-13) paylaşılan Osmanlı topraklarında (Büyük Devletlerin desteği ile) kendilerine bir devlet (Prenslik) elde etmişlerdir. Fakat Arnavutça konuşan kalabalık topluluklar komşu devletlerin sınırları içerisinde kalmıştır (Kosova nüfusunun % 90’ı; Makedonya nüfusunun % 25’i; Yunanistan - bilgi vermemektedir, Karadağ % 5). Karşı kıyıdaki İtalya ile var olan ticari ve iktisadi ilişkiler sonucunda, İtalya’ya göç etmişler (“arbereş”ler), buradan da Avrupa ve Amerika’ya yerleşerek güçlü bir “diaspora” oluşturmuşlardır. Fakat iki Cihan Harbinde de İtalya tarafından işgal edilmişlerdir. Arnavutluk’ta azınlık olarak Ulahlar (% 9,5), Yunanlar (% 3,2), Çingeneler (% 2,7), Sırplar (% 1,2), Makedonlar (% 1,1) vardır, fakat Türk kalmamıştır.
“Kafasan”
sınır kapısından sonra E852 (ulusal SH3) yolu batıya yönelerek hızla irtifa
kaybetti ve derin vadiler arasına indi. Önce Buştritsa deresi, sonra Şkumbin
nehrini takip ederek, sağ tarafta Şebenik-Yablanitsa dağları, sol tarafta
Polisit dağı arasından
Fraşerli
Ailesi: Polisit Dağının güney
tarafında kalan ve Bektaşi Tekkesiyle ünlü olan Frasher kasabasında dünyaya
gelen Frashëri kardeşler Osmanlı-Arnavut aydınlanmasının önde gelen
simalarıdır: Abdyl Frashëri (1839-1892), Naim Frashëri (1846-1900) ve Sami
Frashëri (1850-1904). “Şemsettin Sami” olarak da bilinen Sami Frashëri Yanya’da
Rum mektebinde eğitim görmüş, Doğu ve Batı dilleri öğrenmiş, Osmanlı
Türkçesi’nin ilk gramerini kaleme almış, Arapça, Türkçe, Fransızca Sözlükler
yayınlamış ve 6 ciltlik “Kamûs-ı Âlâm” ansiklopedisini yazmıştır. İstanbul’da
dünyaya gelen oğlu Ali Sami Yen (1886-1951) futbolcu ve “Galatasaray” kulübünün
kurucusudur. Fraşerli kardeşlerin hepsi İstanbul’da metfûndur.
Elbasan (nüfus 124 bin, rakım
Kale içindeki Hünkâr Camii (1492, Sultan 2. Bayezid zamanı) bizim için son derece önemli idi, çünkü Arnavutluk’ta ayakta kalabilmiş en eski Osmanlı eseriydi.
Şkumbin
(İşkombi) nehri (Roma döneminde Genesus) sadece Kuzey ve Güney Arnavutluk'u
birbirinden ayıran coğrafi sınır olmayıp, Arnavutçanın iki şivesini (kuzeyde
Geg, güneyde Tosk) ve iki giyim-kuşam kültürünü de ayrıştırır.
Elbasan’dan
sonra Şkumbin nehrini takip ederek batıya doğru alçalmaya devam eden yol
Peklin’den sonra, Arnavutluğun kıyı ovalarında, 20-40 m’lik rakımlarda,
kuzey-güney doğrultulu A2 (SH4) otoyoluna bağlandı. Burada sola, yani güneye
doğru kıvrıldık ve kıyıya paralel, fakat 15-
Burada 1385 yılında (yani 1. Murat zamanında ve 1.
Kosova Savaşından önce) Sadrazam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa ünlü “Savra (Devoll) Meydan Muharebesi”ni
kazanmıştır. Bu muharebe, çok erken bir dönemde Adriyatik kıyılarında
kazanılmış ilk meydan muharebesidir. Güney Arnavutluk prensi Karlo Topia
tarafından, kendisine saldıran Kuzey Arnavutluk prensi 2. Balşa’ya (Balşiç’e)
karşı, Ohri’deyken yardıma çağrılan Osmanlı kuvvetleri büyük galebe çalmışlar,
2. Balşa maktul düşmüş ve dağınık Arnavut prenslerinin çoğu Osmanlı süzerenliğini
kabul etmişler. Fakat gerçek Müslüman yerleşmesi Fetret Devri’nden sonra
başlamış ve Fatih’in oğlu 2. Bayezid döneminde tamamlanmıştır (yaklaşık 1500
yılı). Savra Ovasında bu zaferimizi hatırlatan herhangi bir anıt
bulunmamaktadır. Osmanlıları davet eden
Karlo Topia’nın adından sonraları bu topraklara “Karlo-Eli” (Karlı-ili)
denmiştir (bugün Güney Arnavutluk ve Batı Yunanistan).
A2 Otoyolu
maalesef tamamlanmamış, inşaat halindedir. Türkler tarafından 1729’da kurulmuş
olan, bugün asfalt, bitüm ve gaz merkezi Fier’in
(nüfus 84 bin, rakım
Avlonya: Otoyolda
Otranto
Çıkartması: Osmanlı tarihinin en
şaşırtıcı ve en cesur çıkartmasıdır. Fatih Sultan Mehmed’in denizden İtalya’yı
fethetme girişimidir. Bütün İtalya’yı korku ve dehşete düşürmüş, hâlâ “Mama
mia, Turchi!” deyimiyle çocuklarını susturmaktadırlar. Avlonya doğumlu devşirme
Gedik Ahmet Paşa (öl. 18 Kasım 1482, Edirne Sarayı) 1480’de donanmayı Avlonya
körfezinde toplamış,
Avlonyalı devşirme oldukları bilinen diğer
Osmanlı sadrazamları Damat Çelebi Lütfi Paşa (1468 - 27 Mart 1564, Dimetoka) ve
Kemankeş Kara Mustafa Paşa (1592 – 31 Ocak 1644, İstanbul)’dır. “Avlonyalı”
lâkabıyla bilinen Mehmet Ferit Paşa (1851-1914, Sanremo) ise 2. Abdülhamid’in
“İkinci Meşrutiyet” dönemi sadrazamıdır. Onun tavsiyesi ile 30 yıldır askıda
tuttuğu Kanunu Esasî’yi yeniden geçerli ilân etmiş, fakat sonradan
aldatıldığını düşünerek sadrazamı görevden almıştır.
28 Kasım 1912’de Avlonya’da İsmail Kemal (Vlora) Bey
(1844-1919, Perugia) başkanlığında toplanan Arnavut milliyetçileri
“bağımsızlık” ilan etmişler ve Vlorë ilk başkent sayılmıştır. 1913 yılında
Resneli Niyazi Bey limanda vapura binmek üzere iken koruması tarafından burada
öldürülmüştür [O zamanlarda halk arasında “Ne şehittir, ne gazi; gitti pisi
pisine Niyazi…” deyimi yaygın söylenmiştir].
Dıraç: Avlonya’dan geri dönerken tekrar
A2 otoyolunu takip ettik,
Dördüncü günün
(7 Mayıs) sabahında Dıraç merkezine gittik. Venediklilerden kalma “Torra”
kulesini ve deniz kenarındaki muazzam geniş parkı gezebildik. Arnavutluk'un her yeri bol miktarda heykellerle donatılmış, İtalyan ve
Alman faşizmine karşı verilen mücadelede
ölenler yüceltilmişti. Havanın bulutlanması ve yağmur başlaması nedeniyle uzaktan
minarelerini görebildiğimiz birkaç Osmanlı camiini ziyaret edemedik. Yağmur altında Dıraç’tan
Tiran: (Tiranë, Tirana) ülkenin
başkenti (1920’den beri) ve en büyük kentidir (nüfus 622 bin, rakım
Başkent Tiran merkezinde Arnavutluk'un
en büyük ve en süslü Ethem Bey Camii (1789)
Enver Hoca [Arn: Hoxha] (1908, Ergiri – 1985, Tiran] Güney
Arnavutluğun Gjirokastër (Ergiri) şehrinde Osmanlı tebası olarak dünyaya
gelmiş, 1930-36 arası Fransa’da yükseköğrenim görmüş ve burada sosyalist
fikirlerle tanışmıştır. Memleketine dönünce değişik okullarda Fransızca
öğretmenliği yapmış, 1939 İtalyan işgali üzerine görevden alınmış ve Tiran’a
giderek tütüncü dükkânı açmıştır. 1941’de Arnavutluk Emek Partisi’nin
kuruluşuna katılmıış, 1943’te bu partinin Genel Sekreteri olmuştur. İtalyan ve
Alman işgalcilere karşı silahlı gruplar örgütlemiş ve 1944’ta yeni kurulan
sosyalist cumhuriyetin ilk başbakanı olmuştur. Aralıksız 41 yıl Arnavutluğu demir
yumrukla yönetmiş, önce Stalin’in, sonra da Mao’nun komünist doktrinlerine
bağlı kalmış, revizyonistlerle anlaşamayarak ülkesini hem kapitalist, hem de
komünist cepheden soyutlamıştır.
Akçahisar: Osmanlı tarihi ve Arnavutluk
denince Akçahisar Kalesi’nden söz etmemek olamazdı. Tiran’dan sonra kuzeye
giden SH1 yolunun 20’inci km’sinden ayrılan 10 km’lik asfalt bir yol bizi Krujë (Kroya, Akçahisar) kalesine ve kasabasına götürdü (nüfus 10 bin, rakım
İskender Bey (1405, Debre – 1468, Leş): Arnavutların milli
kahramanı Skanderbeg [Gjergj
Kastrioti] 25 yıl süresince direnişi yönetmiş ve Arnavutluk'un fethini
geciktirmişti. Kastrioti hanedanından Gjon Kastrioti’nin en küçük oğlu olup
1421’de rehin olarak Edirne Sarayına gönderilmiş, burada Müslümanlığı kabul
etmiş ve kendisine İskender adı verilmiş. Askerlik sanatını Osmanlılardan
öğrenmiş, Sultan 2. Murad’ın birçok seferine katılmıştır. 1443’te, Niş
yakınlarında Morava nehri vadisinde Macarlarla yapılan savaşta, 300 Arnavut
askerini de kandırarak savaş alanını terk etmiş, baba memleketine gitmiş ve
sahte bir fermanla Kruje Kalesi’ni ele geçirmiştir. Burada İslâmiyet'ii
reddederek tekrar Ortodoks Hıristiyanlığa geçmiş, diğer Arnavut beylerini de
ikna ederek “Leş Birliği” adı altında askeri güçlerini birleştirmiştir.
Arnavutluk'a gönderilen Osmanlı ordularını yenmiş ve Kruje Kalesini başarılı
savunmuştur. 1468 yılında Leş’te ateşli bir salgın hastalıktan ölmüştür. Oğlu
Gjon Kastrioti 10 yıl daha kaleyi savunmuşsa da sonunda teslim olmuş, ardılları
İtalya’ya giderek asalet unvanlarıyla Napoli Krallığı topraklarında yaşamlarını
sürdürmüşlerdir.
Fetih
sonrasında Akçahisar (Krujë) tamamen Müslüman kasabasına dönüşmüş ve Bektaşiliğin
en önemli merkezi olmuştur. Bugün çok turist celbeden bir destinasyondur.
Dünyanın her yerinden gelen meraklı turistler ve kalabalık öğrenci grupları
inişli yokuşlu dar sokakları dolduruyor, hediye eşya satan dükkânlarıyla bizim Şirince'yi andırıyordu. Kaleye çıkan yol onarımda olduğu için uzaktan
seyretmekle yetindik, TİKA’nın restore ettiği camiyi fotoğrafladık. Kalenin
ardındaki dağın yamacında ise “Sarı Saltuk külliyesi” bulunmaktaymış, fakat yol
otobüsler için uygun değilmiş.
Krujë’den sonra tekrar SH1 ulusal
yoluna dönerek
İşkodra: Ülkenin kuzey sınırında ve
Balkanların en büyük gölünün (İşkodra Gölü, 48x14 km, 370-530 km2 alan,
rakım
Gölden çıkan
Buna (Boyana) nehri ile ona katılan Drin kolu arasında 130 m’lik tepedeki Rozafa
Kalesi’nin yanından geçtik.
Balkan Savaşında “İşkodra
Kalesi” olarak ün yapan bu müstahkem mevki, eski çağlarda “Rozafa” Kalesi olarak adlandırılırmış
ve ilginç bir efsaneye konu olmuş: Üç erkek kardeş bu tepenin zirvesinde kale
inşasına başlamışlar. Fakat bugün inşa ettikleri surları ertesi gün yerle
yeksan buluyorlarmış. Çaresizlik içinde ermiş bir kişiye başvurmuşlar. O da “tepenin
ruhunun insan kurbanı istediğini” bildirmiş. Üç kardeş aralarında sözleşmişler
ve ertesi günü tepeye ilk çıkacak kişiyi kurban olarak sur duvarına raptetmeyi
kararlaştırmışlar. Fakat aynı gece iki büyük kardeş karılarını tembihlerken,
saf olan en küçük karısına hiçbir uyarıda bulunmamış. Ve yeni evli ve emzikli
olan en küçük gelin Rozafa ertesi gün eşine yemek götürmek için tepeye
tırmanmış. Kendisine kurban edileceği bildirilince, “hiç olmazsa bir mememi
dışarıda bırakın da bebeğimi emzirebileyim” demiş. Öyle de yapmışlar. Surlar
çok sağlam yükselmiş, fakat kalenin bir duvarında zaman zaman anne sütüne benzeyen
bir sıvı süzülmeye başlamış.
Dubrovnik’e yetişmek için İşkodra şehrinin
gezilmesini dönüş yolumuza bıraktık. Ertesi gün aynı yoldan geri döneceğimiz
için çok yoğun olan dördüncü gün programında kısaltmalar yaptık. Şehrin
güneyinde bulunan Buna Köprüsünden geçerek batıya
KARADAĞ (MONTENEGRO, CRNA GORA)
Antikçağ’ın İlirya topraklarının ortasında yer alan bu
aşırı dağlık ve az nüfuslu bölgeye Roma ve Bizans döneminde “Dioclea”
(İmparator Diocletianus adını buradan almıştır) denmiş, Slav kabilelerinin
yerleşmesinden sonra “Zeta Prensliği” (Zeta burada bir akarsuyun adıdır)
kurulmuş. Zamanla bu prenslik Sırpların “Raşka Prensliği”nin egemenliğine
girmiş. Sırpçadan farklı bir Slavca dil konuşan, Ortodoks Hıristiyan olup Latin
alfabesini tercih eden Karadağlılar bugün ülke nüfusunun ancak % 45’ini
oluştururlar. Ulaşılmaz dağlarında, gevşek aşiretler federasyonu şeklinde, dinî
önderleri (vladika) yönetiminde komşularına (Hersekliler, Sırplar, Arnavutlar)
ve dış işgalcilere (Venedik, Osmanlı, Avusturya-Macaristan) karşı hep
direnmişler ve yarı-bağımsız kalmışlardır. Bugün ülkenin
Osmanlı döneminde İşkodra Vilayetine bağlı, İşkodra
Gölünün kuzeyinde kalan bugünkü başkent Podgoriçe (nüfus 156 bin, rakım
Karadağ’ın
iç bölgeleri bakir ve yalın doğa güzellikleriyle ilgi çeker (Tara kanyonu),
fakat otobüs gezileri için zordur. Bu nedenle turistik özellikleriyle ünlü kıyı
bandını, gezimizin dördüncü gününde güneyden kuzeye tranzit geçtik, beşinci günümüzde
ise kuzeyden güneye aynı yolu tekrar
kat ettik ve Arnavutluk topraklarına döndük. Dolayısıyla Karadağ’da hiç
konaklamadık.
Sukobin
sonrası, güneyde kalan Ulcinj (Ülgün) şehrini pypass ettik ve Krute sapağından
itibaren en kısa yolu (
“Magistrala”
denmesine rağmen iki şeritli asfalt bir yoldu, fakat denize dik inen dağların
yüksek yamaçlarındaki kayalar oyulmuş, tüneller ve yarı-tüneller yapılmıştı.
200-
Sveti Stefan Adasından sonra,
geniş bir körfezin kıyısında 14 bin nüfuslu Budva kasabası göründü. Osmanlı çok kısa süre (1571’de birkaç ay)
elinde bulundurmuş (önce Venedik’e, sonra Avusturya’ya bağlı kalmıştı). Ünlü
bir tatil beldesi olan Budva’da Osmanlı eserleri yoktu, fakat “Jadranska
magistrala” kasabanın içinden geçiyordu. Budva’dan sonra yol denizden
uzaklaştı, Grbalj Dağının doğusunda nispeten düzlük (Tivat düzlüğü ve Tivat
Havalimanı) bir alanda Kotor körfezine (Boka Kotorska) yöneldi.
Boka
Kotorska: Aslında bu doğal güzellik, 1000
m’ye kadar yükselen yalçın dağlar arasına giren 28 km’lik bir fiyort sayılırdı.
Azami derinlik
2004 yılında hizmete giren Vrmac
tüneli (
Herceg Novi (17 bin nüfus, Castelnuovo,
Neokastron) 1382’de Bosna kralı Stjepan Tvrtko tarafından inşa edilen bir ufak
kalesi ile Venedik egemenliğine meydan okumuştu. Soradan “herzog” (yani “düka”,
oradan da Osmanlı “hersek” deyimini türetmişti) unvanı taşıyan Stjepan Vukçiç
Koşaça’nın elinden 1482’de Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve 200 yıl (1687’ye
kadar) “Novi” adıyla Hersek Eyaletine bağlı kalmış. Karlofça Antlaşmasından
sonra Venedik’e bırakılmış.
Herceg
Novi’den kuzeye doğru devam eden derin bir vadide yavaş yavaş yükselerek
“Debeli Brijeg” mevkiindeki sınır kapısından Hırvatistan’a geçtik. Eski
Yugoslavya’ya ait devletler arasındaki sınır kapılarında aranmaksızın kısa
muamelelerle kolay geçilmektedir.
HIRVATİSTAN (Croatia)
Bugünkü Hırvatistan toprakları (yüzölçümü 56 bin km2,
nüfus 4,3 milyon) ilginç bir coğrafi
görünüme sahiptir – Bosna-Hersek yaylasını kuzeyden ve batıdan yarımay gibi
çevreler. Asıl Hırvatistan kuzeyde, Sava nehrine paralel yayılan verimli
Pannonia Ovasındadır (başkent Zagreb de buradadır). Batıda ise Adriyatik
kıyısındaki İstria Yarımadasına ve güneye doğru uzanan Dalmaçya sahillerine
sonradan sahip olmuştur. Ortaçağ Hırvat Banlığı 400 yıl Macaristan’ın, sonra da
200 yıl Avusrurya’nın egemenliğinde, yarı-özerk olarak kalmıştır.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşü ile yeni oluşturulan
Sırp-Hırvat-Sloven Krallığına (1928’den sonra Yugoslavya Krallığı)
bağlanmıştır. Katolik olan Hırvatlar Latin alfabesi kullanmakta, AB (Avrupa
Birliği) üyesi olmuşlar, Euro bölgesine henüz alınmamışlardır.
Osmanlı
Devleti bugünkü Hırvatistan topraklarına tamamen egemen olamamıştır. Kuzeyde
Slavonya bölgesine ve batısında iki sancağa (Požega; Pakrač) 170 sene kadar
hükmetmiş, Dalmaçya’da ise deniz gören dağların tepelerine (Klis, Knin ve Lika
sancakları) garnizonlar yerleştirmiş, denizden ablukaya alamadığı sahil
kentlerine karadan akınlar düzenlemekle yetinmiştir. Bunlar arasında en güneyde
kalan Dubrovnik (Ragusa) kentinin özel bir yeri vardır.
Denizde Venedik rekabetine dayanamayan bu liman-şehir, Balkan Yarımadasının
içlerine uzanan “kervan yolları” sayesinde çok büyük ticari kazançlar elde
etmiştir. Birçok maden ocaklarının işletme hakkını da almıştır. Edirne’nin
fethinden hemen sonra (1365) 1. Murad’ın sarayına çıkan ilk Batılı heyet
Dubrovnik’ten gelmiş, haraç teklif etmiş ve ticaret serbestisi almıştır. 1806
yılına kadar Osmanlı vasalı sayılmış ve himaye edilmiştir. Bu nedenle Dubrovnik
şehrine ve çevresindeki köylere akınlar yapılmamış, Türkler
yerleştirilmemiştir. Bugün popüler turistik destinasyon olan Dubrovnik (nüfus
42 bin) çok iyi korunmuş kalesi, limanı, kiliseleri ve sarayları ile dikkat
çekmektedir. Karadağ sınırından sadece
Nispeten daha
geniş ve kaliteli bir asfalt yoldan (“Jadranska Cesta”) kısa sürede Dubrovnik’e
ulaştık. Buradaki dağlar daha alçak olup, kıyıdan içerlere çekilmişti. Kıyı
şeridi ise kayalık ve girintili çıkıntılı idi. Denizde ise daha büyücek adalar
ve sayısız kayalıklar göze çarpıyordu. Sanki dev bir dinozor denizin dibine
dalmış ve sırt testeresi ara sıra su üstüne çıkıyordu.
Dubrovnik’e
vardığımızda hava kararıyordu. Önce deniz seviyesinden
Akşam
yemeğinden sonra “Old City” dedikleri tarihi kale içini gezmeye gittik. Olduğu
gibi muhafaza edilmiş bir Ortaçağ şehrini, taş döşenmiş sokaklarını,
kiliselerini, korunaklı limanını, dondurma ve turistik eşya satan dükkânlarını
azalmış kalabalıklar arasında ve gece serinliğinde dolaştık.
Gezimizin beşinci günü, 8. Mayıs sabahı
erkenden geri dönüş yoluna koyulduk. Bir gün önceden bildiğimiz yolu daha rahat
gezebilecek ve göremediğimiz yerleri de görecektik. “Boka Kotorska” engelini en
dar yerinden (Kamenari) feribotla aştık.
Tekrar
“Jadranska Magistrala” yoluna dönerek güneye doğru devam ettik. Budva ve Bar
şehirlerinden tranzit geçtik ve daha önce göremediğimiz Ülgün’e yöneldik.
Ülgün (Ulcinj, Dulcino, antik çağda
Olcinium) Karadağ’ın en güney sahil kasabası olup, Müslüman Arnavutların
çoğunluk oluşturduğu 10 bin nüfuslu sakin bir yerleşimdi. Şimdi bakımsız ve
yatırımsız kalmış, ihmal edilmişti, ama 300 yıl süren Osmanlı döneminde önemli
bir liman ve ticaret merkezi sayılmıştı. Çarşı boyunca, kale ve liman
çevresinde Osmanlı yıllarından kalma 6 eski cami yanında, bir de deniz
kıyısında yeni inşa edilmiş olan (2012) Denizciler Camii’ni ziyaret ettik. Hava o kadar sıcaktı ki, kale yanındaki plajda denize girenler az değildi.
Osmanlı tarihinde Ülgün kasabasının çok özel bir yeri
vardır: İzmir Musevî cemaatinden din âlimi olan Sabbetay Sevi (1626-1676) kendini 1666 yılında mesih ilân etmiş ve
çok sayıda taraftar toplamıştı. Kendisini halkı aldatmakla suçlayan diğer
Musevî önderlerin şikâyeti üzerine,
Edirne Sarayında Sultan 4. Mehmet huzurunda sorgulanmış ve öldürüleceğini anlayınca Müslümanlığı seçmiş,
taraftarlarının bir kısmı da onu takip etmişlerdi (Sabbetaycılar). 7 yıl
Edirne’de Hıdır Baba Bektaşileri yanında yaşamış, fakat gizlice Musevi
ayinlerine de katıldığı anlaşılınca, Osmanlı sınırları içerisinde hiçbir Musevînin
yaşamadığı anlaşılan uzak Ülgün kasabasına sürülmüş ve burada ölmüştü. Mezar
yeri bilinmemekte, fakat “Dönmeler” olarak bilinen taraftarları çoğunlukla
Selânik’e yerleşmişlerdi.
İşkodra: Ülgün’den sonra kıyı
şeridinden uzaklaşarak, güzergâhı Osmanlı yıllarında çizilmiş olduğunu tahmin
ettiğimiz (Ülgün-İşkodra) E752 No.lu yolu takip ettik, “Briska Gora” tepelik
bölgesinde
İşkodra’da
birkaç çok gösterişli yeni cami (Ebu Bekir Camii, Az-Zamil Camii) vardı, fakat
dış mimarilerinde Arap etkisi açıkça hissediliyordu. Aslında İşkodra’nın
Osmanlı yıllarından kalmış en büyük camii, ünlü Buşati ailesine mensup paşalar
tarafından 1773’te inşa edilen Kurşunlu Cami idi, fakat şehir dışında, bataklık
arazide kaderine terkedilmişti.
Buşati
Ailesi: İşkodra’nın güneyindeki Buşat
köyünden olan bu Arnavut asıllı Müslüman zadegân, merkezi otoritenin
zayıfladığı 18. yüzyılda, üç nesil İşkodra Valileri olarak (Mehmet Buşati,
Mahmut Buşati, Mustafa Buşati) kendi başlarına hareket etmişler ve 1757-1831
arası toplam 74 yıl Osmanlı Sultanlarına kafa tutmuşlardı.
İşkodra caddelerini
dolaşırken bir imam-hatip okulundan çıkan öğrenciler ile yakınında Türkiye’den
“İstanbul Vakfı” tarafından yaptırılan “Faik Hoxha Kültür Merkezi”nin yanında yeni
inşa edilmiş Osmanlı tipi eğitim camisi gördük ve durarak içini gezdik.
Kosova’ya
gidebilmek için SH1 ulusal otoyolunda güneye doğru devam ettik, Leş şehrini
geçtikten sonra Milot sapağından, Arnavutluk dağlarını enlemesine kateden ve doğuya
giderek bizleri Kosova’ya ulaştıracak olan SH30 yoluna girdik. Mat nehri
vadilerini kullanan 40 km’lik bu yol Rrëshen kasabasından sonra, Türkiye’nin
katkısıyla [Amerikan Bechtel-ENKA konsorsiyumu] inşa edilen 60 km’lik modern A1
otobanını (2010, Autostradë) kullandık. Issız ve heybetli Arnavutluk Dağları
arasında, akarsu vadileri değerlendirilmiş, 5,6 km’lik bir tünel sayesinde Drin
Nehri vadilerine en kısa yoldan ulaşılmıştı. Kukës’ten
Arnavutluğun en büyük akarsuyu olan Büyük Drin (Drini i Madh, toplam
uzunluk
KOSOVA (Kosovo, Kosovë)
Batı Balkanların ortasında, her taraftan dağlarla
çevrili, birbiriyle bağlantılı iki geniş ova yer alır: kuzeyden Kapaonik
Dağları (
Korunaklı iklimi ve verimli toprakları sayesinde ilk
çağlardan beri insanoğlu tarafından iskan edilmiştir. Bilinen en eski sakinleri
“Dardanlar” olduğu için antik dönemde “Dardania” diye adlandırılmıştır [bu
kabilelerin bir kısmı Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasına göç ettikleri için
boğazın bir adı da Dardanelles’tir, “Dardanos tümülüsü” de buradadır]. Roma ve
Bizans dönemleri geçirmiş, fakat “Kavimler Göçleri” yüzyıllarında değişik
kabileler yerleşerek Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. İlk Sırp
beyliğinin (Rascia, Raška) kurulduğu yer İbar nehrinin vadisidir. Nemanja
sülâlesi döneminde Sırp Devletinin çekirdek arazisi olmuş, başkentlerini
(Prizren, Priştine) ve dini merkezlerini (İpek = Peç Patrikliği) buraya
taşımışlar, çok sayıda kilise ve manastır inşa etmişlerdir (bunlar bugün
“UNESCO Dünya Kültür Mirası” listesindedir). Osmanlı tarihinde de 60 yıl arayla
iki büyük meydan savaşı kazanılmıştır – 1. Kosova Savaşı (1. Murat, 1389) ve 2.
Kosova Savaşı (2. Murat, 1448). Savaşların cereyan ettiği düzlüğe yerli Slavlar
“Kosovo polje” [“kos”= sürüler halinde göç eden ardıç kuşugiller ailesinden
“karatavuk” (Turdus merula) ve
“polje”= ova] demişlerdi. Türkler de bunu duyunca kısaca “Kos-ova” demişler ve
zamanla dağlarla çevrili 10 bin km2lik bütün bölge bu isimle
anılmıştır (Kosova Vilâyeti). 1873-74 yıllarında Selânik’ten gelen ve Üsküp’ten
geçen demiryolu hattı Priştine ve Mitroviçe’ye kadar getirilmişti. Balkan
Savaşından sonra (1913’te) Sırbistan Krallığına (küçük iki nahiye Karadağ’a) bırakıldı.
2. Dünya Savaşından sonra 1945’te Tito başkanlığında kurulan Yugoslavya
Federatif Sosyalist Cumhuriyetinde “Sırbistan Cumhuriyeti”ne bağlı özerk
(otonom) bölge oldu. Tito’nun ölümünden sonra Miloşeviç iktidarı özerkliği
iptal etti (1992) ve UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) silahlı direniş başlattı. 1999
Kosova Savaşı’nda NATO Belgrad’ı bombaladı ve Kosova’ya BM çatısı altında UNMİK
askerleri yerleştirildi. 2008’de Kosova Cumhuriyeti kendini “bağımsız” devlet
ilân etti, fakat Sırbistan (ve bazı diğer ülkeler) bu bağımsızlığı halâ
tanımadılar. Nüfusun % 90’ı Arnavut olup, bunların büyük çoğunluğu Müslüman,
çok azı Katolik Hıristiyandır. Ülkenin kuzeyinde (Mitroviçe) önemli bir Hıristiyan Sırp azınlık vardır (% 3-4) ve Sırpça ülkenin resmi ikinci dilidir. Dağınık
halde yaşayan 50 bin kadar insan Türkçe konuşur. Bazı bölgelerde (Prizren)
Türkçeye “yerel dil” statüsü verilmiştir.
Morinë/Vërmicë
sınır kapısından Kosova topraklarına geçtikten sonra “Rugova” Otobanı’nı (R7)
kullandık. Sağ tarafımızda ise Slavca anlamı “dağ” olan “Gora” bölgesi uzanıyordu.
Gora: Şar Dağları ile Koritnik Dağı arasında 1000-1500
metrelik yüksek bir yaylayı kaplayan Gora’da ilginç bir etnik grup yaşar –
Goralılar. Müslümanlığı benimsemiş, fakat Slavca bir dil (Sırpça) konuşan Goralılar
çok ağır doğa şartlarında ancak hayvancılık yapabiliyorlar. Dragaş ve Brod
kasabaları dışında 20 kadar köyleri vardır. Kosova haritasının (Kosova
bayrağında da yer almıştır) en güney uzantısını oluşturuyor Gora. İşsizlik
nedeniyle gençler göç etmiş ve nüfus azalmıştır.
Prizren:
“…Bir Türk
azdur deyü etme bahâne
Odun bir
şu’lesi besdür cihâne…”
(Suzi Çelebi, “Gazavetnâme”) [ Not: “od”= ateş; “şu’le”= alev ]
Prizren
bizlere evleri, sokakları, meydanları, köprüleri, hatta yukarıdaki kalesi ile
çok sıcak ve tanıdık geldi. Bozulmamış Osmanlı atmosferini özenle
koruyabilmişti.
Taşköprü
yakınlarında otobüsten indik ve yaklaşık iki saat Çarşı’yı, restore edilmiş
harika Sinan Paşa Camii’nin (1615) içini ve dışını, Gazi Mehmet Paşa
Hamamını (1674) ve Saat Kulesini (1498)
inceledik. Üniversite gençleri arasında kahvehanelerde oturduk ve Türkçe sohbet
edebildik. Tekrar bu şehri görmek dileği ile Şadırvan (Shatërvan) Meydanı’ndaki
kurnalardan su içtik.
Hava
kararmaya başlamıştı ki, M25 yolunu kullanarak Suhareka yönünde şehri terk ettik
ve birkaç km sonra Albes Hotel’e yerleştik (şehrin hotelleri zaten bu yol
üzerinde idi). Yorgunduk, çünkü çok uzun bir yol katetmiş, Dubrovnik’ten
Prizren’e kadar üç sınır kapısı geçmiş, Adriyatik kıyısından Şardağ eteklerine
ulaşmıştık.
Gezimizin
altıncı günü (9. Mayıs) hotelde kahvaltı ile başladı. Her zaman olduğu gibi
sabah 6’da uyandık, 7’de kahvaltıya indik ve 8’de yola koyulduk. Prizren
arkamızda kalmıştı, Suhareka yönünde
Büyük çabalar ve zaman kaybı sonunda M2
Priştine-Mitroviçe normal asfaltına girebildik.
Tekrar M2 Mitroviçe asfaltına
çıkarak
Tekrar M2
Mitroviçe asfaltına çıkarak
Priştine:
Geldiğimiz yoldan geri döndük, “Lakrishte” çember kavşağından Bulv. Bill
Clinton’a saptık, Nene Tereza Katedrali yanından Priştine idari merkezine
yöneldik. Ülkenin bugünkü başkenti ve en büyük şehri Priştine (Prishtinë)
(nüfus 145 bin, rakım
Tophane semtindeki bu camiyi ziyaret ettikten sonra, Medrese sokağından Madrasa semtini dolaştık (Mehmed Beg Camii, Yusuf Çelebi Camii), Osmanlı şehir merkezindeki camilerin ve Saat Kulesinin (1476) yanında durduk ve ünlü Fatih Camii’nin içini ve avlusunu gezdik (1461). Yaşar Paşa Camii ve Çarşı Camii onarımda idi.
Priştine, Osmanlı
döneminde nispeten ufak bir yerleşim olarak kalmış, fakat 1874’te demiryolu
buradan geçince Kosova Vilâyeti’nin merkezi Prizren’den buraya alınmıştır.
Priştine’den sonra güneye inen ve demiryolu hattını takip eden E65 (ülkenin M2)
karayolu üzerinde Makedonya sınırına kadar
Makedonya Cumhuriyeti (tekrar)
Dönüş
yolunda, kuzeyden tekrar Makedonya Cumhuriyeti’nin kuzey topraklarından
geçecektik. Özellikle ülkenin başkenti ve Türklüğün milli-manevi yadigârı Üsküp
şehri Kosova sınırından sadece
Tetovo (Kalkandelen, Tetovë) (nüfus 53 bin, rakım
Cami
yakınlarında akan Pena deresinin bitişiğinde ise eski Türk hamamı restore
edilmiş ve sergi salonu olarak değerlendirilmişti.
Fakat
Kalkandelen’in en ilginç Osmanlı eseri kuşkusuz Harabati Baba Tekkesi idi
(yerliler Arabati Baba derler). Şehrin kenarında, dağın eteklerinde, yeşillikler
içinde geniş bir arazi yüksek duvarlarla kapatılmıştı.
Kanunî’nin
kayınbiraderi Sersem Baba’nın, Dimetoka tekkesinden gelerek 1538’de kurduğu
Bektaşi tekkesini gezdik (sonraki postnişini Harabati Baba’nın çabalarıyla
genişletilmiş, 1799’da Recep Paşa tarafından yenilenmişti).
Tetovo’dan
Üsküp: Geldiğimiz yoldan doğu
istikametinde geri giderek Üsküp’e (Skopje,
Scupi, Shkupi) (nüfus 500 bin, rakım
Daha M.S. I yüzyılda Romalılar tarafından askeri kamp
(Scupi) olarak kurulmuş ve “Paeonia” bölgesini denetim altında tutmuştur.
Bizans İmparatorluğu yıllarında ticari ve idari önemini sürdürmüş, fakat
1282’de Sırp Krallığının eline geçmiş, 1346’da Çar Stefan Duşan burada taç
giyerek kendini “Sırpların ve Rumların İmparatoru” ilân etmiştir. 1392’de ünlü
Paşa Yiğit Mehmet Bey (öl. 1413, Üsküp) tarafından fethedilerek “uç beylik” ve
akıncı üssü yapılmıştır. Saruhan beyliğinden yürükler getirilmiş ve tüm bölge
(Batı Rumeli) Türkleştirilmişti. Paşa Yiğit’in oğlu İshak Bey (Isak-Beg)
1415-1439 arası Üsküp Sancakbeyliğini sürdürmüş, Arnavutluk ve Bosna-Hersek’e
kadar akınlar düzenlemiş; torunu İsa Bey (İsa-Beg İsakoviç) ise 1450-1460 arası
Bosna’yı fethederek, Yeni Pazar (bugün Sırbistan’ın Sancak bölgesinde) ve
Saraybosna (Saraevo) şehirlerini kurmuştur.
Üsküp’te en
önemli Osmanlı eseri Vardar nehri üzerindeki Taşköprü’nün (1469) inşasına
Sultan 2. Murat başlamış, Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamlanmıştır. Yüzyıllarca şehrin alâmeti farikası olan bu güzelim köprü, bugünkü
yönetimin çevresini büyük binalar ve dev heykellerle doldurması sonucu gölgede
kalmıştır. Zaten bu küçük ve fakir ülkenin aşırı milliyetçi ve “grandoman”
yöneticileri, kimlik ve büyüklük iddialarıyla, milattan önce yaşamış Büyük
İskender’e ve babası Kral 2. Filip’e köprünün iki yakasına dev heykeller
dikmişler, 9. yüzyılda yaşamış Hıristiyan azizlerin ve 19. yüzyılda Osmanlı’ya
karşı çetecilik yapmış “milli kahramanlar”ın her köşedeki anıtlarıyla, Üsküp’ün
Osmanlı görünümünü örterek, Avrupa imajı verebilmek için mantıksız ve zevksiz
kentleşmede aşırıya kaçmışlardır.
Taş döşeli
daracık sokakları, dükkânları, hanları (Kapan Han, Sulu Han, Kurşunlu Han) ve
hamamlarıyla (Çifte Hamam, Davut Paşa Hamamı) çok iyi korunmuş bir Osmanlı
semti idi, fakat çok tenha, dükkânlar kapalı, sokaklarda birkaç
turist dışında kimse dolaşmıyordu.
Bu şaşırtıcı
görüntü “Bitpazar” denilen, gıda ve meyve-sebze satılan yerde de bizi hayrete
düşürdü. Osmanlı döneminden kalma camilerin [Murat Paşa Camii (1436), İshak Bey
Camii veya Alaca Cami, İsa Bey Camii (1475), Yahya Paşa Camii (1504)]
minarelerini ve Saat Kulesi’ni (1566) Bitpazarı caddesinden görüntüledik ve yaklaşan yağmurdan kaçarcasına “Victoria”
otelimize döndük.
Türk edebiyatının büyük üstadı Yahya Kemal Beyatlı [Ahmet Agâh] (1884, Üsküp-1958, İstanbul)
“Rumeli şairi” olarak kaybedilen bu Türk
yurdunun özlemini dile getirmiştir:
Balkan
şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han
diyarıdır,
Her
lâhza bir alev gibi hasreti duyduğum. Evlâd-ı Fatihan’a onun yadigârıdır.
Kalbimde
vardı “Byron”u bedbaht eden melâl
Firuze kubbelerle bizim
şehrimizdi o;
Gezdim
o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl… Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz’di o.
Aldım
Rakofça kırlarının hür havâsını,
(“Kaybolan Şehir” şiirinden)
Duydum,
akıncı cedlerimin ihtirâsını
(“Açık Deniz”
şiirinden)
Ertesi gün,
10. Mayıs, Pazar, gezimizin yedinci ve son günü idi. Çok uzun bir yol (
Bulgaristan’a
doğru yola çıkınca, en kısa ve en doğal yol olan Eğri Dere (Kriva Reka)
vadisine ulaşmadan önce, Kumanova
(Kumanovo) (nüfus 70 bin, rakım
Kumanovo
şehrinin kuzeyinde, “Selânik da
yer alan Deve Bair / Gyueshevo
Makedon-Bulgar sınır kapısına ulaştık. Osmanlının gerek fetih yıllarında,
gerekse 500 yıl süren barış yıllarında çok kullandığı bir güzergâh idi. Sol
tarafta Derman Dağı (German Planina) ve Kozjak Dağı (
BULGARİSTAN
Bulgaristan’dan
hızla ve tranzit geçmemiz gerekiyordu. Sadece Makedonya sınırına yakın
Köstendil şehrinde (Osmanlı döneminde sancak merkezi) kısa bir mola verdik.
Köstendil: “Gyueshevo” sınır kapısından
sonra 22 km’lik bir inişle, Osmanlının sıcak kaplıcaları ve meyve bahçeleriyle
ünlü Köstendil’e (Kyustendil, Slavca:
Velbıjd, Roma dönemi: Pautalia) (nüfus 44 bin, rakım
Sırp Sındığı Savaşından sonra 1373’te Osmanlıya tabi
olmayı kabul eden yerli despot Konstantin (Kostadin) Dragaş’ın adından
“Kostadin-ili” deyimi zamanla “Köstendil” olmuştur. 1395’te Yıldırım Bayezid’in
yanında Eflâk’ta savaşırken hayatını kaybeden Kostadin-Beg’ten sonra bereketli
toprakları ilhak edilmiş ve Köstendil Sancağı meydana getirilmişti.
1878 sonrası
Türklerin terk ettiği şehirde ayakta kalabilen Fatih Camii’ni (1463) görmek için
şehir merkezinde mola verdik. Caminin yerini bulduk, zaten ana cadde
üzerindeydi. Fakat bu güzelim caminin yıkık hali hepimizi şok etti. Oysa
birkaç sene önce Köstendil’e gelmiştim ve minaresi, kubbesi, son cemaat yeri
sapasağlam duruyordu. Altı yıl içerisinde viraneye dönüşmüştü.
Geçtiğimiz
Arnavutluk, Karadağ, Kosova ve Makedonya’da genellikle eski Osmanlı camileri
onarılmıştı. Buralarda TİKA çok başarılı işler yapmıştı, fakat Bulgaristan’daki
(ve Yunanistan’daki) camilerimiz göz göre göre harap oluyordu. Her halde Bulgar
hükümeti restorasyona izin vermiyordu (daha önceki gezilerimizden Şumnu’daki
Tombul Cami’nin, Razgrad’taki İbrahim Paşa Camii’nin acınacak hallerine de çok
üzülmüştük). Halbuki oturduğumuz Edirne’de son yıllarda iki Bulgar Kilisesi’nin
(Sv. Georgi; Sv.Sv. Konstantin i Elena) başarılı restorasyonu
gerçekleştirilmişti.
Köstendil’de
öyle bir hüsrana uğramıştık ki, burada varlığı bilinen diğer bir camiyi (Ahmet
Paşa camii, 1575) ve muhteşem boyutlu Çifte Hamamı aramadık bile. Moralimizin
bozulduğu bu şehri kaçarcasına terk ettik. E871 asfaltını takip ederek
Tam tamına bir
haftada, harita üzerinden
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder