2 Aralık 2021 Perşembe

OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE - ARNAVUTLUK, MAKEDONYA, KARADAĞ, KOSOVA

 OSMANLI  ESERLERİNİN  İZİNDE

 

 

 

ARNAVUTLUK,  MAKEDONYA, KARADAĞ, KOSOVA







Prof. Dr. Recep MESUT




Edirneli bir grup tarihseverin üç yıldır sürdürdükleri gezilerin üçüncüsü bu yıl 4-10 Mayıs 2015 tarihleri arasında yapılmıştır. Edirne fethini (1361) başlangıç tarihi ve Edirne’yi referans noktası alarak, “Sağ kol” (2013’te) ve “Orta kol” (2014’te) fetih güzergahlarını gezip gördükten sonra, bu yıl “Sol kol” fetihlerine sıra gelmiştir.

Kabaca “BATI BALKANLAR” istikametinde cereyan eden bu fetihler, “Batı Trakya-Makedonya-Arnavutluk” hattını (antik çağların “Trakya”, “Makedonya” ve “İlirya” bölgelerini) takip etmiş ve Osmanlı askeri güçleri daha 1385’te Adriyatik Denizi kıyılarına ulaşmıştır (bu deniz Edirne’den kuş uçuşu 600 km’dir, yani Ankara’dan daha yakındır). Balkanlardaki en erken ve en başarılı fetihler bu hatta gerçekleşmiş, çünkü Bizans’ın zafiyeti, Sırpların parçalanmış durumu ve Arnavutluk’un birbirleriyle kavga eden feodal beylikleri, çok büyük kuvvetler gerektirmeden ve kanlı meydan muharebeleri yapılmadan bu fetihleri mümkün kılmıştır. Unutmayalım, aynı zamanda bu topraklar Osmanlı İmparatorluğundan en son kopan parçalardır: 1912-13 Balkan Savaşları’nda yitirilmişler, köklü Türk ve Müslüman nüfus zorunlu muhacir ve mübadil olmuştur. Çektikleri acıların hatıraları hala torunlarında yaşamaktadır. Söz konusu Rumeli toprakları Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ilerici ve devrimci rol oynamışlardır (Resne, Ohri, Manastır). 20. yüzyıl başlarında “Hürriyet! Müsavat! Uhuvvet!” [Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!, yani Fransız İhtilâlinin “Liberté! Égalité! Fraternité!”] sloganları ile 1908-1909 İkinci Meşrutiyet hareketi burada başlatılmış, 23 Temmuz 1908’de anayasal ve parlamenter düzene geçiş coşkuyla ilân edilmiştir. Komitacıların terörist eylemleriyle de Osmanlı toplumu ilk kez buralarda tanışmıştır.

Adriyatik kıyılarına ulaşıldıktan sonra “sol kol-batı” iki alt-kola (kuzey ve güney) ayrılmıştır: kuzey istikametinde Karadağ, Hersek ve Hırvatistan’a; güney istikametinde ise Batı Yunanistan’a (Epir, Karlıeli, Mora Yarımadası) devam edilmiştir. Adriyatik Denizi’ni aşarak İtalya kıyılarına, ancak donanmaya sahip olunduktan sonra (Fatih Sultan Mehmet zamanında) 1480’de Gedik Ahmet Paşa “Otranto Çıkartması”nı yapabilmiştir.

“Sol kol” ilerleyişinin orta mesafesi sayılan “Vardar Ovası”na daha 1373’te ulaşılmış, Anadolu’dan Türk aşiretler getirilerek yoğun ve kalıcı bir İslamlaştırma siyaseti gerçekleştirilmiştir. Vardar Ovasından da kuzeye (Üsküp, Kosova, Sancak) ve güneye (Tesalya, Beotya, Attika, Mora) yan-kollar açılmış ve 1500 yılı civarında Yarımadanın karadan fetihleri tamamlanmıştır.

Osmanlının hakim olduğu 500 yıl süresince, sınır ve gümrük geçmeden ulaşılan Adriyatik kıyılarına, bugün Balkanların siyasi parçalanmışlığı nedeniyle çok sayıda sınır geçişlerimiz olmuştur (gidiş-dönüş toplam 11). 7 günde 7 çağdaş Balkan ülkesine ayak basılmıştır: Yunanistan, Makedonya Cumhuriyeti (gidişte ve dönüşte), Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Kosova ve Bulgaristan. Karayolu ile seyahat ettiğimiz için mutlak geçmek mecburiyetinde olduğumuz sınır komşularımızdan gidişte Yunanistan (yüzölçümü 132 bin km2, nüfus 11 milyon) ve dönüşte Bulgaristan (yüzölçümü 111 bin km2, nüfus 7,3 milyon) haricinde, dört küçük Balkan ülkesi daha ayrıntılı gezilmiştir:

 

Arnavutluk (Albania)       - yüzölçümü        28,7 bin km2, nüfus 3 milyon

Makedonya (Macedonia)  -                        25,7 bin km2,         2 milyon

Karadağ (Montenegro)     -                        13,8 bin km2,         650 bin

Kosova (Kosovo)              -                         10,9 bin km2,         1,8 milyon

           (Not: Türkiye’nin Avrupa toprakları (Doğu Trakya)  23 bin km2 civarındadır)

 

Hırvatistan topraklarına Karadağ’dan sadece 50 km girilerek Dubrovnik (Ragusa)           gezilmiş, konaklanmış ve ertesi gün Karadağ üzerinden Arnavutluk’a tekrar dönülmüştür.

 

Osmanlı Devletine ve Türkiye Cumhuriyetine hizmet etmiş ünlü askerler, siyasiler, işadamları, sanatçılar, bilim ve kültür adamları bu topraklarda yetişmiştir (Mustafa Kemal Atatürk, Fahrettin Altay, Resneli Niyazi Bey, Ohrili Eyüp Sabri Bey, Yahya Kemal, Necati Cumalı, Nazım Hikmet, Şemsettin Sami, Metin Serezli, Şerif Gören, Necla Nazır, Yesari Asım Arsoy, Sadık Ahmed, Cavit Çağlar, Mehmet Müezzinoğlu, v.s.).

Bugün Türkçe konuşan nüfus Bulgaristan’da (588 bin), Yunanistan’da (150 bin), Makedonya’da (80 bin) ve Kosova’da (50 bin) kalmıştır. Ancak Osmanlı döneminde İslam'ı benimseyen, fakat anadilleri farklı olan etnik topluluklar da burada yoğun yaşamaktadır: Arnavutluk'un % 70’i, Kosova’nın % 90’ı, Makedonya’nın % 30’u ve Karadağ’ın % 20’si Müslümandır (bunlar arasında Bektaşi ve Halveti tarikatları yaygındır, Melamilik ve Mevlevilik de görülür). Ayrıca Müslüman Romanlar da vardır. Bunların dışında, “Pomaklar” (Bulgarca konuşurlar), “Torbeşler” (Makedon Slavcası), “Goralılar” (Sırpça), “Meglen-Ulahlar” (Rumence), “Patriyotlar” (Rumca) da Müslüman azınlıklardan sayılırlar. Karadağ’da ve Kosova’da azınlık olarak Müslüman “Boşnaklar” da bulunmaktadır.

 

Gezimizin ilk ve son günlerinde, mevcut otobanlar sayesinde, günde 500 km üzerinde yol alındı, gidişte Yunanistan Trakya’sı (Batı Trakya) ve dönüşte Bulgaristan Trakya’sı (Yukarı Trakya) tranzit geçildi [bu bölgeler Edirne’den günübirlik veya hafta sonu iki günlük turlarla da gezilebilir]. Esas ağırlık Batı Balkanlara ve Adriyatik kıyılarına verildi, mümkün oldukça tarihi “Osmanlı fetih güzergahı” tercih edildi.

 

 VİA EGNATİA: Osmanlı fetih güzergahı ise çok eski ve çok ünlü bir Roma yolunu, “Via Egnatia” yolunu kullanmıştır. M.Ö. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğunun Makedonya valisi Gnaeus Egnatius tarafından başlatılmış olup, başkent Roma’yı en kısa yoldan Makedonya’ya bağlamış, bilâhare ikinci başkent Byzantium’a (Constantinopolis, İstanbul) kadar uzatılmıştır. Arada deniz geçişi vardır: İtalya kıyısındaki Brindisi ile Arnavutluk kıyısındaki Dyrrachium (bugün Durrës, Dıraç) limanları arasında. Dıraç’tan itibaren Balkan Yarımadasının dağlık bölgeleri en elverişli vadiler ve doğal geçitler sayesinde aşılmış, 1120 km (746 Roma mili) uzunluğunda, 6 m genişliğinde taş döşenmiş ve kum doldurulmuş, köprüler ve muhafız kuleleri inşa edilmiştir. Bu tarihi yolun bugün de bazı kısımlarını fark etmek mümkündür:

Dıraç- Elbasan - Ohri - Manastır(Bitola )- Vodine(Edessa) - Pella(Alakilise) - Selânik(Thessalonike) -Amfipolis(Çayağzı) - Filippi(Filibecik) - Peritheorion = Anastasiopolis (Burukale )- İpsala (Kypsela) -Marmara Ereğlisi (Perinthus) - İstanbul (Byzantium, Constantinopolis).

AB üyesi olduktan sonra Yunanistan, “Egnatia Odos” (“odos”= yol) adı altında, 1994-2009 yılları arasında, sadece kendi topraklarını kapsayan 670 km’lik bir otoban (A2) yaptırtmıştır: Kipi (İpsala sınır kapısının karşısında) – İgoumenitsa (İyon Denizi sahilinde feribot iskelesi). Bu yol Türkiye, Makedonya ve Arnavutluk’tan geçirilmemiştir. 76 tünel ve 1650 köprü içeren, Kuzey Yunanistan’ı enlemesine kat eden bu otoban Avrupa Birliği’nin Balkanlardaki en pahalı altyapı yatırımı olmuştur (5,9 milyar €).

 

4 Mayıs 2015, pazartesi sabahı erken saatlerde Edirne’nin Karaağaç semtinin bir km güneyinde yer alan “Pazarkule” sınır kapısından yola koyulduk. Yunanistan’a ait Kastanies (eski Çörekköy) sınır kapısından sorunsuz geçtik ve Meriç nehrinin sağ kıyısını takip ederek 100 km güneydeki “Egnatia Odos” otobanına Ardanio (eski Saranlı) kavşağından ulaştık. Meriç’in batısında seyahat ettiğimiz için artık Batı Trakya’da sayılırdık. Ege Denizine kadar uzanan alçak Güney Rodop Dağlarını batıya doğru otoban sayesinde çok kısa sürede aştık ve önümüzde verimli Batı Trakya Ovası açıldı.

 

Batı Trakya Ovası (Gümülcine Ovası) alçak bir kıyı ovası olup Güney Rodoplar’dan batıda Karasu (Nestos, Mesta) nehrine kadar uzanır. Bu nehir Makedonya dağlarından Çaldağı’nın (Lekani Dağı) doğu eteklerinde akar ve Keremeti (Keramoti) doğusunda Ege Denizine dökülür. Batı Trakya Ovası doğudan, kuzeyden ve batıdan dağlarla çevrili olup, güneyi Ege Denizine açıktır. Bu alçak sahilde, denizle bağlantılı bir “çekmece” gölü, Burugöl (Vistonia) bulunur.

 

Otoban, Vistonia gölünün kuzeyinden geçirildiği için bu gölün kıyısındaki Burukale    (Peritheorion = Anastasiopolis) harabelerini fark etmek mümkün olmadı. Sol tarafta, çok uzaklarda Ege Denizi (Yunanlar bu kısmına Thrakiko Pelagos, yani Trakya Denizi derler), Semadirek Adası (Samothraki) ve daha batıya gittikçe Taşoz Adası (Thasos) sezilebiliyordu. Sağ tarafta ise kesintisiz bir duvar gibi Rodop Dağları yükseliyordu. Dağ köylerinde ve eteklerindeki Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Xanthi) şehirlerinde cami minareleri Müslümanların hâlâ buralarda yaşadıklarına delâlet ediyordu. Gerçekten de 1923-24 Ahali Mübadelesinden Batı Trakya Müslümanları muaf tutulmuşlar ve Lozan Antlaşması hükümlerine göre kendi azınlık okulları, cami ve müftülükleri bulunuyordu. Ancak bu durum sadece Nestos (Karasu, Mesta) nehrine kadar sürecekti. Çaldağı yakınlarında bu nehrin köprüsünü geçtikten sonra manzara birden değişti – ne cami, ne minare artık görmek mümkün değildi. Bu nehir bir kader çizgisiydi – onun ötesinde Yunan Makedonyası başlıyordu ve Müslümanlar mübadil olmuşlar, yerlerine Anadolu’dan getirilen Rumlar yerleştirilmişti. Bunlar da önce minareleri yıkmışlar, han ve hamamlar depo olmuş, cami harimleri ve bedestenler müze ve sergi salonu gibi kullanılıyordu. Trakya topraklarından tranzit geçtiğimiz için Gümülcine ve İskeçe’ye girmedik, Dedeağaç (Aleksandrupoli) taraflarına hiç gitmedik. Sadece kahve molası için Gümülcine’nin batı kavşağında yarım saat durduk, çok güzel Türkçe konuşan servis elemanları bizlere birer Türk kahvesi sundu ve kendimizi yabancı ülkede hissetmedik.   

 

RODOP DAĞLARI (Rhodopi, Osmanlı “Despot Dağları” demiştir) Balkan Yarımadasının güneydoğusunda, geniş alana yayılmış dağlık kütledir (240 km doğu-batı, 120 km kuzey-güney, 14,7 bin km2 alan). Tarihî Trakya’nın çekirdek arazisi sayılmıştır. Bu kütlenin % 80’i Bulgaristan sınırları içinde kalmış, güney bölümleri (%20) Yunanistan’a bırakılmıştır. 

a) Batı Rodoplar (%66) 1500 ilâ 2000 m yüksek yayla görünümlü olup, kuzeyde Rila Dağı [Balkan Yarımadasının en yüksek tepesi Musala (Çadırtepe) 2925 m] ile Avramovo beli (1295 m) vasıtasıyla birleşirler (Rila-Rodop masifi), batıda Mesta Vadisi ile Pirin (Perim) Dağı’ndan [Balkan Yarımadasının üçüncü yüksek tepesi Vihren (Yeltepe), 2914 m]   ayrılırlar. Bu sınır aynı zamanda Trakya ile Makedonya arasını belirler. Batı Rodoplar’da Bulgarca konuşan Müslüman Pomaklar yaşar – Berlin Antlaşmasına rağmen 1878-1886 yılları arasında yarı-bağımsız “Tamraş Cumhuriyeti”ni kurdular, direndiler ve Osmanlıya bağlı kaldılar (Balkan Savaşlarına kadar). Osmanlı döneminde “Ropçoz” kazası adı altında Drama Sancağına bağlı idiler (Devin = Dövlen; Dospat). Bugün Bulgaristan’da kalan kısmı Smolyan (Paşmaklı) bölgesine bağlanmıştır. Bu bölgenin ünlü kayak tesisi Pamporovo’dur.

b) Doğu Rodoplar 700-1500 m arasında dağınık yükseltilerle  Edirne’ye kadar yaklaşırlar, fakat Karaağaç’ın 30-40 km güney-batısında alçalarak Arda Ovasını oluştururlar (açık havalarda Edirne’den görülürler). Doğu Rodoplar'ın ortasında Orta Arda Vadileri yer alır ve bu bölge Osmanlı döneminde “Sultanyeri” (Bizans döneminde “Akhridas”) olarak bilinirdi [Kırcaali = Kırcalı; Kuşkavak = Koşukavak (bugün Krumovgrad); Mestanlı = Mastanlı (bugün Momçilgrad); Ortaköy (bugün İvaylovgrad); Eğridere (bugün Ardino); Darıdere (bugün Zlatograd); Uzundere (bugün Nedelino), v.s.]. Arda nehrinin su toplama havzası dışında, güneydoğu köşede, Akdere ve Kızıldere suları birleşerek “Kızıldeli” nehrini (Yunanca Erythropotamos) meydana getirirler ve bu akarsu bağımsız olarak Dimetoka yanından geçerek Meriç nehrine kavuşur. Sultanyeri havalisi “Dağlı” olarak bilinen ve hayvancılıkla uğraşan Yörük Türklerle iskan edilmiş, fakat sonradan kuzeyden giren “Kırcı” Türkler akarsu vadilerinde tarıma başlamışlardır (Kırcı-Ali).

Doğu Rodoplar'ın bir alçak uzantısı, Güney Rodoplar (~ 500-1000 m yükseltide), Meriç nehrinin batısında güneye doğru devam eder (~100 km) ve Ege Denizi kıyılarına ulaşır (Dimetoka’dan Dedeağaç’ın batısındaki Makri = Megri’ye kadar) ve Marunye (Maronia) Dağları adında batıya kıvrılır. Bugün Aleksandrupoli (Dedeağaç) iline dahil edilmişlerdir.

Rodop Dağları bugün bile aşılması zor dağlık kütledir, tarihte de büyük ordulara geçit vermemiştir. Gelişmemiş sınır bölgesi olduğu için uygun yolları yoktur, fakat doğası bakir kalmıştır. Bu nedenle gezimiz esnasında giderken güneyden, gelirken kuzeyden bu bölgeyi dolandık ve sadece uzaktan seyrettik.

 

Balkanlarda Osmanlı fetihleri genellikle aşamalı gerçekleşmiştir. Bilinmeyen bir coğrafyada, kalıcı fetihlerden önce, “akıncı” birlikleri hem ilerideki topografya (ovalar, dağlar, akarsular), hem de yerleşim yerleri ve müstahkem kaleler hakkında istihbarat toplamışlardır. Aynı zamanda “ganimet” adı altında çapulculuk yapmışlar, yerel halka korku salmışlar ve çok sayıda esirlerle dönmüşlerdir. Bu akıncılar bazen yüzlerce kilometre uzaklara gidebilmişler ve önemli kaleleri ele geçirebilmişler, fakat kalıcı askeri ve idari yöneticiler bırakmamışlardır. Aradan beş-on sene geçtikten sonra sultan veya vezir komutasında esas ordu ilerlemiş, akıncılar öncü olmuş ve yol göstermiş, fethedilen yerlere askeri komutan (sancakbeyi, subaşı) ve kadı atanmış, bilâhare Anadolu’dan Müslüman nüfus getirilerek kalıcı yerleşme başlatılmıştır. Denizcilikten ve balıkçılıktan anlamayan Türkmenler ovaları veya otlakları bol olan yaylaları (alçak dağları) tercih etmişlerdir. Bu nedenle adalar, kıyı yerleşimleri ve yüksek dağlık alanlar yerlilere bırakılmıştır. Anadolu’dan aktarılabilecek Müslüman nüfus azalınca bazı yerli etnik unsurların (Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar gibi) İslâmiyet'e geçişi teşvik edilmiştir. Cizye vergisi vermekten kurtulan ve askeri-idari alanda avantajlı duruma geçen bu yeni Müslümanlar, İmparatorluğun en güvenli yerel dayanağı olmuşlar, bitmek bilmeyen savaşlarda orduda cansiperâne görev yapmışlardır. Bu özellikler bilinirse neden bazı Balkan şehir ve kaleleri için ilk fetih, ikinci fetih (bazen üçüncü fetih) gibi farklı tarihler zikredildiği anlaşılacaktır.

Fetih istikametine yöneltilen akıncı “uçbeyleri” çoğunlukla kendi başlarına hareket etmişler, fethettikleri toprakları zeamet olarak kullanmışlar, “evlâdı fatihân” adı altında ardıllarına geniş mülkler bırakmışlardır. “Sol kol” istikametinin en ünlü akıncı beyi Gazi Evrenos Bey olup, önce Serez’de, sonradan Vardar Ovası’nın ortasına kendi kurduğu Yenice-i Vardar kasabasında ikamet etmiş, 17 Kasım 1417’de ölünce buraya gömülmüştür. Oğulları Ali Bey ve İsa Bey akıncı kumandanları olarak Arnavutluk’ta, hatta Eflâk ve Macaristan’da faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Dönüş yolunda takip ettiğimiz ikinci bir fetih güzergâhı ise İhtiman’da “Orta Kol”dan ayrılan ve doğrudan Üsküp’e (ve Kosova Ovasına) ulaşan “Samakov-Köstendil-Kumanova” yoludur. 1392’de Üsküp’ü fetheden Paşa Yiğit Mehmet Bey (öl.1413, Üsküp) bu istikametin ikinci ünlü “akıncı beyi”dir. Onun evlâtlığı İshak Bey ve onun oğlu İsa Bey ise Kosova, Sancak, Hersek ve Bosna fetihlerinde öncülük yapmışlardır. Diğer oğlu Turahan Bey ve oğulları ise güneye doğru akınlar yaparak Tesalya ve Mora fetihlerinde önemli görevler üstlenmişlerdir.

Karasu (Nestos) Köprüsü’nü geçtikten sonra “Egnatia Odos” otobanı Çaldağı’nın (Lekani) güney eteklerinde yükselmeye başladı. Sol tarafımızda artık Ege Denizi ve Taşoz adası çok net seyredilebiliyordu. Keremeti (Keramoti) limanından feribotlar adaya doğru yol alıyorlar, verimli düzlükte eski kaza merkezi Sarışaban (Chrysoupoli) fark ediliyordu. Doğal park olan Nestos deltası yeşillikler arasındaydı. Biraz daha batıya gidince otoban 200 m’ye yükselmiş, sol tarafta aşağılarda deniz seviyesinde Kavala şehri ve limanı açıkça izleniyordu. Fakat tam burada, Stavros kavşağında otobanı terk ederek EO12 No.lu Kavala-Drama normal asfaltına girdik ve kuzeye yöneldik. Sağımızda Çaldağı kütlesi (1298 m), solumuzda ünlü Pırnardağı (Pangaion, 1956 m) arasından hızlı bir inişle 72 m rakımlı Amygdaleonas kasabasına kadar alçaldık. Önümüzde dağlar arası Doğu Makedonya Ovası (Drama Ovası) kuzeye doğru genişliyor ve yavaşça da olsa Bozdağ’ın (Falakro) eteklerine doğru yükseliyordu. Karlarla kaplı Profitis İlias (2232 m) tepesi Falakro kayak merkezine işaret ediyordu. Kısa süre sonra, Krinides köyü çıkışında, yolun 1 km sağında antik çağların ünlü Philippi (Filibecik) kentinin harabeleri izlenebildi. Makedonya kralı II. Filip tarafından M.Ö. 356 yılında kurulmuş, Osmanlı fetihlerinden sonra terk edilmişti [Bu kral Yukarı Trakya Ovasında, Meriç nehri kenarında Philippopolis (bugün Bulgaristan’da Plovdiv, Türkçe adı Filibe) şehrine de adını vermiştir]. M.Ö. 42 yılında, buradaki çarpışmada, Sezar’ı öldüren Brutus ve Cassius’un orduları Octavius ve Antonius’un orduları tarafından yenilmişler ve Brutus intihar etmiştir [“Battle of Philippi”].

 

MAKEDONYA (Macedonia): Balkan Yarımadasının orta güneyinde, Trakya bölgesinin batısında ve İlirya bölgesinin doğusunda kalan, Ege Denizine kıyısı olan, yaklaşık 66 bin km2’lik tarihi-coğrafi bölgedir. M.Ö. 7. yy ile 2. yy arasında Makedonya Krallığı’nın çekirdek arazisi olmuş, dünya tarihinde iz bırakmış ünlü fatih ve hükümdar Büyük İskender’in (Alexander the Great, Megas Alexandros) (MÖ. 356, Pella – 323, Babil) ve onu yetiştiren babası II. Filip’in (II. Philippos, MÖ. 382, Pella – 336, Vergina) memleketi sayılır. MÖ. 2. yüzyılda Roma tarafından işgal edilmiş ve “Makedonya Eyaleti” adı altında Roma ve Bizans dönemleri yaşamıştır. Bu dönemlerde en önemli şehri ve limanı olarak Selânik (Thessaloniki, Solun) şehri öne çıkmıştır. Osmanlılardan kısa süre önce Büyük Sırbistan çarı Stefan Duşan (hd. 1331-1355) Makedonya topraklarını kendi imparatorluğuna katmıştır (Selânik hariç). Ölümünden sonra krallığı parçalanmış ve Osmanlılar Makedonya ve Arnavutluk topraklarını ardılları olan ve birbirleriyle anlaşamayan derebeylerden almışlardır. Beş asırdan uzun süre Osmanlı idaresinde kalan bu bölgeye Osmanlılar önce “Rumeli-i Garbi” (Western Roumelia), son yüzyılda “Makedonya” demişlerdir.

Günümüzde siyasi olarak tarihî Makedonya toprakları üç ülke arasında bölünmüştür: 1) Yunanistan veya Ege Makedonyası % 50; 2) Makedonya Cumhuriyeti = FYROM [Former Yugoslavian Republic of Macedonia] veya Vardar Makedonyası % 30; 3) Bulgaristan veya Pirin Makedonyası % 20. Yunan  Makedonyası ise Doğu, Merkezî ve Batı Makedonya bölgelerine ayrılmıştır.

[Not: "Makedonya Cumhuriyeti" günümüzde "Kuzey Makedonya Cumhuriyeti" adını almıştır]

Fiziki olarak Makedonya yüksek dağlar ve geniş ovalar karmaşasıdır. Doğuda Rila-Rodop masifi ile batıda Adriyatik Denizine paralel seyreden Arnavutluk Alpleri ve Yunan Pindus Sıradağları arasında kalan, kuzeyden güneye doğru yine dağlarla parçalanmış kapalı havzalar ve geniş ovalardan oluşur. Kuzey sınırını Şardağ (Çardağ) ve Şiroka Dağları meydana getirirken, ortada Nice Dağı (Voras, Kaymakçalan) yükselir. En önemli akarsuyu Vardar (Yun: Axios) olup, doğusunda Struma (Ustruma = İsteroma, Yun: Strymon); batısında Aliakmonas (İnce Karasu, Bistritsa) nehrileri bulunur.

 

Doğu Makedonya

Doğu Makedonya (Anatoliki Makedonia) en küçük bölümdür ve idari bakımdan (batı) Trakya ile birleştirilmiştir. İki ilden meydana gelir: güneyde Kavala, kuzeyde Drama. Önemli bir liman şehri olan Kavala’dan kuzeye giden ulusal EO12 karayolu tarihi “Via Egnatia” yolunu takip eder. Philippi (Filibecik) harabelerinin yanından geçtikten sonra “Şehitler Şehri” (Martyriki Poli) olarak adlandırılan 3,000 nüfuslu Doxato (Doksat) kasabasının da yanından geçtik. “Şehitler Şehri” ilân edilmesinin nedeni etnik temizlik yapan işgalci Bulgar kuvvetlerinin, 30 Haziran 1913’te 500-600 kişiyi ve 29 Eylül 1941’de 14-yaşın üzerindeki tüm erkekleri kurşuna dizmesidir [“Doxato Massacres”]. Drama’da da 2. Dünya Savaşı yıllarında işgal Bulgar ordusu katliamlar yapmış ve 4,000 Musevi toplayarak Treblinka kampına göndermişler ki, hiçbiri geri dönmemiştir. Her iki şehirde de öldürülenler anısına anıtlar bulunmaktadır.

Drama:  Bol su kaynakları [bugünkü adı Grekçe kökenli Hydrama (hydor = su)’dan gelir, eski adı Drabescus’tur] ve tütün depoları ile hafızalara nakşeden bu şehir, seyahatimiz süresince ilk mola vererek sokaklarında dolaştığımız yerleşim yeridir (nüfus 45 bin, rakım 115 m). Bütün Yunan Makedonyası'ndaki Müslümanlar mübadil olarak Türkiye’ye göç ettirildikleri ve yerlerine Anadolu’dan Rumlar yerleştirildiği için çok az Osmanlı eserleri kalmıştır. Yine de şehir merkezindeki Eleftherios meydanında, minaresi yıkılmış, son cemaat yerinin iki tarafına birer çan kulesi eklenerek “Agios Nikolaos Kilisesi”ne dönüştürülmüş Bayezid Camii’ni (Atik Cami, Çarşı Cami) kubbesinden ve pencerelerinden tanıdık.

Onun 200 m kuzeyinde, bir yol çatağında, Lamprianidou ve Megas Alexandrou caddelerinin kesiştiği yerde, daha ufak ve yine minaresiz olan Arap Camii’nin son cemaat yerinin önü ise derme çatma dükkânlarla kapatılmıştı.

                                        Drama: Agios Nikolaos Kilisesi (eski Bayezid Camii)


                                        Drama: Arap Camii'ni kapatan dükkanlar

Drama’nın ünlü su kaynaklarını (Bozdağ’dan gelen 40 kadar kaynaktan bahsedilir) tasavvur edebilmek için eski kentin en alçak yerinde bulunan “Karpuzkaldıran” (Aya Varvara) su parkında dolaştık, Osmanlı izleri taşıyan çeşmeler ve su değirmenleri tespit ettik.

Drama doğumlu ünlüler arasında Mısırlı İbrahim Paşa (1789-1848), Dramalı Mahmut Paşa (1770-1822), bestekâr Yesari Asım Arsoy (1900-1992) bulunur. Aslında “Kavalalı” Mehmet Ali Paşa, Mısır’a asker yazılmadan önce, Kavala’da başlayan salgın hastalıktan kaçarak eşi Emine Hanım’ın Drama yakınlarındaki Nusratlı köyüne sığınmış ve ilk evlâtları (üç oğlan ve iki kız) burada dünyaya gelmişlerdir.

Drama: Karpuzkaldıran su kaynakları

Drama: eski bir su değirmeni

Türkülere konu olmuş “Drama Köprüsü”nün bugün hangisi olduğu kesin bilinmemektedir [Yerli Rum araştırmacılara göre 20 km kuzeydoğuda Nikiforos (Nusratlı) köyündeki su kemeri dar bir köprü olarak algılanmıştır]:

 

Drama Köprüsü bre Hasan dardır geçilmez,     Drama Köprüsünü bre Hasan, gece mi geçtin?

Soğuktur suları bre Hasan, bir tas içilmez         Ecel şerbetini bre Hasan, ölmeden içtin

Anadan geçilir bre Hasan, yardan geçilmez      Anadan babadan bre Hasan, nasıl vazgeçtin?

At martini Debreli Hasan dağlar inlesin            At martini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin       Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin  

                                     

                                      Mezar taşlarını bre Hasan, koyun mu sandın?

                                      Adam öldürmeyi bre Hasan, oyun mu sandın?

                                     Drama mahpusunu bre Hasan, evin mi sandın?

                       At martini Debreli Hasan dağlar inlesin    

                       Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

 

Drama Ovası’nın kuzeyindeki Bozdağ (Falakro Dağı, 2111 m) kayak merkezi ile ünlüdür. Doğuda Çaldağı (Lekani, 1298 m), batıda Menikio (1963 m), güneyde ise antik çağların altın ve gümüş madenleriyle zenginlik sembolü olmuş Pırnardağı (Pangea, 1956 m) yükselir. Bu son dağın kuzey eteklerinde Fatih Sultan Mehmed’in analığı Mara Despina Hatun (1412-1487) hayatının son yıllarını geçirmiş ve Moni İkosifinissa [Kosinitsa] manastırına gömülmüştür. Ovanın batısında ise Alistrati (Aysırat) kasabasının yakınlarında, 100 m derin 15 km uzunluğundaki kanyonda Angista nehri yeraltı mağarasından doğar. Yunanistan’da en çok ziyaret edilen ve içinde su akan en uzun mağaradır (Alistrati / Angitis/ Maaras Cave).

Drama’dan sonra batıya yöneldik, fakat Menikio Dağının yükseltilerini güneyden dolanan 70 km’lik engebeli yolu ancak bir saatte kat ettik. Osmanlı kaynaklarında sıkça bahsedilen kaza merkezi Zihne (veya Zilhova) yolun 10 km kuzeyinde kalmış ve terkedilmişti. Halkı da yol üzerindeki Nea Zichni (nüfus 2500, rakım 260 m) kasabasına taşınmıştı. Kuzeybatı istikametinde ilerlerken sol tarafımızda upuzun ve geniş Ustruma (Yun. Strymon, Bulg. Struma) ovası uzanıyordu.

 

Merkezi Makedonya

Artık Merkezi Makedonya (Kentriki Makedonia) topraklarına girmiş bulunuyorduk. Eskiden Doğu Makedonya sayılan bereketli Ustruma Vadisi, günümüzde merkezî Makedonya’ya dahil edilmiştir. Bulgaristan’da, Sofya’nın güneyindeki Vitoşa Dağından kaynaklanan Struma nehri 290 km kat ettikten sonra Yunanistan topraklarına girer ve burada 120 km kuzey-batıdan güney-doğuya akarak genişlemiş nehir ovası oluşturur. Türkler bu nehir için Ustruma = İsteroma = Büyük Karasu gibi isimler kullanmışlardır. Bu vadinin kuzey kenarında, Ali Baba Dağının (Vrontous, 1849 m) eteklerinde bölgenin en önemli şehri Serres (Serrai, Bulg. Ser / Syar) (nüfus 60 bin, rakım 50 m) kurulmuştur. Gezimizin ilk gününde mola verdiğimiz ve Osmanlı eserleri aradığımız ikinci yerleşim yeri olmuştur.

 

Serez: Serez veya Siroz adlarıyla Osmanlı tarihinde önemli rol oynamıştır [ilk fethedilen Sırp despotluk merkezi olup, önce akıncılar üssü (1374/75), sonra da “uç beylik” olmuş (1383), Osmanlı padişahları ve hanedan üyeleri ikamet etmiş, 1757 yılına kadar altın ve gümüş para basan darphane barındırmış]. Serez’de doğan ünlüler arasında 2. Bayezid’in torunu Gazi Hüsrev Bey (1480-1541, Saraybosna), Hoca İbrahim Paşa (öl.1713, Edirne), Halil Rıfat Paşa (1827, Siroz’a bağlı Lika köyü-1901, İstanbul), tiyatrocu Metin Serezli’nin babası Mehmet Esat Bey vardır. Ünlü çağdaş Yunan siyasetçi Konstantin Karamanlis (1907-1998) de Serez’in Proti köyünde Osmanlı tebaası olarak dünyaya gelmiştir.

Serez girişinde, Ahmetbey Deresi üzerindeki köprüyü geçtikten hemen sonra sol tarafta büyük bir cami kalıntısı gözümüze çarptı. Geniş bir alanı kapladığı dış avlu duvar kalıntılarından belli oluyordu, belki de bir külliye içinde idi. Toprağın birkaç metre aşağısında çukurda kalmış, her tarafını otlar bürümüştü, fakat son cemaat yeri ve büyük kubbesi eski güzelliğini anımsatıyordu.. Tellerle çevrilmiş, kapılarına kilitler takılmış, uyarı levhaları ile yaklaşmanın tehlikeli olduğu duyuruluyordu. Yarı yıkık haldeki bu camiye Yunanlar internette Ahmet Paşa Camii diyorlardı (bazı kaynaklarda ise Mehmet Bey Camii olarak gösterilmektedir).

Üzülerek ana cadde üzerinden kent merkezine kadar devam ettik ve burada restore edilmiş ve Arkeoloji Müzesi olarak kullanılan bir Osmanlı Bedesteni (Çandarlı Hayrettin Paşa, 1385) ile karşılaştık. Çevresinde küçük bir park ve yeşil alan bulunuyordu. Tarihten ve edebiyattan hatırladığımız “Serez’in esnaf çarşısı” burası olmalıydı:

 

Serez: Hayrettin Paşa Bedesteni
(Arkeoloji Müzesi)

Serez: Ahmet Paşa Camii

1418’de (bazı kaynaklarda 1416, bazılarında 1420) ünlü mutasavvıf Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, Sultan 1. Mehmed (Çelebi) huzurunda yargılanmış ve Serez çarşısında idam edilmiştir:

 

“…Yağmur çiseliyor                                  Yağmur çiseliyor

Serezin esnaf çarşısında,                            Gecenin geç ve yıldızsız saatidir.           

Bir bakırcı dükkanının karşısında              Ve yağmurda ıslanan

Bedreddinim benim bir ağaca asılı.           Yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin

                                                                                      Çırılçıplak etidir.

                                          Yağmur çiseliyor.

                                          Serez çarşısı dilsiz,

                                          Serez çarşısı kör.

                                          Havada konuşmamanın görmemenin kahrolası hüznü.

                                          Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü…”

                                                                                (Nazım Hikmet, 1934)

 

1924’te Serez’i terk eden mübadiller naaşını Türkiye’ye getirmişler, 37 yıl gömecek yer bulunamamış ve sonunda 1961’de İstanbul-Çemberlitaş’taki 2. Mahmud türbesinin avlusuna gömmüşler [“Simavna” bugün Edirne’nin 30 km güneybatısında, Arda kenarında (Yun: Ammovouno) olup, Bedreddin ilk öğrenimini Edirne’de görmüş, Musa Çelebi zamanında da Edirne’de kazaskerlik yapmıştır].

Serez’den sonra Lefkonas sapağından, güzergâhı yenilenen uluslararası  A79 (Sofya-Selânik) yoluna girerek, önce Ustruma köprüsünü geçtik, alçak bir dağ olan Vertiskos’un 600 m’yi aşmayan sırtlarında 77 km güney-batıya gittik, Langadas [Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın (1857, Lankaza-1923, İzmir) doğum yeri] batısında “Egnatia Odos”a yeniden ulaştık. 20 km sonra “Efkarpia” kavşağında ise “Egnatia Odos”tan ayrılarak kuzey-batı istikametinde EO86 yoluna girdik. Selanik şehrine girmeden, önce “Gallikos” suyu, sonra da “Axios”(Vardar) nehri köprülerinden geçerek, Yunanistan’ın en geniş ve en verimli düzlüğüne, “Vardar Ovası”na çıktık: 

 

Mayadağ’dan kalkar kazlar     Mayadağ’ın yıldızıyım             Vardar akar hızlı hızlı

Al topuklu beyaz kızlar           Ben annemin bir kızıyım          Kenarları karlı buzlu   

Yârimin yüreği sızlar              Efendimin sağ gözüyüm           Kara kaşlı yar bana bakar

Eylenemem aldanamam         Eylenemem aldanamam            Eylenemem aldanamam

Ben bu yerlerde duramam      Ben bu yerlerde duramam        Ben bu yerlerde duramam        

Vardar ovası Vardar ovası      Vardar ovası Vardar ovası          Vardar ovası Vardar ovası

Kazanamadım sıla parası       Kazanamadım sıla parası          Kazanamadım sıla parası

 

“Mayadağ” (bugün Fanos) Vardar ovasının kuzeyinde yer alan bir köydür.

Vardar Nehri Makedonya’nın en dolgun merkezi nehridir. 388 km uzunluğunda olup, Üsküp’ün batısında, Gostivar kenti yakınlarındaki “Vrutok” kaynağından doğar, Skopje (Üsküp) şehrinin ortasından geçer, güneye yönelir ve son 60 km’sini Yunanistan’da Axios adıyla kateder ve Selânik körfezine dökülen dört nehrin [Gallikos, Axios, Loudias, Aliakmonas] en bol su taşıyanıdır.

 

Dümdüz Vardar ovasında (ort. rakım 30-40 m) batıya giden EO86 yolu aslında tarihi “Via Egnatia” güzergâhıdır ve aynı zamanda Osmanlı’nın “Sol kol-batı” fetih güzergâhıdır. Ovanın kuzeyinde Paiko Dağı yükseliyordu (max. 1650 m).

 

Nehirden 20 km sonra sağ tarafta Büyük İskender’in ve babası II. Filip’in doğum yeri Pella’nın harabelerini uzaktan gördük. Türkler bilmeyerek “Alakilise” (mozaikler nedeniyle) demişlerdi. Arkeolojik kazılar 1914 ile 1980 arası tamamlanmış ve Yunanistan’da en çok ziyaret edilen yerlerden biri olmuştur. Yol üzerinde Nea Pella (Yeni Pella) köyü yer almaktadır.

Yenice-i Vardar: Nea Pella köyünden 7 km sonra Giannitsa (Yanniça, Yenice-i Vardar, Enidje Pazar) şehrine (nüfus 30 bin, rakım 42 m) ulaştık. Gezimizin ilk günkü programında yer alan son hedef ve konaklama yeriydi. Selânik körfezine dökülen Loudias (Kara Azmak, Mavroneri) suyu ve aynı adı taşıyan gölün  yanında inşa edilmiştir. Yunanistan’da önceden var olmayan, tamamen Türkler (Gazi Evrenos Bey ve ardılları) tarafından kurulup bayındır hale getirilen tek ve istisnai bir yerleşimdir. Gazi Evrenos külliyesi (cami, türbe, imaret, medrese, hamam), Evrenosoğlu Gazi Ahmet Bey’in cami ve türbesi (1490), İskender Paşa Camii (1510), Şeyh İlâhî Camii (XV yy) ve Saat Kulesi (1662) Osmanlı eserleridir. Şair Hayalî (öl. 1556), tarihçi Agahî (öl.1577) burada yaşamış ve vefat etmişlerdir. Cumhuriyet dönemi generallerinden A. Derviş Paşa (1883-1932) Yenice-i Vardar doğumludur.

Yanniça’da Pella Hotel’de konakladık. Bir aile işletmesi olan hotelde çok iyi karşılandık. Yetmiş yaşlarındaki hotel sahibi doğma büyüme Yanniça’lı idi ve şehrin tarihçesi ile çok ilgiliydi. Türkçe metinli bir broşür de bastırmıştı. Bizzat kendi arabasına bindirerek bizleri gezdirdi ve Osmanlı eserlerinin yerlerini gösterdi.

Önce Egnatia Odos yolundan şehre girince, ana cadde olan Venizelos sokağının Strantzis sokak ile birleştiği yerde, dikkatli bakmadan pek fark edilmeyen Büyük Cami’nin kalıntılarını gördük. Gazi Evrenos ahfadından İskender Paşa tarafından 1510 yılında yaptırılmıştı, fakat korkunç yıkık haldeydi.

Yanniça: Büyük Cami'den tek duvar

Yanniça: Gazi Evrenos Türbesi
(restorasyon sonrası)

Strantzis sokağında devam ettik ve 200 m sonra sol tarafta son derece metruk halde Gazi Evrenos Hamamı’nın harabelerini gördük. Rehberimizin ifadesine göre şehirdeki en eski Osmanlı eseri imiş. 1389-90 yıllarına tarihleniyordu. Zaten Gazi Evrenos Bey 1383-85 yılları arasında  bu mevkiideki bir gölün ve derenin kenarındaki küçük bir kaleyi fethettikten sonra “Yenice” adlı yerleşimi kurmaya başlamış. Yol ile göl arasında Türk ve müslüman mahalleleri gelişmiş, gölün kuzeyine ise Hıristiyanların yerleşmesine izin verilmiş. Bugün kurutulmuş olan göl şehrin çukurda kalan merkezini teşkil ediyormuş.

Strantzis sokak ekseninde tarihi Osmanlı yapılarını bulmak mümkün. Hamamdan 100 m sonra sol tarafta, AB katkılarıyla restore edilen Gazi Evrenos (ve oğlu Ali Bey) Türbesini gördük. Bildiğimiz klasik Osmanlı türbelerinin mimarisine hiç uymayan yapı daha ziyade Avrupai bir küçük sarayı andırıyordu. Restore edilmesine restore edilmişti, fakat kapalı tutuluyordu (altı yıl önce de ilk gelişimde yine kapalı idi). Binanın bodrum katında sandukalar muhafaza ediliyormuş, görmek mümkün olmadı.

Strantzis sokakta biraz daha devam edince yolun ortasında yükselen Saat Kulesini fark etmeden geçemezdik. Şehrin her tarafından görülen bu dört köşe yüksek kule Balkanlardaki en eski saat kulesi imiş (1662). Evrenos soyundan Şerif Ahmet tarafından yaptırılmış, şimdiki belediye tarafından onarılmış.
Yanniça: Saat Kulesi (1662)

Yanniça: Evrenosoğlu Gazi Ahmet Bey
Türbesi (1492)

Strantzis sokağının sonlandığı Agios Georgios Kilisesinin tam karşısında, iki blok arasına gizlenmiş, fakat iyi onarım görmüş Evrenosoğlu Gazi Ahmet Bey (Evrenoszade Ali Bey’in oğlu) türbesinin içi boştu.

Şehrin kuzeybatı kısmında çok geniş bir alan tellerle çevrelenmiş ve büyük bir askeri kışlanın muhtelif kalıntılarını (hamamlar, Askeri Cami, yemekhane ve yatakhane) içeriyordu. Buraya inşaat yapılmıyordu, fakat kazı ve restorasyon da yapılmamıştı. Bu alana girmek de mümkün olmadı, her tarafını otlar bürümüştü. Bu alanın kuzey köşesinde ise Şeyh İlahi Camii’nin güdük minaresini ve metruk halini tellerin dışından fotoğraf alabildik. 

                                         Yanniça’da Şeyh İlahi Camii (XV yy)

 

Kaynaklarda zikredilen Evrenoszade İsa Bey’in camii ve türbesi hakkında bilgi edinemedik. Ancak şehir merkezinden batıya giden yol kenarında Gazi Evrenos İmareti’nden kalıntıları otobüs içinden görebildik.

Balkan Savaşında, 20 Ekim 1912’de kaybedilen Yenice Çarpışmasından (Hasan Tahsin Paşa’nın 25,000 askerine karşı 80,000’lik Yunan ordusu) sonra, 8 Kasım 1912’de Hasan Tahsin Paşa savaşmaksızın Selânik şehrini Yunanlara teslim etmiştir.

 

Ertesi gün, 5 Mayıs 2015 sabahı erkenden Giannitsa’yı terk ederek batıya doğru yol almaya başladık. Skidra sapağında sağa tarafa ayrılan yol, iki dağ arasında kapalı kalan Karacaova’ya (Moglen, Meglen= sisli ova) gidiyordu. Osmanlı döneminde Karaca Bey tarafından fethedilmiş, burada yerleşik Ulahlar (Rumence’nin bir şivesini konuşan Aromani) Müslümanlığı kabul etmişlerdi. Mübadele ile birlikte Türkiye’ye göç etmişler ve bir kısmı Edirne’ye (Kıyık semtine) yerleşmişti (Karacaovalılar veya Nutyalılar). Fakat Karacaova’nın en çok ziyaret edilen destinasyonu, Kaymakçalan eteklerindeki kaynaklardan boşalan ve açık havada akan sıcak sulardır - “Loutra Loutraki” (Kaplıcaların Kaplıcası).

Vodine: Karacaova’ya girmeden batıya devam eden yol 15 km sonra, Makedonya Krallığının ilk başkenti olan Edessa (Osmanlı Slavca’dan almıştır: Vodina = suları bol) şehrine (nüfus 18 bin, rakım 320 m) ulaştık. Gezimizin ikinci gününde ilk durağımız burası idi. Bu şehir 100 m yüksek bir kaya platosunun kenarına oturtulmuş, arkasındaki dağlardan gelen sular kanallara alınarak sokaklarından geçirilmiş ve “katarakta” (düşen su) denen çağlayanlar sayesinde uçuruma düşüyorlardı [Büyük İskender, doğu seferi esnasında fethettiği Urfa’ya da bol suları nedeniyle “Edessa” adını vermiştir]. Vodine’de mucize eseri ayakta kalabilmiş, kubbesi ve minaresi yerinde bir Osmanlı camisi (Yeni Cami) bulunmakta, fakat cemaati yoktu. Uzaktan minaresini gördük, fakat tek istikamet ve trafik kargaşası nedeniyle caminin yanına gidemedik. Uçurumun kenarına inşa edilen, muhteşem görüntülü “şelâle parkı”nda suyun sesini dinledik ve aşağıdaki ovayı izledik

Edessa: Katarakt (düşen su)

Edessa: Şelâle uçurumunda park

Edessa sonrası yol, iki dağ arasındaki bel’de 600 m’ye kadar yükselmeye devam etti [sağ tarafta Nice Dağı (Yun: Voras, zirvesi Kaymakçalan, 2524 m, Yunanistan’ın üçüncü yüksek dağıdır) Makedonya Cumhuriyeti ile sınırı oluşturur; sol tarafta Vermion (zirvesi Hamiti, 2065 m) bulunur]. Dağlardan sonra Batı Makedonya sınırlarına girilir.

 

Batı Makedonya

Batı Makedonya (Ditiki Makedonia)’nın denize kıyısı yoktur. Kuzey-güney doğrultusunda 2000 m’lik sıradağlar, aralarında yüksek çöküntü ovaları ve derin tatlı su gölleri ile tanınır. Bu dağlar ve ovalar kuzeyde Makedonya Cumhuriyetinde de devam ederler. Merkezi Makedonya’dan ayıran Vermion Dağının batısında Kayılar Ovası yayılır. Fetih yıllarında buraya, Osmanoğulları’nın da ait olduğu “Kayı” aşireti yerleştirilmiş ve “Kayılar” (bugün Ptolemaida) kasabası gelişmiştir. Bu ovanın kuzeyinde, “Kirli Derbent” geçidi ile ayrılan, ünlü ve verimli “Pelagonia” ovası (ort. yükseklik 600 m) başlar. Pelagonia’nın güneyi Yunanistan’da (Florina), kuzeyi Makedonya Cumhuriyetinde (Bitola= Manastır) kalır ve Prilep’e (Pirlepe’ye) kadar devam eder. Gerek Romalıların Via Egnatia yolu, gerekse Osmanlı’nın fetih güzergâhı Pelagonia ovasını kullanmıştır. Bu ovanın batı sınırını Baba Dağ silsilesi (Yunanistan’da Varnous, 2334 m, Makedonya Cumhuriyetinde Pelister, 2600 m) oluşturur. Bu dağların batısında ise Kesriye (Kastoria, Kostur) ovası (antik çağlarda Orestis), şehri ve Kesriye Gölü yer alır ve daha da batıdan Garamos Dağları (Gramos, 2520 m ve Smolikas, 2637 m, Yunanistan’ın ikinci yüksek zirveleri) ile sınırlanır. Garamos Dağları “Pindus” dağ sistemine aittir ve Makedonya/İllirya sınırı kabul edilirler. Günümüzde Yunanistan /Arnavutluk sınırı da bu dağların sırtlarından geçirilmiştir.

 

Via Egnatia yolu takip edilerek, Yunanistan’ın dördüncü büyük gölü olan Vegoritida (Slavcada Ostrovo, Osmanlı döneminde “Osturva”, su düzeyi 540 m rakımda, alan 54 km2dir.) kıyılarına ulaştık. Osturva (bugün Arnissa) kasabasına girmeden, gölü güneyden dolaşan yol bizleri Kayılar Ovasına çıkardı. Çok zengin kömür madenlerinin bulunduğu bu bölgede Yunanistan’ın en önemli termik santralleri sıralanmıştı. Balkan savaşlarındaki Osmanlı ordularının tek başarılı çarpışması olan Vevi (Soroviç) Çarpışması 3-6 Kasım 1912 tarihlerinde buradaki “Kirli Derbent” (rakım ~1000 m) geçidinde cereyan etmiş, fakat savaşın gidişatını değiştirememiştir [II. Dünya Savaşında da Nazi Alman orduları aynı geçitte “Battle of Klidi Pass” (11-12 Nisan 1941) çarpışmasını kazanmışlardır].

Pelagonia ovasının batısında, Varnous Dağının eteklerinde Florina (Slavca Lerin) şehri (nüfus 17 bin, rakım 663 m) uzaktan göründü. Yazar Necati Cumalı’nın (1921-2001) doğum yeridir, fakat herhangi bir Osmanlı eseri günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle 15 km kuzeydeki Niki / Mecitliye sınır kapısına yönelerek Makedonya Cumhuriyetine sorunsuz giriş yaptık.

Makedonya Cumhuriyeti (FYROM) [Not: 2019’dan itibaren “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” adını almıştır]

Eski Yugoslavya’nın parçalanmasıyla bağımsız devlet olan 6 cumhuriyetten biridir. 8 Eylül 1991’de bağımsızlık ilân etmiş, 8 Nisan 1993’te resmen tanınmıştır. Çok uluslu ve çok dinli karma yapısı vardır. Nüfusun % 64’ünü oluşturan Makedonlar, Slav kökenli olup Bulgarcaya yakın bir dil (Makedonca) konuşurlar, Kiril alfabesi kullanırlar ve Ortodoks Hıristiyan dinine inanırlar. Kiril alfabesinin kendi topraklarında geliştirildiğini savunurlar (Sveti Naum ve Sveti Kliment Ohridski), fakat antikçağın ünlü komutanı Büyük İskender’le de övünmeyi eksik etmezler.  Nüfusun % 25’ini oluşturan Arnavutlar Müslüman olup, kendilerine has bir dil olan Arnavutça konuşurlar. Nüfusun % 3,9’unu meydana getiren Türkler, sürekli göçlere rağmen, Osmanlı döneminden (1385-1912) kalmış üçüncü sırada azınlıktır. Cumhuriyetin anayasasına göre Türkçe eğitim yapabilirler, parti kurabilirler ve yayın yapabilirler (Makedonya’da özel okul statüsünde Türkçe eğitim veren toplam 6 kolej ve 2 ilköğretim okulu faaliyettedir). 

 

Mecitliye sınır kapısından sonra görüntü birden değişti. Babadağa’a paralel kuzeye doğru ilerliyorduk ve çevre köylerde yeniden cami minareleri belirdi. Demek ki, aynı Pelagonia Ovasının Yunanistan tarafında kalan Müslümanlar zorunlu mübadil olmuşlar ve sahipsiz kalan dini yapılar yıkılmıştı. Dümdüz bir fiziki coğrafyadan geçirilen sınırın ötesinde Müslüman nüfus göçe zorlanmamış ve dini yapılarına (camilerine) sahip çıkmaya devam ediyordu, hatta yeni inşa edilmiş camiler de gördük.

 

Pelagonia Ovası’nı akaçlayan Çerna (Küçük Karasu) nehri doğuya yönelerek, genişlemiş “Tikveş” vadisinden sonra Vardar’a dökülür. Günümüzde baraj yapılmış ve Tikveş gölü oluşturulmuştur, dolayısıyla Tikveş bir şehir değil bir yörenin adıdır. En büyük yerleşim yeri Kavadarci (nüfus 38 bin, rakım 150 m) şehridir. Makedonya’da Tikveş yöresi şaraplarıyla ünlüdür. Türkiye’de ise göçmen Recep Vardarlı’nın popülarize ettiği “Tikveşli” süt ürünleri markası bilinmektedir.

 

Manastır: 14 km sonra, ülkenin ikinci büyük şehri ve Osmanlı Rumeli’sinin son eyalet merkezi Manastır (Slavca Bitola, Yunanca Monastir, Arnavutça Manastir) şehrine (nüfus 74 bin, rakım 615 m) vardık. Baba Dağı (Pelister) eteklerinde, Drahor deresinin kıyısında, M.Ö. IV yüzyılda Makedonya kralı 2. Filippos tarafından kurulmuş, “Via Egnatia” yolu üzerinde Romalıların inşa ettiği “Herakleia Lynkestris” şehrinin yakınındadır. Hıristiyanlığın yayıldığı yıllarda bu antik kalıntılar arasında bir manastır bulunduğundan bugünkü isim verilmiş, fakat Slavca konuşan halklar “Bitolâ” demişlerdir. Osmanlı yıllarında idari, askeri ve ticaret merkezi olduğundan çok sayıda cami, han, hamam, köprü, çeşme bulunmaktadır. 23 Temmuz 1908’de bu şehirde Hürriyet ilân edilmiş, ertesi gün Sultan 2. Abdülhamid İstanbul’da Kanun-u Esasî’yi tekrar yürürlüğe koyduğunu açıklamıştır (İkinci Meşrutiyet). Balkan Savaşında ise kuzeyden ilerleyen Sırplara karşı yaşanan son mağlubiyet 16-19 Kasım 1912 tarihli Manastır Çarpışmasıdır (158 binlik Sırp ordusuna karşı Zeki Paşa komutasında 38 bin Osmanlı askeri). Bugün şehirde Müslüman Arnavutlar dışında halen 1562 Türk yaşamaktadır. Atatürk’ün okuduğu Askeri İdadi (lise) binasında özel bir müze yer almaktadır. Osmanlı döneminde 12 konsolosluk açılmış, bir kısmı halen faaliyettedir.

 

Manastır’ın ortasında var bir havuz              Manastır’ın ortasında var bir çeşme

Canım havuz                                                 Canım çeşme

Bu yurdun kızları hepsi de yavuz                 Bu yurdun kızları hepsi de seçme

Biz çalar oynarız                                           Biz çalar oynarız

                                             Manastır’ın ortasında var bir pınar

                                             Canım pınar

                                             Bu yurdun kızları hepsi de çınar

                                             Biz çalar oynarız

 

            Tabi ki önce Atatürk’ün okuduğu Askeri İdadi binasını ziyarete gittik. İki katlı, dikdörtgen avlulu iyi korunmuş binada yerel Tarih Müzesi yer alıyordu. Sadece ikinci katın sağ kanadında, nispeten küçük bir mekanda, Atatürk’e ait bazı eşyalar, panolar ve fotoğraflar sergileniyordu. 

                                               Manastır (Bitola)’da Atatürk’ün okuduğu

                                                     Askeri İdadi Binası’nın ön cephesi

Bu binanın yanından başlayan geniş bir cadde (“Şirok sokak”) yayalara ayrılmıştı. Yürüyerek şehrin merkezi sayılan Magnolija meydanına ulaştık. Meydanın ortasına şehrin banisi Makedonya kralı II. Filip’in atlı heykeli yeni dikilmişti. Onun arkasında “Sahat Kula”nın tepesinde haç yükseliyordu (eski bir Osmanlı kulesinin yerine 1830’da inşa edilmişti). Birbirine benzeyen iki cami (Haydar Kadı Camii, 1560) ve Yeni Cami (Kadı Mehmed Efendi Camii) yüksek kasnaklı kubbeleri ve ince uzun (40 m) minareleri, yüksek konumlu tek şerefeleriyle dikkat çekiyordu. Drahor deresi üzerindeki köprüyü geçtikten sonra ise sağda Bedesten, solda Kadı İshak Çelebi Camii bulunuyordu. 


                                               Manastır merkezinde Kral 2. Filip heykeli,

                                        sağda Haydar Kadı Camii,   arkada solda Yeni Cami

            Manastır’dan sonra Pelagonia Ovasını terk ederek batıya giden ve antik çağlardan bilinen Via Egnatia yolu yüksek bir platodan (1000 m rakımlı) geçerek Prespa Gölü (853 m irtifa, 313 km2 alan, Balkanların en yüksek tektonik gölü) kıyılarına ulaştırdı. Bu gölün sadece kuzey ucunu uzaktan görebildik. Gölün güney bölümleri Yunanistan ve Arnavutluk topraklarına da taşıyordu. Bulunduğu tektonik çukur doğudan Pelister Dağı, batıdan ise Galiçitsa Dağlarının karlı zirveleri arasında unutulmaz hoş bir manzara oluşturuyordu. 

            Uzaktan bu gölü gören Resne (Resen) (nüfus 16 bin, rakım 885 m) kasabası Hürriyet kahramanı “Resneli Niyazi Bey”in (1873, Resne - 1913, Avlonya) memleketidir. Kolağası Niyazi Bey Osmanlı otoritesine ilk başkaldıran olup, 3 Temmuz 1908’de 400 kişilik taburunu dağa çıkartmış ve İkinci Meşrutiyete giden yolu başlatmıştır. Resne’de halen 1500 Türk yaşamakta, “Niyazi Beg Sarayı” da kültür evi olarak korunmaktadır. Kısa bir mola vererek bu sarayda açılmış bulunan seramik sanatı sergisini gezdik. Bu sergide Türkiyeli sanatçıların eserlerini görmekten mutlu olduk. 


                                         Resne’de Hürriyet Kahramanı “Niyazi Bey Sarayı”

            Resne’den sonra inişe geçen yol, bizleri çok daha geniş ve daha alçak tektonik çöküntüye indirdi: Ohri çöküntüsü (Ohri Ovası ve Ohri Gölü). Ovada bir de hava alanı inşa edilmiş ve çok sayıda turist ağırlayan Ohri’ye ulaşımı kolaylaştırmıştı.

Ohri: Gezimizin ikinci gününde görüp gezmeyi ve konaklamayı planladığımız Ohri (Slav. Ohrid, Yun. Ochrida) şehrine (nüfus 42 bin, rakım 695 m) erken saatlerde ulaştık. Çok eski bir yerleşim olup, Lychnidos adı ile “Via Egnatia” üzerinde önemli menzil şehriymiş. Sonradan bölgeye Slav kabileleri yerleşmiş, M.S. 867’de Bulgarların eline geçmiş, Hıristiyanlıkla beraber Kilise Slavcası ve Kiril alfabesi geliştirilmiş. Şehirde ve göl çevresinde çok sayıda Ortodoks Slav kilisesi ve manastırları bulunmaktadır. 990-1018 yılları arası Batı Bulgar (Çar Samuil) Devletinin başkenti ve Konstantinopol’den bağımsız Bulgar Patrikliğinin merkezi olmuştur. Ohri Gölünün kuzeydoğu kıyısında yer alan kayalık bir tepe üzerinde Ohri Kalesi (Çar Samuil Kalesi), çok eski tarihli Ortodoks kiliseleri (Osmanlı döneminde camiye çevrilen bu kiliseler, Balkan Savaşından sonra tekrar kiliseye dönüştürülmüş – Plaošnik, Sv. Jovan Kaneo, Sv. Panteleimon). Bu nedenle Ohri’de camiden (10 civarında) çok kilise (40 kadar) bulunmaktadır. Büyük ölçekli orijinal Osmanlı yapımı ibadethane çok azdır. Osmanlı fethinden (1385) sonra Müslüman Türkler ve Arnavutlar da yerleşmiş, Ohrizade Sinan Çelebi ve Halveti din alimleri burada tekkeler ve zaviyeler kurmuşlardır. Bu nedenle Ohri genellikle uhrevî bir mekan olarak algılanmıştır. İkinci Meşrutiyet yıllarında Eyüp Sabri Bey’in “Ohri taburu” da dağa çıkanlar arasındadır.

Ohri Gölü (693 m irtifa, 30x15 km, 358 km2 alan) Balkanların en eski, en derin (en derin yeri 288 m) ve en güzel gölüdür. Göl kıyılarının yarısı Arnavutluk'a aittir. Ohri’den tranzit geçerek, gölün doğu kıyısını 30 km güneye doğru takip ettik ve ünlü Sveti Naum Manastırına ulaştık. Bu manastır yakınında Ohri gölünü besleyen olağanüstü zengin su kaynaklarını ve çevre parkı gezdik.

 

 
Sveti Naum'da Ohri Gölünü
besleyen su kaynakları
Sveti Naum Manastır Kilisesi (905)

Prespa gölünün sularının Galiçitsa Dağının altından bu göle aktığına inanılmaktadır. Manastırın kurucusu Sveti (Aziz) Naum (830-910), Slavca yazıyı (Kiril alfabesini) Makedonya’da yayan ve kilise Slavcasını oturtan alim olarak saygı görmektedir. Mezarı, manastırın içinde bulunan kilisenin kriptası'ndadır ve Osmanlı döneminde Müslümanlar tarafından da “Saltuk Baba” makamı olarak saygı görmüş, ziyaret ve adakta bulunulmaktadır.

            Sveti Naum ziyaretimizden sonra tekrar Ohri şehrine döndük ve göl kıyısında yer alan “Riviera” hoteline yerleştik. Akşam yemeğinden sonra kordon boyunu ve şehir merkezini gezdik. Aşırı kalabalık ve turistik bir cadde olan “Kuyumcular sokağı”nda (St. Kliment Ohridski Str.) Ali Paşa Camii, Haydar Paşa Camii ve “Çınar Meydanı”nda Pir Muhammed Mehmed Hayati Dergâhı ve Türbesini (1720), geç saat olmasına rağmen, ziyaret ettik. “Türk Çarşısı”nda Türk kahvesi ve Türk çayı bulduk. Yorgun olduğumuz için kale tepesine tırmanmadık.

Ohri: Halveti Dergâhı

Struga: Ohri Gölünden kaynaklanan
Kara Drin nehrinin başlangıcı

Üçüncü günümüzün (6 Mayıs) sabahında, erken saatlerde Ohri’yi terk ettik ve gölün kuzey kıyısını takip ederek, 16 km batıdaki Struga kasabasına ulaştık.

Struga:  Osmanlı’nın Usturga dediği bu küçük yerleşim (nüfus 16 bin, rakım 693 m) artık Arnavutluk sınırına çok yakındı. Her yıl düzenlenen “Balkan Şiir Günleri”ne Türkiye’den de katılım olmaktaydı (çağdaş Makedon edebiyatının kurucuları Miladinov kardeşler burada dünyaya gelmişlerdi). Türk nüfusunun da bulunduğu bu şehirde Halveti tarikatına bağlı Hayati Hasan Baba Tekkesi restore edilmiş, Türkçe eğitim veren bir kolej ile bir ilköğretim okulu (Yahya Kemal Okulları) hizmete girmişti. Kara Drin nehri burada Ohri Gölünden doğar, derin Debre vadilerinden kuzeye doğru akarak Makedonya/Arnavutluk sınırını çizer. Osmanlı tarihinden bilinen Debre-i Balâ (Debar, Dibra) Struga’nın 54 km kuzeyinde kalır. Bu tarihi şehir yakınlarındaki Kocacık köyünde Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin baba evi TİKA tarafından restore edilmiştir.

Fakat Osmanlı fetih güzergahı göl kıyısını takip ederek güneye yöneldi (E852) ve Yablaniça dağı eteklerinde 15 km yokuş yukarı gidişten sonra Radojda / Kafasan sınır kapısından (rakım 1000 m) Arnavutluk topraklarına girdik. “Kafasan” (Qafe Thane) Arnavutluk'un doğudan girilen en önemli sınır kapısıdır. Daha Romalılar “Via Egnatia” yolunu buradan geçirmişler, nitekim Osmanlı fatihleri de Arnavutluk topraklarına burada ayak basmışlardır.

Ohri Gölünün batı kıyısında,

1000 m rakımda Makedonya’dan Arnavutluk'a giriş

  

III. İLİRYA

 

            Balkan Yarımadasının en batısında yer alan ve Adriyatik Denizine paralel uzanan tarihi bölgeye Grekler ve Romalılar İlirya (İllyria) demişlerdir. Yarımadanın en eski sakinlerinden olan (Traklarla beraber) “illyri” kabilelerinin adından gelmektedir. Çok geniş bir alana (bugün Arnavutluk, Karadağ, kısmen Bosna-Hersek ve Hırvatistan) yayılmış olan bu kabileler tek bir devlet çatısı altında  birleşememişlerdir. Kıyılarda Grek denizciler ticaret kolonileri kurmuşlardır. Roma tarihinde üç “İllyria Savaşı” bilinmektedir. M.Ö. III-II yüzyıllarda Roma bu toprakları istila etmiş ve kendisine bağlı “İllyricum Eyaleti”ni kurmuştur. “Kavimler Göçü” yıllarında kuzeyden Avarlar ve Slavlar bu topraklara girmişler, yerlilerle karışarak farklı etnik topluluklar meydana getirmişlerdir (Slavca konuşan Hırvatlar, Hersekliler, Karadağlılar). Sahil bandında ise Venedik hakimiyeti uzun sürmüş, Latince (sonradan İtalyanca), Latin alfabesi, Latin kültürü ve katolik Hıristiyanlık etkili olmuştur.

            Dalmaçya (Dalmatia) ise İlirya’nın deniz kıyısında kalan dar ve kayalık bir sahil şerididir (Dubrovnik, Split, Şibenik ve Zadar). Bugün tamamen Hırvatistan sınırları içinde kalır. Bugün Karadağ’a ait olan Kotor körfezi de eskiden Dalmaçya’nın parçası sayılmıştır.

            Alp Dağlarının devamı olan “Dinar Alpleri”, çok yüksek olmamalarına rağmen (zirveleri 2000 m’nin altında), kıyıya paralel seyrederler. Kuzeyde Adriyatik Denizinin dibinde kalan bu dağlar çok sayıda adalar, girintili çıkıntılı kıyılar (fiyortlar) oluştururlar. Sadece Arnavutluk Alpleri geri çekilmişler, önce tepelikli bir şerit, kıyı tarafında da düzlük (hatta bataklık) sahil bandı bırakmışlardır.

 

            ARNAVUTLUK

 

            Kendi ülkelerine Şkiperya (Shqipëria) [= Kartallar ülkesi] demelerine rağmen, eski Yunanlar Arbanitia, Latinler Albania demişlerdir. Osmanlıların ilk tahrir defterlerinde (XV yy) “Arvanid” Sancağı denmiş, sonradan “Arnaut” şeklini almış ve diğer Balkan ülkelerinde de böyle bilinmişlerdir (Arnaut kaldırımı, Arnaut ciğeri, Arnaut inadı). Arnavutça ise çok eski bir Balkan dili (İllir dili?) olup, Hint-Avrupa diller ailesinde tek başına bir öbek sayılır, bugün yaşayan herhangi bir dille akrabalığı yoktur. 1908’den beri 36 harflik Latince alfabeye geçmişlerdir.

                Kadim İliryalıların günümüze ulaşabilmiş küçük bir kalıntısı sayılan Arnavutlar yüzyıllar boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı idaresinde yaşamışlarsa da, ulaşılmaz dağlarında aşiretler şeklinde örgütlenerek etnik kimliklerini ve dillerini muhafaza edebilmişlerdir.  Din değiştirmiş (katolik % 10, ortodoks % 20 ve müslüman % 70) olsalar da birlik ve beraberliklerini korumuşlar, Balkan Savaşları sonucunda (1912-13) paylaşılan Osmanlı topraklarında (Büyük Devletlerin desteği ile) kendilerine bir devlet (Prenslik) elde etmişlerdir. Fakat Arnavutça konuşan kalabalık topluluklar komşu devletlerin sınırları içerisinde kalmıştır (Kosova nüfusunun % 90’ı; Makedonya nüfusunun % 25’i; Yunanistan - bilgi vermemektedir, Karadağ % 5). Karşı kıyıdaki İtalya ile var olan ticari ve iktisadi ilişkiler sonucunda, İtalya’ya göç etmişler (“arbereş”ler), buradan da Avrupa ve Amerika’ya yerleşerek güçlü bir “diaspora” oluşturmuşlardır. Fakat iki Cihan Harbinde de İtalya tarafından işgal edilmişlerdir. Arnavutluk’ta azınlık olarak Ulahlar (% 9,5), Yunanlar (% 3,2), Çingeneler (% 2,7), Sırplar (% 1,2), Makedonlar (% 1,1) vardır, fakat Türk kalmamıştır.

“Kafasan” sınır kapısından sonra E852 (ulusal SH3) yolu batıya yönelerek hızla irtifa kaybetti ve derin vadiler arasına indi. Önce Buştritsa deresi, sonra Şkumbin nehrini takip ederek, sağ tarafta Şebenik-Yablanitsa dağları, sol tarafta Polisit dağı  arasından 62 km daha alçaldıktan sonra, Arnavutluk’ta ilk ziyaret etmek istediğimiz Elbasan şehrine ulaştık.

 

Fraşerli Ailesi: Polisit Dağının güney tarafında kalan ve Bektaşi Tekkesiyle ünlü olan Frasher kasabasında dünyaya gelen Frashëri kardeşler Osmanlı-Arnavut aydınlanmasının önde gelen simalarıdır: Abdyl Frashëri (1839-1892), Naim Frashëri (1846-1900) ve Sami Frashëri (1850-1904). “Şemsettin Sami” olarak da bilinen Sami Frashëri Yanya’da Rum mektebinde eğitim görmüş, Doğu ve Batı dilleri öğrenmiş, Osmanlı Türkçesi’nin ilk gramerini kaleme almış, Arapça, Türkçe, Fransızca Sözlükler yayınlamış ve 6 ciltlik “Kamûs-ı Âlâm” ansiklopedisini yazmıştır. İstanbul’da dünyaya gelen oğlu Ali Sami Yen (1886-1951) futbolcu ve “Galatasaray” kulübünün kurucusudur. Fraşerli kardeşlerin hepsi İstanbul’da metfûndur.

 

Elbasan (nüfus 124 bin, rakım 150 m) Arnavutluğun 4. büyük kenti, önemli sanayi merkezi  [Çin yatırımı demir-çelik fabrikaları] olup, Şkumbin vadisinin genişlediği ve düzlüklere açıldığı yerde, denizden 63 km uzaklıkta yer almaktadır. “Via Egnatia” yolu üzerinde, Arnavutluk dağlarını aşan en uygun vadinin başlangıcında Scampis adıyla kurulmuştur. Osmanlıların da ilk ayak bastığı yer olup, ünlü “İl-basan” kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından 1466 yılında yaptırılmış ve Arnavutluk fetihlerinin üssü olmuştur. 

Elbasan Kalesi ve Saat Kulesi

Elbasan: Kale içinde Hünkâr Camii

Kale içindeki Hünkâr Camii (1492, Sultan 2. Bayezid zamanı) bizim için son derece önemli idi, çünkü Arnavutluk’ta ayakta kalabilmiş en eski Osmanlı eseriydi.

 Şkumbin (İşkombi) nehri (Roma döneminde Genesus) sadece Kuzey ve Güney Arnavutluk'u birbirinden ayıran coğrafi sınır olmayıp, Arnavutçanın iki şivesini (kuzeyde Geg, güneyde Tosk) ve iki giyim-kuşam kültürünü de ayrıştırır.

 

            Elbasan’dan sonra Şkumbin nehrini takip ederek batıya doğru alçalmaya devam eden yol Peklin’den sonra, Arnavutluğun kıyı ovalarında, 20-40 m’lik rakımlarda, kuzey-güney doğrultulu A2 (SH4) otoyoluna bağlandı. Burada sola, yani güneye doğru kıvrıldık ve kıyıya paralel, fakat 15-20 km içerlerden geçen bu yol üzerinde önce Lushnje (nüfus 54 bin, rakım 9 m) şehrini çevre yolundan geçtik. Lushnje’nin 3 km güneyindeki Savra köyü Osmanlı tarihinde özel bir öneme sahiptir.

 

Burada 1385 yılında (yani 1. Murat zamanında ve 1. Kosova Savaşından önce) Sadrazam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa ünlü “Savra (Devoll) Meydan Muharebesi”ni kazanmıştır. Bu muharebe, çok erken bir dönemde Adriyatik kıyılarında kazanılmış ilk meydan muharebesidir. Güney Arnavutluk prensi Karlo Topia tarafından, kendisine saldıran Kuzey Arnavutluk prensi 2. Balşa’ya (Balşiç’e) karşı, Ohri’deyken yardıma çağrılan Osmanlı kuvvetleri büyük galebe çalmışlar, 2. Balşa maktul düşmüş ve dağınık Arnavut prenslerinin çoğu Osmanlı süzerenliğini kabul etmişler. Fakat gerçek Müslüman yerleşmesi Fetret Devri’nden sonra başlamış ve Fatih’in oğlu 2. Bayezid döneminde tamamlanmıştır (yaklaşık 1500 yılı). Savra Ovasında bu zaferimizi hatırlatan herhangi bir anıt bulunmamaktadır.  Osmanlıları davet eden Karlo Topia’nın adından sonraları bu topraklara “Karlo-Eli” (Karlı-ili) denmiştir (bugün Güney Arnavutluk ve Batı Yunanistan).

 

A2 Otoyolu maalesef tamamlanmamış, inşaat halindedir. Türkler tarafından 1729’da kurulmuş olan, bugün asfalt, bitüm ve gaz merkezi Fier’in (nüfus 84 bin, rakım 20 m) içinden onarılmamış eski yollardan geçmek mecburiyetinde kaldık ve zaman kaybettik. Deniz tarafında ise kuş cenneti olan “Karavasta” bataklığı ve  antik “Apollonia” kentinin arkeolojik  kalıntıları bulunmaktaydı.

Avlonya: Otoyolda 88 km güneye gittikten sonra, Arnavutluk'un 3. büyük kenti Vlorë (Avlonya, İtal. Valona) (nüfus 135 bin) liman şehrine gecikmeli ulaştık. Güneyden dağlık Karaburun yarımadası ile sınırlanan derin bir körfezin (Avlonya Körfezi) kıyısında yer alan şehir, Osmanlı idarecilerin en sevdiği ve tercih ettiği görev yeri olmuş ve çok önemli devlet adamları yetiştirmiştir. Körfezin girişinde bulunan Sazan (Saseno) adası önemli bir deniz üssü olarak İtalyan ve Alman donanmalarına 1. ve 2. Dünya Savaşlarında hizmet etmiştir. Şehir merkezinde ibadete açık Muradiye Camii’ni (1460) kolayca bulduk, fakat ardındaki tepede görünen yeni onarılmış Bektaşi Kuzum Baba Tekkesi ve türbesine tırmanmadık. Ancak sahile kadar ilerledik ve deniz kıyısında oturarak 1480 tarihli “Otranto Çıkartması”nı andık.

Avlonya: Muradiye Camii (1460)

Avlonya Körfezi sahil bandı

Otranto Çıkartması: Osmanlı tarihinin en şaşırtıcı ve en cesur çıkartmasıdır. Fatih Sultan Mehmed’in denizden İtalya’yı fethetme girişimidir. Bütün İtalya’yı korku ve dehşete düşürmüş, hâlâ “Mama mia, Turchi!” deyimiyle çocuklarını susturmaktadırlar. Avlonya doğumlu devşirme Gedik Ahmet Paşa (öl. 18 Kasım 1482, Edirne Sarayı) 1480’de donanmayı Avlonya körfezinde toplamış, 60 km karşıdaki Otranto limanını ve kalesini zapt etmiş, buradaki 813 Katolik muhafızı öldürmüştü. Bu olayı unutamayan ve unutturmayan Katolik âlemi iki yıl önce, Papa’nın katılımıyla, öldürülen bu askerleri “Martiri di Otranto” ilân etmiş ve din şehitleri listesine almıştı. Gedik Ahmet Paşa, üs olarak ele geçirdiği Otranto Kalesinden İtalya içlerine akınlara başlamıştı. Takviye almak için asker bırakmış, geri dönmüş, fakat Fatih’in 49 yaşında ani ölümü (1481) ve tahta çıkan 2. Bayezid’in kendisine Edirne Sarayında “siyah kaftan” giydirerek idam ettirmesi sonucu İtalya istilâsı akim kalmıştır. Aynı yıl kalabalık Haçlı orduları Otranto kalesini geri almış ve burada bırakılan bütün Osmanlı askerlerini kılıçtan geçirmiştir. Fakat bunları kimse “şehit” ilân etmemiştir.

 

   Avlonyalı devşirme oldukları bilinen diğer Osmanlı sadrazamları Damat Çelebi Lütfi Paşa (1468 - 27 Mart 1564, Dimetoka) ve Kemankeş Kara Mustafa Paşa (1592 – 31 Ocak 1644, İstanbul)’dır. “Avlonyalı” lâkabıyla bilinen Mehmet Ferit Paşa (1851-1914, Sanremo) ise 2. Abdülhamid’in “İkinci Meşrutiyet” dönemi sadrazamıdır. Onun tavsiyesi ile 30 yıldır askıda tuttuğu Kanunu Esasî’yi yeniden geçerli ilân etmiş, fakat sonradan aldatıldığını düşünerek sadrazamı görevden almıştır.  

 

28 Kasım 1912’de Avlonya’da İsmail Kemal (Vlora) Bey (1844-1919, Perugia) başkanlığında toplanan Arnavut milliyetçileri “bağımsızlık” ilan etmişler ve Vlorë ilk başkent sayılmıştır. 1913 yılında Resneli Niyazi Bey limanda vapura binmek üzere iken koruması tarafından burada öldürülmüştür [O zamanlarda halk arasında “Ne şehittir, ne gazi; gitti pisi pisine Niyazi…” deyimi yaygın söylenmiştir].

 

            Dıraç: Avlonya’dan geri dönerken tekrar A2 otoyolunu takip ettik, 122 km kuzeye yol aldıktan sonra, yine deniz kıyısında liman ve Arnavutluk'un 2. büyük şehri olan Durrës (Dıraç, Durrazzo, Dyrrhachion) şehrine (nüfus 203 bin, rakım 5 m) yaklaştık. M.Ö. 627 yılında Epidamnos adıyla Yunan kolonisi olarak kurulmuş, “Via Egnatia”nın başlangıç noktası olarak Romalılara ve Bizanzlılara hizmet etmiş ve Osmanlı tarafından en son fethedilen (1501, 2. Bayezid dönemi) Arnavutluk şehri olmuştur. Osmanlı yıllarında ticari önemi azalmış ve nispeten küçük bir iskele olarak kullanılmıştır. 1912’den sonra bir dönem Arnavutluk Prensliğinin ikinci başkenti olmuş, liman ve sanayi merkezi olarak hızla gelişmiş. Şehrin güneyinde kalan uçsuz bucaksız kumsallar çok sayıda turist çekmekte, İtalyan sermayesi her tarafı modern hoteller ile doldurmuştu. Bize ayrılan “Leonardo Hotel” de şehir merkezinden 7 km güneydeki hoteller semtinde idi.

Dördüncü günün (7 Mayıs) sabahında Dıraç merkezine gittik. Venediklilerden kalma “Torra” kulesini ve deniz kenarındaki muazzam geniş parkı gezebildik. Arnavutluk'un her yeri bol miktarda heykellerle donatılmış, İtalyan ve Alman faşizmine karşı  verilen mücadelede ölenler yüceltilmişti. Havanın bulutlanması ve yağmur başlaması nedeniyle uzaktan minarelerini görebildiğimiz birkaç Osmanlı camiini ziyaret edemedik.  Yağmur altında Dıraç’tan 38 km içerlerde yer alan Tiran’a kadar yolculuk yaptık.

Dıraç: Venedik kalesinden kalan Tora Kulesi

Dıraç: Deniz Parkında faşizme
karşı savaşan meçhul asker anıtı

Tiran: (Tiranë, Tirana) ülkenin başkenti (1920’den beri) ve en büyük kentidir (nüfus 622 bin, rakım 110 m). Osmanlı döneminde İşkodra Valisi Süleyman Paşa tarafından 1614 yılında, yakın köylerin birleştirilmesiyle kurulan Tiran, ülkenin orta kesiminde stratejik önem kazanmış ve 1920’de yeni kurulan Arnavutluk devletine başkent seçilmiştir (Ankara’nın başkent seçilmesi gibi).

                                     Başkent Tiran merkezinde Arnavutluk'un

                                  en büyük ve en süslü Ethem Bey Camii (1789)

Enver Hoca [Arn: Hoxha] (1908, Ergiri – 1985, Tiran] Güney Arnavutluğun Gjirokastër (Ergiri) şehrinde Osmanlı tebası olarak dünyaya gelmiş, 1930-36 arası Fransa’da yükseköğrenim görmüş ve burada sosyalist fikirlerle tanışmıştır. Memleketine dönünce değişik okullarda Fransızca öğretmenliği yapmış, 1939 İtalyan işgali üzerine görevden alınmış ve Tiran’a giderek tütüncü dükkânı açmıştır. 1941’de Arnavutluk Emek Partisi’nin kuruluşuna katılmıış, 1943’te bu partinin Genel Sekreteri olmuştur. İtalyan ve Alman işgalcilere karşı silahlı gruplar örgütlemiş ve 1944’ta yeni kurulan sosyalist cumhuriyetin ilk başbakanı olmuştur. Aralıksız 41 yıl Arnavutluğu demir yumrukla yönetmiş, önce Stalin’in, sonra da Mao’nun komünist doktrinlerine bağlı kalmış, revizyonistlerle anlaşamayarak ülkesini hem kapitalist, hem de komünist cepheden soyutlamıştır.

 

            Akçahisar: Osmanlı tarihi ve Arnavutluk denince Akçahisar Kalesi’nden söz etmemek olamazdı. Tiran’dan sonra kuzeye giden SH1 yolunun 20’inci km’sinden ayrılan 10 km’lik asfalt bir yol bizi Krujë (Kroya, Akçahisar) kalesine ve kasabasına götürdü (nüfus 10 bin, rakım 600 m). Bu mekan Arnavutluk’ta en çok ziyaret edilen yerdir. Efsanevi “Akçahisar Kalesi” Balkanlardaki Osmanlı fetihlerine en fazla direnen, 2. Murad’ın ve Fatih Sultan Mehmed’in de alamadığı, ancak dördüncü kuşatmada 1478’de Gedik Ahmed Paşa tarafından ele geçirilen kaledir.

 

İskender Bey (1405, Debre – 1468, Leş): Arnavutların milli kahramanı Skanderbeg [Gjergj Kastrioti] 25 yıl süresince direnişi yönetmiş ve Arnavutluk'un fethini geciktirmişti. Kastrioti hanedanından Gjon Kastrioti’nin en küçük oğlu olup 1421’de rehin olarak Edirne Sarayına gönderilmiş, burada Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisine İskender adı verilmiş. Askerlik sanatını Osmanlılardan öğrenmiş, Sultan 2. Murad’ın birçok seferine katılmıştır. 1443’te, Niş yakınlarında Morava nehri vadisinde Macarlarla yapılan savaşta, 300 Arnavut askerini de kandırarak savaş alanını terk etmiş, baba memleketine gitmiş ve sahte bir fermanla Kruje Kalesi’ni ele geçirmiştir. Burada İslâmiyet'ii reddederek tekrar Ortodoks Hıristiyanlığa geçmiş, diğer Arnavut beylerini de ikna ederek “Leş Birliği” adı altında askeri güçlerini birleştirmiştir. Arnavutluk'a gönderilen Osmanlı ordularını yenmiş ve Kruje Kalesini başarılı savunmuştur. 1468 yılında Leş’te ateşli bir salgın hastalıktan ölmüştür. Oğlu Gjon Kastrioti 10 yıl daha kaleyi savunmuşsa da sonunda teslim olmuş, ardılları İtalya’ya giderek asalet unvanlarıyla Napoli Krallığı topraklarında yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

 

            Fetih sonrasında Akçahisar (Krujë) tamamen Müslüman kasabasına dönüşmüş ve Bektaşiliğin en önemli merkezi olmuştur. Bugün çok turist celbeden bir destinasyondur. Dünyanın her yerinden gelen meraklı turistler ve kalabalık öğrenci grupları inişli yokuşlu dar sokakları dolduruyor, hediye eşya satan dükkânlarıyla bizim Şirince'yi andırıyordu. Kaleye çıkan yol onarımda olduğu için uzaktan seyretmekle yetindik, TİKA’nın restore ettiği camiyi fotoğrafladık. Kalenin ardındaki dağın yamacında ise “Sarı Saltuk külliyesi” bulunmaktaymış, fakat yol otobüsler için uygun değilmiş.

Kruje Kalesi

Kruje: TİKA tarafından restore
edilen Osmanlı Camii

Krujë’den sonra tekrar SH1 ulusal yoluna dönerek 84 km kuzeydeki İşkodra’ya doğru yol alırken, İskender Bey’in mezarının bulunduğu Leş (Lezhë, Alessio, Grek kolonisi Lissos) (nüfus 15 bin, rakım 10 m) şehrinden tranzit geçtik.

İşkodra: Ülkenin kuzey sınırında ve Balkanların en büyük gölünün (İşkodra Gölü, 48x14 km, 370-530 km2 alan, rakım 6 m, azamî derinlik 44 m) kıyısında yer alan Shkodër (İşkodra, Skadar, Scutari, Arnavutluk İskenderiyesi) (nüfus 111 bin, rakım 13 m) bugün 5. büyük kenttir, fakat tarihte Kuzey Arnavutluk prenslerinin merkezi, Osmanlıların önemli kalesi ve vilayet (paşalık) yerleşkesi olmuştur. Balkan Savaşlarının en dirayetli savunması ile hatırlanır (alçakça şehit edilen Hasan Rıza Paşa’nın yönetiminde “İşkodra Savunması” 28 Ekim 1912’den 23 Nisan 1913’e kadar 6 ay dayanmıştır).

Gölden çıkan Buna (Boyana) nehri ile ona katılan Drin kolu arasında 130 m’lik tepedeki Rozafa Kalesi’nin yanından geçtik.

 

Balkan Savaşında “İşkodra Kalesi” olarak ün yapan bu müstahkem mevki, eski çağlarda “Rozafa” Kalesi olarak adlandırılırmış ve ilginç bir efsaneye konu olmuş: Üç erkek kardeş bu tepenin zirvesinde kale inşasına başlamışlar. Fakat bugün inşa ettikleri surları ertesi gün yerle yeksan buluyorlarmış. Çaresizlik içinde ermiş bir kişiye başvurmuşlar. O da “tepenin ruhunun insan kurbanı istediğini” bildirmiş. Üç kardeş aralarında sözleşmişler ve ertesi günü tepeye ilk çıkacak kişiyi kurban olarak sur duvarına raptetmeyi kararlaştırmışlar. Fakat aynı gece iki büyük kardeş karılarını tembihlerken, saf olan en küçük karısına hiçbir uyarıda bulunmamış. Ve yeni evli ve emzikli olan en küçük gelin Rozafa ertesi gün eşine yemek götürmek için tepeye tırmanmış. Kendisine kurban edileceği bildirilince, “hiç olmazsa bir mememi dışarıda bırakın da bebeğimi emzirebileyim” demiş. Öyle de yapmışlar. Surlar çok sağlam yükselmiş, fakat kalenin bir duvarında zaman zaman anne sütüne benzeyen bir sıvı süzülmeye başlamış.

Buna nehri üzerindeki köprü
ve Rozafa (İşkodra) Kalesi

 Dubrovnik’e yetişmek için İşkodra şehrinin gezilmesini dönüş yolumuza bıraktık. Ertesi gün aynı yoldan geri döneceğimiz için çok yoğun olan dördüncü gün programında kısaltmalar yaptık. Şehrin güneyinde bulunan Buna Köprüsünden geçerek batıya 15 km gittikten sonra Muriqani/Sukobin sınır kapısından Karadağ’a girdik. Aynı gün içinde Karadağ’ın kıyı şeridini (80 km) son derece dolambaçlı yollardan katedip Hırvatistan’da konaklayacağımız Dubrovnik’e varmamız gerekiyordu.

 

           

KARADAĞ (MONTENEGRO, CRNA GORA)

 

            Antikçağ’ın İlirya topraklarının ortasında yer alan bu aşırı dağlık ve az nüfuslu bölgeye Roma ve Bizans döneminde “Dioclea” (İmparator Diocletianus adını buradan almıştır) denmiş, Slav kabilelerinin yerleşmesinden sonra “Zeta Prensliği” (Zeta burada bir akarsuyun adıdır) kurulmuş. Zamanla bu prenslik Sırpların “Raşka Prensliği”nin egemenliğine girmiş. Sırpçadan farklı bir Slavca dil konuşan, Ortodoks Hıristiyan olup Latin alfabesini tercih eden Karadağlılar bugün ülke nüfusunun ancak % 45’ini oluştururlar. Ulaşılmaz dağlarında, gevşek aşiretler federasyonu şeklinde, dinî önderleri (vladika) yönetiminde komşularına (Hersekliler, Sırplar, Arnavutlar) ve dış işgalcilere (Venedik, Osmanlı, Avusturya-Macaristan) karşı hep direnmişler ve yarı-bağımsız kalmışlardır. Bugün ülkenin 80 km kıyı şeridi vardır, fakat gerçek Montenegro denize çıkışı olmayan, kıyı dağlarının ardında kalan dar ovalar, derin vadiler, yüksek dağlar coğrafyasıdır.

            Osmanlı döneminde İşkodra Vilayetine bağlı, İşkodra Gölünün kuzeyinde kalan bugünkü başkent Podgoriçe (nüfus 156 bin, rakım 44 m) ve eski başkent Çetine (nüfus 14 bin, rakım 650 m) dahil 4,500 km2 lik küçük bir ücra köşeydi. Rusya’nın büyük desteği ile Osmanlıdan ele geçirdiği topraklar sayesinde 3 misli genişlemiş (Balkan Savaşında Osmanlı Devletine ilk savaş ilân eden ülkedir), denize çıkış kazanmış, fakat Birinci Dünya Savaşından sonra 1918’de kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının (1928’den sonra Yugoslavya Krallığının)  bir parçaşı olmuş ve bağımsızlığını yitirmiş (son kral I. Nikola ülkeyi terketmiştir). Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra 2006 yılında bağımsızlığını ilân etti, 2008’de de Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı.

 

            Karadağ’ın iç bölgeleri bakir ve yalın doğa güzellikleriyle ilgi çeker (Tara kanyonu), fakat otobüs gezileri için zordur. Bu nedenle turistik özellikleriyle ünlü kıyı bandını, gezimizin dördüncü gününde güneyden kuzeye tranzit geçtik, beşinci günümüzde ise kuzeyden güneye  aynı yolu tekrar kat ettik ve Arnavutluk topraklarına döndük. Dolayısıyla Karadağ’da hiç konaklamadık.

            Sukobin sonrası, güneyde kalan Ulcinj (Ülgün) şehrini pypass ettik ve Krute sapağından itibaren en kısa yolu (5 m genişliğindeki köyler arası asfaltı) tercih ettik. Yüksek bir platoda ilerledik ve yarım saat sonra Adriyatik Denizi göründü.  Sağımızda 1500 m’lik Rumija Dağları İşkodra Gölünü denizden ayırıyor ve dik yamaçlarla kıyıya ulaşıyordu. Hoş görünümlü bir körfezin daracık kıyısında 18 bin nüfuslu Bar (İtalya’daki Bari kentinin karşısına geldiği için eskiden Antivari denmişti, Osmanlı sadece “Bar” sözcüğünü kullanmış ve 300 yıl burada hakim kalmıştı) şehrinin içine girdik, fakat otobüsten inmeden ana caddesinden geçtik ve son Karadağ Kralı 1. Nikola’nın sarayını uzaktan gördük. Yugoslavya döneminden beri Belgrad-Bar tren yolu ve 2005’te “Sozina” tünelinin (4189 m) tamamlanmasıyla Podgoriçe-Bar otoyolu Adriyatik kıyısını iç bölgelere bağlamıştı. Ayrıca kıyıya paralel seyreden “Jadranska magistrala” (“Jadran” Slav dillerinde Adriyatik demektir) da şehrin kenarından geçmekteydi.

            “Magistrala” denmesine rağmen iki şeritli asfalt bir yoldu, fakat denize dik inen dağların yüksek yamaçlarındaki kayalar oyulmuş, tüneller ve yarı-tüneller yapılmıştı. 200-300 m yükseklikten, kuş bakışı gibi sahildeki koylar, adalar ve yarımadalar izlenebiliyordu. Avrupa sosyetesinin gözde mekanı Sveti Stefan Adası bu sahilin incisi sayılırdı.

Karadağ kıyısında Sveti Stefan Adası

Sveti Stefan Adasından sonra, geniş bir körfezin kıyısında 14 bin nüfuslu Budva kasabası göründü. Osmanlı çok kısa süre (1571’de birkaç ay) elinde bulundurmuş (önce Venedik’e, sonra Avusturya’ya bağlı kalmıştı). Ünlü bir tatil beldesi olan Budva’da Osmanlı eserleri yoktu, fakat “Jadranska magistrala” kasabanın içinden geçiyordu. Budva’dan sonra yol denizden uzaklaştı, Grbalj Dağının doğusunda nispeten düzlük (Tivat düzlüğü ve Tivat Havalimanı) bir alanda Kotor körfezine (Boka Kotorska) yöneldi.

 

            Boka Kotorska: Aslında bu doğal güzellik, 1000 m’ye kadar yükselen yalçın dağlar arasına giren 28 km’lik bir fiyort sayılırdı. Azami derinlik 60 m olarak bildirilmişti ve çok katlı transatlantik gemiler Kotor Kalesinin rıhtımına kadar gelebiliyordu. Güneyde Lovçen Dağı (1749 m), kuzeyde Orjen Dağı (1893 m) arasında, deniz ağızından itibaren Hercegnovi körfezinde genişliyor, Kumbor kanlından sonra karşı tarafa Tivat körfezini oluşturuyordu. Çok dar (300 m) olan Verige kanalında Kamenari-Lepetane feribotları durmadan karşı kıyıya kara araçlarını taşıyorlardı. Verige’den sonra tekrar kuzeye (Risan körfezi) ve güneye (Kotor körfezi) iki genişleme daha yapıyordu. Kıyıya yakın çok sayıda adacık bulunuyordu. Adını veren Kotor  kasabası ve ünlü kalesi en dipte inşa edilmişti.

Kotor: rıhtıma yanaşmış bir transatlantik gemisi

       2004 yılında hizmete giren Vrmac tüneli (1637 m uzunluk) sayesinde Kotor (Cattaro, antik dönemde Ascruvium) kasabasına (nüfus 13,500) kolayca ulaşılabiliyordu. Genellikle Venedik idaresinde kalmıştı, fakat 1538-1571 ve 1657-1699 arasında kesintili olarak 75 yıl Osmanlı egemeliğine girmişti. Vrmac tünelinden Kotor kasabasına indik, kalenin görülmesini dönüş yoluna bırakarak, inşası yeni tamamlanan ve olağanüstü ilginç görüntüler sergileyen körfez çevre yolunu (Dobrota, Perast, Risan) dolandık ve Boka Kotorska kıyılarındaki en büyük yerleşim olan Herceg Novi’ye ulaştık.

            Herceg Novi (17 bin nüfus, Castelnuovo, Neokastron) 1382’de Bosna kralı Stjepan Tvrtko tarafından inşa edilen bir ufak kalesi ile Venedik egemenliğine meydan okumuştu. Soradan “herzog” (yani “düka”, oradan da Osmanlı “hersek” deyimini türetmişti) unvanı taşıyan Stjepan Vukçiç Koşaça’nın elinden 1482’de Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve 200 yıl (1687’ye kadar) “Novi” adıyla Hersek Eyaletine bağlı kalmış. Karlofça Antlaşmasından sonra Venedik’e bırakılmış.

            Herceg Novi’den kuzeye doğru devam eden derin bir vadide yavaş yavaş yükselerek “Debeli Brijeg” mevkiindeki sınır kapısından Hırvatistan’a geçtik. Eski Yugoslavya’ya ait devletler arasındaki sınır kapılarında aranmaksızın kısa muamelelerle kolay geçilmektedir.

 

 

            HIRVATİSTAN (Croatia)

 

            Bugünkü Hırvatistan toprakları (yüzölçümü 56 bin km2, nüfus 4,3 milyon) ilginç  bir coğrafi görünüme sahiptir – Bosna-Hersek yaylasını kuzeyden ve batıdan yarımay gibi çevreler. Asıl Hırvatistan kuzeyde, Sava nehrine paralel yayılan verimli Pannonia Ovasındadır (başkent Zagreb de buradadır). Batıda ise Adriyatik kıyısındaki İstria Yarımadasına ve güneye doğru uzanan Dalmaçya sahillerine sonradan sahip olmuştur. Ortaçağ Hırvat Banlığı 400 yıl Macaristan’ın, sonra da 200 yıl Avusrurya’nın egemenliğinde, yarı-özerk olarak kalmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşü ile yeni oluşturulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığına (1928’den sonra Yugoslavya Krallığı) bağlanmıştır. Katolik olan Hırvatlar Latin alfabesi kullanmakta, AB (Avrupa Birliği) üyesi olmuşlar, Euro bölgesine henüz alınmamışlardır.

 

Osmanlı Devleti bugünkü Hırvatistan topraklarına tamamen egemen olamamıştır. Kuzeyde Slavonya bölgesine ve batısında iki sancağa (Požega; Pakrač) 170 sene kadar hükmetmiş, Dalmaçya’da ise deniz gören dağların tepelerine (Klis, Knin ve Lika sancakları) garnizonlar yerleştirmiş, denizden ablukaya alamadığı sahil kentlerine karadan akınlar düzenlemekle yetinmiştir. Bunlar arasında en güneyde kalan Dubrovnik (Ragusa) kentinin özel bir yeri vardır. Denizde Venedik rekabetine dayanamayan bu liman-şehir, Balkan Yarımadasının içlerine uzanan “kervan yolları” sayesinde çok büyük ticari kazançlar elde etmiştir. Birçok maden ocaklarının işletme hakkını da almıştır. Edirne’nin fethinden hemen sonra (1365) 1. Murad’ın sarayına çıkan ilk Batılı heyet Dubrovnik’ten gelmiş, haraç teklif etmiş ve ticaret serbestisi almıştır. 1806 yılına kadar Osmanlı vasalı sayılmış ve himaye edilmiştir. Bu nedenle Dubrovnik şehrine ve çevresindeki köylere akınlar yapılmamış, Türkler yerleştirilmemiştir. Bugün popüler turistik destinasyon olan Dubrovnik (nüfus 42 bin) çok iyi korunmuş kalesi, limanı, kiliseleri ve sarayları ile dikkat çekmektedir. Karadağ sınırından sadece 50 km uzakta yer aldığı için, oralara gitmiş iken bu şehri de görmek istedik.

Nispeten daha geniş ve kaliteli bir asfalt yoldan (“Jadranska Cesta”) kısa sürede Dubrovnik’e ulaştık. Buradaki dağlar daha alçak olup, kıyıdan içerlere çekilmişti. Kıyı şeridi ise kayalık ve girintili çıkıntılı idi. Denizde ise daha büyücek adalar ve sayısız kayalıklar göze çarpıyordu. Sanki dev bir dinozor denizin dibine dalmış ve sırt testeresi ara sıra su üstüne çıkıyordu.

Dubrovnik’e vardığımızda hava kararıyordu. Önce deniz seviyesinden 200 m yukarılarda yer alan “Adria” hoteline yerleştik. Dik bir kayalık yamaca inşa edilen hotelin yatak odalarına resepsiyondan aşağı inilerek ulaşılıyordu, fakat en üstteki restoran terasından tüm Dubrovnik çevresi harita gibi izleniyordu.

Dubrovnik: gün batımında yeni liman

Dubrovnik: gece ışıklarında Stradun Caddesi

Akşam yemeğinden sonra “Old City” dedikleri tarihi kale içini gezmeye gittik. Olduğu gibi muhafaza edilmiş bir Ortaçağ şehrini, taş döşenmiş sokaklarını, kiliselerini, korunaklı limanını, dondurma ve turistik eşya satan dükkânlarını azalmış kalabalıklar arasında ve gece serinliğinde dolaştık.

 

        Gezimizin beşinci günü, 8. Mayıs sabahı erkenden geri dönüş yoluna koyulduk. Bir gün önceden bildiğimiz yolu daha rahat gezebilecek ve göremediğimiz yerleri de görecektik. “Boka Kotorska” engelini en dar yerinden (Kamenari) feribotla aştık.

Verige Kanalının Kamenari iskelesinden
kalkan  feribot
 Tivat kasabası (nüfus 10 bin) içinden ve havaalanı yanından geçtikten sonra, Vrmac tünelini kullanarak, daha önce içini gezemediğimiz Kotor Kalesi’ni gezmeye gittik. Burada bir saat mola vererek kale içini ve çevresini gezdik, pazar yerinden alış veriş yaptık.

Kotor Kalesi

Kotor Kalesi içindeki
Saat Kulesi

Tekrar “Jadranska Magistrala” yoluna dönerek güneye doğru devam ettik. Budva ve Bar şehirlerinden tranzit geçtik ve daha önce göremediğimiz Ülgün’e yöneldik.

Ülgün (Ulcinj, Dulcino, antik çağda Olcinium) Karadağ’ın en güney sahil kasabası olup, Müslüman Arnavutların çoğunluk oluşturduğu 10 bin nüfuslu sakin bir yerleşimdi. Şimdi bakımsız ve yatırımsız kalmış, ihmal edilmişti, ama 300 yıl süren Osmanlı döneminde önemli bir liman ve ticaret merkezi sayılmıştı. Çarşı boyunca, kale ve liman çevresinde Osmanlı yıllarından kalma 6 eski cami yanında, bir de deniz kıyısında yeni inşa edilmiş olan (2012) Denizciler Camii’ni ziyaret ettik. Hava o kadar sıcaktı ki, kale yanındaki plajda denize girenler az değildi.

Ülgün Kalesi yanındaki plaj

Ülgün'de Yeni Cami (2012)

Osmanlı tarihinde Ülgün kasabasının çok özel bir yeri vardır: İzmir Musevî cemaatinden din âlimi olan Sabbetay Sevi (1626-1676) kendini 1666 yılında mesih ilân etmiş ve çok sayıda taraftar toplamıştı. Kendisini halkı aldatmakla suçlayan diğer Musevî  önderlerin şikâyeti üzerine, Edirne Sarayında Sultan 4. Mehmet huzurunda sorgulanmış ve  öldürüleceğini anlayınca Müslümanlığı seçmiş, taraftarlarının bir kısmı da onu takip etmişlerdi (Sabbetaycılar). 7 yıl Edirne’de Hıdır Baba Bektaşileri yanında yaşamış, fakat gizlice Musevi ayinlerine de katıldığı anlaşılınca, Osmanlı sınırları içerisinde hiçbir Musevînin yaşamadığı anlaşılan uzak Ülgün kasabasına sürülmüş ve burada ölmüştü. Mezar yeri bilinmemekte, fakat “Dönmeler” olarak bilinen taraftarları çoğunlukla Selânik’e yerleşmişlerdi.

 

İşkodra: Ülgün’den sonra kıyı şeridinden uzaklaşarak, güzergâhı Osmanlı yıllarında çizilmiş olduğunu tahmin ettiğimiz (Ülgün-İşkodra) E752 No.lu yolu takip ettik, “Briska Gora” tepelik bölgesinde 25 km sonra Sukobin / Muriqani sınır kapısından tekrar Arnavutluk'a girdik. 15 km sonra da İşkodra göründü. Buna Köprüsünü geçtikten sonraki kavşakta sola kıvrıldık ve şehir merkezinde bir tur attık. İşkodra Gölünü yakından görmek mümkün değildi, çünkü göl suları bazen çekilip geniş bataklıklar oluşturuyordu. Kapladığı alan 530 km2den 370 km2ye kadar daralabiliyordu. Bu nedenle İşkodra şehri ile göl arasında değişebilen bir bataklık vardı.

İşkodra’da birkaç çok gösterişli yeni cami (Ebu Bekir Camii, Az-Zamil Camii) vardı, fakat dış mimarilerinde Arap etkisi açıkça hissediliyordu. Aslında İşkodra’nın Osmanlı yıllarından kalmış en büyük camii, ünlü Buşati ailesine mensup paşalar tarafından 1773’te inşa edilen Kurşunlu Cami idi, fakat şehir dışında, bataklık arazide kaderine terkedilmişti.

 

Buşati Ailesi: İşkodra’nın güneyindeki Buşat köyünden olan bu Arnavut asıllı Müslüman zadegân, merkezi otoritenin zayıfladığı 18. yüzyılda, üç nesil İşkodra Valileri olarak (Mehmet Buşati, Mahmut Buşati, Mustafa Buşati) kendi başlarına hareket etmişler ve 1757-1831 arası toplam 74 yıl Osmanlı Sultanlarına kafa tutmuşlardı.

 

İşkodra caddelerini dolaşırken bir imam-hatip okulundan çıkan öğrenciler ile yakınında Türkiye’den “İstanbul Vakfı” tarafından yaptırılan “Faik Hoxha Kültür Merkezi”nin yanında yeni inşa edilmiş Osmanlı tipi eğitim camisi gördük ve durarak içini gezdik. 

İşkodra: Yeni hizmete giren 
Osmanlı tipi cami

Kosova’ya gidebilmek için SH1 ulusal otoyolunda güneye doğru devam ettik, Leş şehrini geçtikten sonra Milot sapağından, Arnavutluk dağlarını enlemesine kateden ve doğuya giderek bizleri Kosova’ya ulaştıracak olan SH30 yoluna girdik. Mat nehri vadilerini kullanan 40 km’lik bu yol Rrëshen kasabasından sonra, Türkiye’nin katkısıyla [Amerikan Bechtel-ENKA konsorsiyumu] inşa edilen 60 km’lik modern A1 otobanını (2010, Autostradë) kullandık. Issız ve heybetli Arnavutluk Dağları arasında, akarsu vadileri değerlendirilmiş, 5,6 km’lik bir tünel sayesinde Drin Nehri vadilerine en kısa yoldan ulaşılmıştı. Kukës’ten 20 km sonra da Morinë/Vermicë sınır kapısından Kosova’ya sorunsuz geçebildik. “Bir millet, iki devlet” şeklinde tanımlayabileceğimiz Arnavutluk ve Kosova, bu otoban sayesinde doğrudan bağlantı kurmuşlar ve Kosova Cumhuriyeti Adriyatik sahiline (Durrës limanına) ulaşım kazanmıştı.

 

Arnavutluğun en büyük akarsuyu olan Büyük Drin (Drini i Madh, toplam uzunluk 335 km) nehri, Makedonya’nın Ohri Gölünden çıkan Kara Drin (Crni Drin, Drini i Zi) kolu ile Kosova’dan gelen Ak Drin (Beli Drin, Drini i Bardhë) kolu Arnavutluk sınırları içerisindeki Kukës (nüfus 16 bin, rakım 349 m) şehri yakınında birleşirler. Burada, 1978’de Çin tarafından inşa edilen “Fierza” Barajı ve hidroelektrik santralı bulunmaktadır. Baraj gölü (70 km uzun, 73 km2 alan, rakım 290 m, azami derinlik 128 m) nedeniyle eski Kukës sular altında kalmış ve yeni inşa edilen şehir daha yüksek bir platoya taşınmıştır. Baraj gölünün devamı Kosova topraklarına da girmiştir. Zirveleri karlarla kaplı yüce dağlar [kuzeyde Prokletije (Lânetli) Dağlar, 2694 m, doğuda Gjalica (Pashtrik), 2465 m, güneyde Koritnik Dağı, 2365 m] arasında 400 m rakımlı Morinë geçidinden sonra Kosova’nın düzlükleri başlıyordu. Peyzaj son derece etkileyici ve “Alpin” görünümlüydü (Arnavutluk Alpleri).

 

KOSOVA (Kosovo, Kosovë)

 

Batı Balkanların ortasında, her taraftan dağlarla çevrili, birbiriyle bağlantılı iki geniş ova yer alır: kuzeyden Kapaonik Dağları (2017 m), güneyden Şar Dağ (2747 m), batıdan Arnavutluk Alpleri (2656 m), doğudan Goljak (1181 m). Doğudaki Kosovo Polje (ort. rakım 550 m) ile batıdaki Metohija (ort. rakım 450 m) ovaları arasında alçak Drenica tepeleri uzanır. Coğrafyacılar bu birleşik ovalar bütününü “KosMet” (Kosovo-Metohiya) diye adlandırırlar. Öyle bir merkezi konumdadır ki, akarsuların drenajı Balkan Yarımadasının üç bir tarafına yönelir: 1) Metohiya’nın kuzeyinden başlayan İbre (İbar) nehri Sırbistan’a girerek Morava ve Tuna vasıtasıyla Karadeniz’e akaçlanır; 2) Metohiya’nın güneyinden başlayan Ak Drin nehri Arnavutluğa girerek Adriyatik Denizine ulaşır; 3) Kosova ovasından güneye doğru akan Lepenec nehri Makedonya’daki Vardar  nehri sayesinde Ege Denizine gider.

Korunaklı iklimi ve verimli toprakları sayesinde ilk çağlardan beri insanoğlu tarafından iskan edilmiştir. Bilinen en eski sakinleri “Dardanlar” olduğu için antik dönemde “Dardania” diye adlandırılmıştır [bu kabilelerin bir kısmı Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasına göç ettikleri için boğazın bir adı da Dardanelles’tir, “Dardanos tümülüsü” de buradadır]. Roma ve Bizans dönemleri geçirmiş, fakat “Kavimler Göçleri” yüzyıllarında değişik kabileler yerleşerek Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. İlk Sırp beyliğinin (Rascia, Raška) kurulduğu yer İbar nehrinin vadisidir. Nemanja sülâlesi döneminde Sırp Devletinin çekirdek arazisi olmuş, başkentlerini (Prizren, Priştine) ve dini merkezlerini (İpek = Peç Patrikliği) buraya taşımışlar, çok sayıda kilise ve manastır inşa etmişlerdir (bunlar bugün “UNESCO Dünya Kültür Mirası” listesindedir). Osmanlı tarihinde de 60 yıl arayla iki büyük meydan savaşı kazanılmıştır – 1. Kosova Savaşı (1. Murat, 1389) ve 2. Kosova Savaşı (2. Murat, 1448). Savaşların cereyan ettiği düzlüğe yerli Slavlar “Kosovo polje” [“kos”= sürüler halinde göç eden ardıç kuşugiller ailesinden “karatavuk” (Turdus merula) ve “polje”= ova] demişlerdi. Türkler de bunu duyunca kısaca “Kos-ova” demişler ve zamanla dağlarla çevrili 10 bin km2lik bütün bölge bu isimle anılmıştır (Kosova Vilâyeti). 1873-74 yıllarında Selânik’ten gelen ve Üsküp’ten geçen demiryolu hattı Priştine ve Mitroviçe’ye kadar getirilmişti. Balkan Savaşından sonra (1913’te) Sırbistan Krallığına (küçük iki nahiye Karadağ’a) bırakıldı. 2. Dünya Savaşından sonra 1945’te Tito başkanlığında kurulan Yugoslavya Federatif Sosyalist Cumhuriyetinde “Sırbistan Cumhuriyeti”ne bağlı özerk (otonom) bölge oldu. Tito’nun ölümünden sonra Miloşeviç iktidarı özerkliği iptal etti (1992) ve UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) silahlı direniş başlattı. 1999 Kosova Savaşı’nda NATO Belgrad’ı bombaladı ve Kosova’ya BM çatısı altında UNMİK askerleri yerleştirildi. 2008’de Kosova Cumhuriyeti kendini “bağımsız” devlet ilân etti, fakat Sırbistan (ve bazı diğer ülkeler) bu bağımsızlığı halâ tanımadılar. Nüfusun % 90’ı Arnavut olup, bunların büyük çoğunluğu Müslüman, çok azı Katolik Hıristiyandır. Ülkenin kuzeyinde (Mitroviçe) önemli bir Hıristiyan Sırp azınlık vardır (% 3-4) ve Sırpça ülkenin resmi ikinci dilidir. Dağınık halde yaşayan 50 bin kadar insan Türkçe konuşur. Bazı bölgelerde (Prizren) Türkçeye “yerel dil” statüsü verilmiştir.

 

Morinë/Vërmicë sınır kapısından Kosova topraklarına geçtikten sonra “Rugova” Otobanı’nı (R7) kullandık. Sağ tarafımızda ise Slavca anlamı “dağ” olan “Gora” bölgesi uzanıyordu.

 

Gora: Şar Dağları ile Koritnik Dağı arasında 1000-1500 metrelik yüksek bir yaylayı kaplayan Gora’da ilginç bir etnik grup yaşar – Goralılar. Müslümanlığı benimsemiş, fakat Slavca bir dil (Sırpça) konuşan Goralılar çok ağır doğa şartlarında ancak hayvancılık yapabiliyorlar. Dragaş ve Brod kasabaları dışında 20 kadar köyleri vardır. Kosova haritasının (Kosova bayrağında da yer almıştır) en güney uzantısını oluşturuyor Gora. İşsizlik nedeniyle gençler göç etmiş ve nüfus azalmıştır.

Prizren: 20 km sonra ülkenin ikinci büyük şehri Prizren’e [Pürzerrrin, Zerrin] (nüfus 85 bin, rakım 400 m) varmak için otobanı terk edip M25 normal yoluna girdik. Bu yol bizi, Şar Dağın kuzey eteklerinde, Akdere’nin (Bistritsa) iki yanında, Osmanlı eserleriyle dolu olan Prizren’e götürdü. Sağ tarafta ilk önce ünlü Suzi Çelebi Camii’ni (1513) gördük. Prizren doğumlu şair Suzi Çelebi (öl. 1524, Prizren) Mihaloğlu Gazi Ali Bey’in akıncısı olarak savaşlara katılmıştı ve memleketi Prizren’de ölmüştü:

 

“…Bir Türk azdur deyü etme bahâne

Odun bir şu’lesi besdür cihâne…”

          (Suzi Çelebi, “Gazavetnâme”)   [ Not: “od”= ateş; “şu’le”= alev ]

 

Prizren bizlere evleri, sokakları, meydanları, köprüleri, hatta yukarıdaki kalesi ile çok sıcak ve tanıdık geldi. Bozulmamış Osmanlı atmosferini özenle koruyabilmişti.

,
Prizren: Akdere, Taşköprü ve arkada
Prizren Kalesi

Taşköprü yakınlarında otobüsten indik ve yaklaşık iki saat Çarşı’yı, restore edilmiş harika Sinan Paşa Camii’nin (1615) içini ve dışını, Gazi Mehmet Paşa Hamamını  (1674) ve Saat Kulesini (1498) inceledik. Üniversite gençleri arasında kahvehanelerde oturduk ve Türkçe sohbet edebildik. Tekrar bu şehri görmek dileği ile Şadırvan (Shatërvan) Meydanı’ndaki kurnalardan su içtik.

Prizren Çarşısında Sinan
Paşa Camii (1615)

Prizren: Şadrevan Meydanı
ve su içilen çeşmesi

Hava kararmaya başlamıştı ki, M25 yolunu kullanarak Suhareka yönünde şehri terk ettik ve birkaç km sonra Albes Hotel’e yerleştik (şehrin hotelleri zaten bu yol üzerinde idi). Yorgunduk, çünkü çok uzun bir yol katetmiş, Dubrovnik’ten Prizren’e kadar üç sınır kapısı geçmiş, Adriyatik kıyısından Şardağ eteklerine ulaşmıştık.

 

Gezimizin altıncı günü (9. Mayıs) hotelde kahvaltı ile başladı. Her zaman olduğu gibi sabah 6’da uyandık, 7’de kahvaltıya indik ve 8’de yola koyulduk. Prizren arkamızda kalmıştı, Suhareka yönünde 15 km ilerledikten sonra, Kosovalıların iftihar ettikleri R7 Otobanına çıktık ve bir saatlik yolculuk (kuzeydoğu istikametinde 80 km) bizi başkent Priştine yakınlarına ulaştırdı. Bu şehri gezmeden önce, Kosova Savaşlarının cereyan ettiği sahrayı ve oradaki Osmanlı anıtlarını görmek istedik. Otobanda ve bağlantı yollarında Sultan Murat Türbesini gösteren tabela göremediğimiz için sık sık yol sormak mecburiyetinde kaldık. Genç cumhuriyetin hızla gelişen başkentinin yapılanma aşamasındaki çevre yolları dışarıdan gelenleri pek yönlendiremiyordu.

Büyük çabalar ve zaman kaybı sonunda M2 Priştine-Mitroviçe normal asfaltına girebildik. 5 km sonra sağ tarafta, Shkabaj çıkışında “Gazi Mestan” tabelasını takip ederek, köyün 1 km dışında, çevreye hakim bir tepede, TİKA tarafından yenilenmiş Bayraktarlar (Sancaktarlar) Türbesini gördük. Çevre düzenlemesi yapılmıştı, fakat kapalı idi. Birinci Kosova Savaşında şehit olan sancaktar Gazi Mestan ve arkadaşları ruhuna Fatiha okuduktan sonra, yolun alt tarafındaki mezarlıkta yatanlar için de dualarımızı esirgemedik.

Kosova sahrasına bakan tepede
Bayraktarlar Türbesi

Tekrar M2 Mitroviçe asfaltına çıkarak 3 km daha ilerledik ve bu kez sol tarafta, yola çok yakın, alçak bir ağaçlık alanda Sultan 1. Murat Türbesini (Meşhed-i Hüdâvendigâr) fark ettik.

 
Kosova: Sultan 1. Murat Türbesi 



 
Kosova: Sultan 1. Murat sandukası

Kosova: Meşhed-i Hüdavendigâr'da
Selâmlık Binası

Tekrar M2 Mitroviçe asfaltına çıkarak 3 km daha ilerledik ve bu kez sol tarafta, yola çok yakın, alçak bir ağaçlık alanda Sultan 1. Murat Türbesini (Meşhed-i Hüdâvendigâr) fark ettik. Buraya 1 saaten fazla zaman ayırdık, türbeyi, içindeki sandukayı (1. Murad’ın sadece iç organları buraya gömülmüştü), avlusundaki mezarları, çeşmeleri, asırlık dut ağacını, Sultan V. Mehmed’in yaptırdığı Selâmlık Binasını (1911) ve içindeki müzeyi dolaştık. Türbedar ailesinden olan bir hanımdan da ayrıca bilgi aldık. Burası Balkanlarda Türklüğün en mukaddes makamı sayılırdı. Karşı tepede Sırpların inşa ettikleri ve her yıl 15 Haziran’da ölenlerini anma törenleri düzenledikleri yüksek anıt (Gazimestanu) da uzaktan görülüyordu.

Priştine: Geldiğimiz yoldan geri döndük, “Lakrishte” çember kavşağından Bulv. Bill Clinton’a saptık, Nene Tereza Katedrali yanından Priştine idari merkezine yöneldik. Ülkenin bugünkü başkenti ve en büyük şehri Priştine (Prishtinë) (nüfus 145 bin, rakım 652 m) hummalı bir inşaat çılgınlığına yakalanmıştı – geniş yollar, üstgeçitler ve altgeçitler, yüksek binalar, konutlar. Modern bir Avrupa şehri olma iddiasında idi, fakat biz eski (Osmanlı) merkezini görmek için gelmiştik. Motorlu araçlara kapalı olan ana meydanı dolaştık ve Tophane yolu ile önce şehrin eski camilerinden 1470 tarihli Ramazan (Llapit) Camii’ne gittik.

Priştine: Ramazan Camii (1470)

Priştine: Fatih Camii (1461)

Tophane semtindeki bu camiyi ziyaret ettikten sonra, Medrese sokağından Madrasa semtini dolaştık (Mehmed Beg Camii, Yusuf Çelebi Camii), Osmanlı şehir merkezindeki camilerin ve Saat Kulesinin (1476) yanında durduk ve ünlü Fatih Camii’nin içini ve avlusunu gezdik (1461). Yaşar Paşa Camii ve Çarşı Camii onarımda idi.          

Priştine, Osmanlı döneminde nispeten ufak bir yerleşim olarak kalmış, fakat 1874’te demiryolu buradan geçince Kosova Vilâyeti’nin merkezi Prizren’den buraya alınmıştır. Priştine’den sonra güneye inen ve demiryolu hattını takip eden E65 (ülkenin M2) karayolu üzerinde Makedonya sınırına kadar 65 km geçtik. Osmanlı döneminde kurulmuş olan Ferizovik (Ferizaj, Uroševac) [bugün ülkenin üçüncü büyük şehri olup, nüfusu 42 bin, rakım 575 m) ve Lepenac nehri üzerinde Koca Sinan Paşa tarafından Üsküp’ten “kaçan” Arnavutlar için kurulmuş olan Kaçanik (nüfus 10 bin, rakım 480 m) kasabasından geçtik. Ferizovik’in 5 km doğusunda ABD’nin Balkanlardaki en büyük askeri üssü (“US Bondsteel” kampı) konuşlanmıştır. Kaçanik’ten sonra nehir vadisi daraldı ve Elez Han / Ɖen. Jankovic (rakım 370 m) sınır kapısından Makedonya Cumhuriyetine girdik.

Makedonya Cumhuriyeti (tekrar)

 

Dönüş yolunda, kuzeyden tekrar Makedonya Cumhuriyeti’nin kuzey topraklarından geçecektik. Özellikle ülkenin başkenti ve Türklüğün milli-manevi yadigârı Üsküp şehri Kosova sınırından sadece 30 km mesafede idi. Fakat Üsküp’e girmeden, kuzey çevre yolundan (M4 ring) batıya giden E65 yoluna saptık ve 45 km sonra hedeflediğimiz Kalkandelen şehrine ulaştık.

Tetovo (Kalkandelen, Tetovë) (nüfus 53 bin, rakım 468 m) ünlü Polog vadisinin kenarında, Şar Dağının güney eteklerinde ve Pena deresinin iki yanında yer alıyordu. Kalkandelen’de Müslüman Arnavutlar çoğunlukta olup, Türkler de nüfusun % 3,6’sını oluşturmaktaydı. Bu şehir, Makedonya Cumhuriyeti sınırları içerisinde, Arnavut azınlığın hak arayışının simgesi olmuş, 16 Mart – 13 Ağustos 2001 arası silahlı direnişle ün kazanmıştı (Battle of Tetovo). Burada çok ilgi çeken Alaca (Šarena) Cami’yi (1459) görüp gezmeden olmazdı. Bu ufak, fakat içi dışı renkli bitki motifleriyle süslü cami, benzer örnekleri (Tiran’da Ethem Bey Camii, Samakov’da Bayraklı Camii) arasında en güzeliydi.

 
Kalkandelen: Alaca Cami ön cephesi

Kalkandelen: Alaca Cami iç süslemeleri

Cami yakınlarında akan Pena deresinin bitişiğinde ise eski Türk hamamı restore edilmiş ve sergi salonu olarak değerlendirilmişti. 

Kalkandelen: Pena deresi ve eski Türk Hamamı

Fakat Kalkandelen’in en ilginç Osmanlı eseri kuşkusuz Harabati Baba Tekkesi idi (yerliler Arabati Baba derler). Şehrin kenarında, dağın eteklerinde, yeşillikler içinde geniş bir arazi yüksek duvarlarla kapatılmıştı.

Harabati Baba Tekkesi güney kapısı

Harabati Baba Tekkesi iç avlusu

Kanunî’nin kayınbiraderi Sersem Baba’nın, Dimetoka tekkesinden gelerek 1538’de kurduğu Bektaşi tekkesini gezdik (sonraki postnişini Harabati Baba’nın çabalarıyla genişletilmiş, 1799’da Recep Paşa tarafından yenilenmişti).

Tetovo’dan 24 km güneyde, Polog vadisinin diğer şehri Gostivar’da (nüfus 35 bin, rakım 520 m) ise en yüksek oranda Türk yaşamakta  (% 12,5) ve 1999’dan beri Türkçe eğitim veren “Yahya Kemal Koleji” bulunmaktaydı, fakat zaman kısıtlılığı nedeniyle oraya gitmekten vazgeçtik.

 

Üsküp: Geldiğimiz yoldan doğu istikametinde geri giderek Üsküp’e (Skopje, Scupi, Shkupi) (nüfus 500 bin, rakım 240 m) ulaştık. Gelirken ve dönerken kullandığımız otobanda aralıklarla gişeler konmuş ve küçük de olsa (60 yerli denar) sık sık ücret tahsil ediyorlardı. Bugün Makedonya Cumhuriyetinin en büyük şehri ve başkenti olan Üsküp, Vardar nehrinin iki yakasında, doğu-batı doğrultulu Skopje Vadisinde (10 km genişlik, 33 km uzunluk) son derece stratejik bir konumdadır.

 

Daha M.S. I yüzyılda Romalılar tarafından askeri kamp (Scupi) olarak kurulmuş ve “Paeonia” bölgesini denetim altında tutmuştur. Bizans İmparatorluğu yıllarında ticari ve idari önemini sürdürmüş, fakat 1282’de Sırp Krallığının eline geçmiş, 1346’da Çar Stefan Duşan burada taç giyerek kendini “Sırpların ve Rumların İmparatoru” ilân etmiştir. 1392’de ünlü Paşa Yiğit Mehmet Bey (öl. 1413, Üsküp) tarafından fethedilerek “uç beylik” ve akıncı üssü yapılmıştır. Saruhan beyliğinden yürükler getirilmiş ve tüm bölge (Batı Rumeli) Türkleştirilmişti. Paşa Yiğit’in oğlu İshak Bey (Isak-Beg) 1415-1439 arası Üsküp Sancakbeyliğini sürdürmüş, Arnavutluk ve Bosna-Hersek’e kadar akınlar düzenlemiş; torunu İsa Bey (İsa-Beg İsakoviç) ise 1450-1460 arası Bosna’yı fethederek, Yeni Pazar (bugün Sırbistan’ın Sancak bölgesinde) ve Saraybosna (Saraevo) şehirlerini kurmuştur.

 

Üsküp’te en önemli Osmanlı eseri Vardar nehri üzerindeki Taşköprü’nün (1469) inşasına Sultan 2. Murat başlamış, Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamlanmıştır. Yüzyıllarca şehrin alâmeti farikası olan bu güzelim köprü, bugünkü yönetimin çevresini büyük binalar ve dev heykellerle doldurması sonucu gölgede kalmıştır. Zaten bu küçük ve fakir ülkenin aşırı milliyetçi ve “grandoman” yöneticileri, kimlik ve büyüklük iddialarıyla, milattan önce yaşamış Büyük İskender’e ve babası Kral 2. Filip’e köprünün iki yakasına dev heykeller dikmişler, 9. yüzyılda yaşamış Hıristiyan azizlerin ve 19. yüzyılda Osmanlı’ya karşı çetecilik yapmış “milli kahramanlar”ın her köşedeki anıtlarıyla, Üsküp’ün Osmanlı görünümünü örterek, Avrupa imajı verebilmek için mantıksız ve zevksiz kentleşmede aşırıya kaçmışlardır. 

Üsküp: Taşköprü üzerinde kitabe

Üsküp: Türk Çarşısında Çifte Hamam

Taş döşeli daracık sokakları, dükkânları, hanları (Kapan Han, Sulu Han, Kurşunlu Han) ve hamamlarıyla (Çifte Hamam, Davut Paşa Hamamı) çok iyi korunmuş bir Osmanlı semti idi, fakat çok tenha, dükkânlar kapalı, sokaklarda birkaç turist dışında kimse dolaşmıyordu.

Bu şaşırtıcı görüntü “Bitpazar” denilen, gıda ve meyve-sebze satılan yerde de bizi hayrete düşürdü. Osmanlı döneminden kalma camilerin [Murat Paşa Camii (1436), İshak Bey Camii veya Alaca Cami, İsa Bey Camii (1475), Yahya Paşa Camii (1504)] minarelerini ve Saat Kulesi’ni (1566) Bitpazarı caddesinden görüntüledik ve yaklaşan yağmurdan kaçarcasına “Victoria” otelimize döndük.

Üsküp: Bitpazarı, bomboş sokaklar,
Saat Kulesi ve Murat Paşa Camii

Türk edebiyatının büyük üstadı Yahya Kemal Beyatlı [Ahmet Agâh] (1884, Üsküp-1958, İstanbul) “Rumeli şairi” olarak  kaybedilen bu Türk yurdunun özlemini dile getirmiştir:

 

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;                 Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır,

Her lâhza bir alev gibi hasreti duyduğum.                   Evlâd-ı Fatihan’a onun yadigârıdır.

Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl           Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o;

Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl…              Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz’di o.

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,                                         (“Kaybolan Şehir” şiirinden)

Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını

                           (“Açık Deniz” şiirinden)

 

           

 

Ertesi gün, 10. Mayıs, Pazar, gezimizin yedinci ve son günü idi. Çok uzun bir yol (550 km) ve iki sınır kapısı geçilecekti. Edirne’ye dönmek üzere erken saatlerde Üsküp’ü terk ettik. Yollar yine şaşırtıcı derecede boş ve bizim şoför mutlu görünüyordu. Tatil gününe ve erken saatler olmasına yorduk, fakat Türkiye’ye döndükten sonra öğrendik ki, bizim habersiz ve tasasız turist olarak dolaştığımız günlerde Makedonya Cumhuriyetinde silahlı çatışmalar olmuş ve insanlar korkudan sokaklara çıkamamış, esnaf dükkânlarını açmamış.

Bulgaristan’a doğru yola çıkınca, en kısa ve en doğal yol olan Eğri Dere (Kriva Reka) vadisine ulaşmadan önce, Kumanova (Kumanovo) (nüfus 70 bin, rakım 340 m) şehrinin yer aldığı Kumanlar (yani Kıpçaklar) Ovasını kat etmek gerekecekti. Balkan Savaşı’nda Sırplar karşısında aldığımız ilk büyük mağlubiyet (23-24 Ekim 1912’de 132 bin Sırp kuvvetine karşı Zeki Paşa’nın 60 bin askeri vardı) “Kumanova Savaşı” burada cereyan etmişti. Uzaktan cami minareleri gördük, fakat şehre girmedik, çevre yolundan dolaştık (iyi de etmişiz, çünkü söz konusu silahlı çatışmalar bu şehirde olmuş, 22 kişi de hayatını kaybetmişti).

            Kumanovo şehrinin kuzeyinde, “Selânik da yer alan Deve Bair / Gyueshevo Makedon-Bulgar sınır kapısına ulaştık. Osmanlının gerek fetih yıllarında, gerekse 500 yıl süren barış yıllarında çok kullandığı bir güzergâh idi. Sol tarafta Derman Dağı (German Planina) ve Kozjak Dağı (1284 m), sağ tarafta madenleriyle ünlü Osogovo Dağı (Ruen tepesi, 2251 m) arasından geçiliyordu. Eskiden Edirne ve Üsküp’ü birbirine bağlayan en kısa yol (500 km) buradan geçirilmişti: Meriç vadisini takip ederek, Balkanların en yüksek dağı (2925 m) olan Rila (Slav milletleri) veya Osmanlı’nın Musalla (“mus”+”allah”= tanrı bıçağı) dediği ulu kütlenin kuzey eteklerindeki Samakov yaylasından (rakım 1000 m), Yukarı Struma vadisine, Köstendil’den Deve Bayırı’nı atlatarak Kuman Ovasına ulaşılırdı. 1389’da 1. Murat ve 1448’de 2. Murat Kosova Savaşlarına giderlerken bu yolu tercih etmişlerdi. Sonraki yıllarda Fatih, 2. Bayezid ve Kanunî Süleyman buradan geçmişler ve Köstendil’de konaklamışlardı.  Bu yol üzerinde Osmanlının kurduğu (1633, Bayram Paşa) bir menzil kasabası olan Kriva Palanka’yı (Eğri Palanka) (nüfus 14,500, rakım 620 m) da geçerken görmüş olduk.

 

           

BULGARİSTAN

 

            Bulgaristan’dan hızla ve tranzit geçmemiz gerekiyordu. Sadece Makedonya sınırına yakın Köstendil şehrinde (Osmanlı döneminde sancak merkezi) kısa bir mola verdik.

            Köstendil: “Gyueshevo” sınır kapısından sonra 22 km’lik bir inişle, Osmanlının sıcak kaplıcaları ve meyve bahçeleriyle ünlü Köstendil’e (Kyustendil, Slavca: Velbıjd, Roma dönemi: Pautalia) (nüfus 44 bin, rakım 547 m) girdik.

 

Sırp Sındığı Savaşından sonra 1373’te Osmanlıya tabi olmayı kabul eden yerli despot Konstantin (Kostadin) Dragaş’ın adından “Kostadin-ili” deyimi zamanla “Köstendil” olmuştur. 1395’te Yıldırım Bayezid’in yanında Eflâk’ta savaşırken hayatını kaybeden Kostadin-Beg’ten sonra bereketli toprakları ilhak edilmiş ve Köstendil Sancağı meydana getirilmişti. 

1878 sonrası Türklerin terk ettiği şehirde ayakta kalabilen Fatih Camii’ni (1463) görmek için şehir merkezinde mola verdik. Caminin yerini bulduk, zaten ana cadde üzerindeydi. Fakat bu güzelim caminin yıkık hali hepimizi şok etti. Oysa birkaç sene önce Köstendil’e gelmiştim ve minaresi, kubbesi, son cemaat yeri sapasağlam duruyordu. Altı yıl içerisinde viraneye dönüşmüştü.

Köstendil: Fatih Camii'nin son cemaat yeri

Köstendil: Fatih Camii'nin minaresi

Geçtiğimiz Arnavutluk, Karadağ, Kosova ve Makedonya’da genellikle eski Osmanlı camileri onarılmıştı. Buralarda TİKA çok başarılı işler yapmıştı, fakat Bulgaristan’daki (ve Yunanistan’daki) camilerimiz göz göre göre harap oluyordu. Her halde Bulgar hükümeti restorasyona izin vermiyordu (daha önceki gezilerimizden Şumnu’daki Tombul Cami’nin, Razgrad’taki İbrahim Paşa Camii’nin acınacak hallerine de çok üzülmüştük). Halbuki oturduğumuz Edirne’de son yıllarda iki Bulgar Kilisesi’nin (Sv. Georgi; Sv.Sv. Konstantin i Elena) başarılı restorasyonu gerçekleştirilmişti.

Köstendil’de öyle bir hüsrana uğramıştık ki, burada varlığı bilinen diğer bir camiyi (Ahmet Paşa camii, 1575) ve muhteşem boyutlu Çifte Hamamı aramadık bile. Moralimizin bozulduğu bu şehri kaçarcasına terk ettik. E871 asfaltını takip ederek 65 km sonra Sofya’nın batısından geçirilen ve yeni hizmete açılan Lülin Otobanına çıktık. Bir Türk inşaat şirketi tarafından gerçekleştirilen 20 km’lik bu otoban bizi Sofya çevre halkasının (ring) batısına ulaştırdı. Bulgaristan başkenti Sofya bir yıl önceki gezimizde görülmüş olduğu için, zaman kazanmak amacıyla kuzey çevre yolundan dolanarak, doğu çıkışından başlayan A1 Trakya Otobanı'na girdik. Bu otobanın Türkiye bağlantısı henüz tamamlanmadığından, 150 km sonra Plovdiv (Filibe) hizasında otobandan eski E80 (E5) karayoluna geçerek Harmanlı’ya kadar devam ettik. Harmanlı-Svilengrad arası (35 km) “Maritsa Otobanı” tamamlanmıştı, tekrar otobana geçerek Svilengrad (Mustafapaşa) hizasına ulaştık. Buradan, güzergâhı yenilenmiş  son 10 km’sinden sonra da Kapitan Andreevo / Kapıkule sınır kapısına vardık. Gümrük muamelelerinin bitmesinden sonra memleket toprağında 22 km daha geçerek hava kararmadan Edirne’ye döndük.

Tam tamına bir haftada, harita üzerinden 2400 km (otobüsün göstergesine göre 2700 km) yol kat etmiş, 7 ülkeye ayak basmış, 24 şehirde mola vermiş, bunların 6-sında konaklamış ve çok sayıda Osmanlı eserini yerinde görmüştük. Unutulmaz hatıralarla “sol kol-batı” gezimizi de sağ salim tamamladık ve bir yıl sonra görüşmek üzere vedalaştık.  



 












 


 









 


 



















 

















.

 







 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder