BİR ÖZLEMDİR TÜRKİYE’YE KAVUŞMAK
Prof. Dr. Recep MESUT
Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyılda üç
kıtada olağanüstü geniş bir alana yayılmıştı. Eskilerin deyimiyle, “yetmişiki
millet” bu siyasi birliğin şemsiyesi altında kendi örf ve adetlerini sürdürüyordu.
Tarihteki bütün imparatorluklar gibi hoşgörü ortamında, anadil ve din farkı
gözetmeksizin özgün kültürlerini koruyabiliyorlardı. Günümüz tarihçileri, bu
kadar karmaşık ve sorunlu coğrafyada (Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey
Afrika), 600-yıl ayakta kalabilmiş bir devlet düzeninin sırrını hep merak
etmişlerdir.
Devletin kurucu unsuru
Türkçe konuşan ve İslâmiyeti kabul etmiş Orta Asya kökenli Oğuz kabileleriydi.
Gözüpek savaşçı olmalarına rağmen, Budapeşte’den Yemen’e kadar uzanan
topraklarda, birliği ancak “kul hakkı yemeden” koruyabilirlerdi. Bireylerin ve
toplulukların inanç, örf ve adetlerine müdahale etmediler, kültürlerine ve
dillerine baskı uygulamadılar. Ekonomik sömürüyü de beceremediler.
Duraksama ve gerileme devirlerinde
(XVII – XX yüzyıllar) toprak kayıpları başladı, imparatorluk gittikçe küçüldü
ve Birinci Dünya Savaşı sonunda (1918) tamamen çöktü. Atatürk önderliğinde
başlayan Milli Kurtuluş Savaşı, bölünen ve işgal edilen Osmanlı kalıntıları
üzerine “Türkiye Cumhuriyeti”ni kurabildi. Siyasi, askeri ve ekonomik bakımdan bağımsız
bir çağdaş ulus-devlet Dünya tarihinde yerini aldı (1923). Diğer devletlerin ve
milletlerin yüzyıllardır “Tourkia” demelerine rağmen, yönetici hanedan hep
“Osmanlı” (Batılılar ise “Ottoman”) demeyi tercih etmişti. Konuşulan dile de
Osmanlıca (Türkçe, Arapça ve Farsça karışımı) diyorlardı. İlk defa “Türkiye”
adını taşıyan bir devlet, cumhuriyet idari sistemiyle tarih sahnesine çıkmış
oldu.
Fakat kurtarılabilen Türkiye Cumhuriyeti sınırları (Milli Misak) dışında da sayıları milyonlarla ifade edilen Türkler (Türkçe konuşan Müslümanlar) ve anadilleri farklı olan Müslümanlar kalmıştı (ki bunlar Osmanlı hakimiyeti yıllarında İslâmiyeti kabul etmişlerdi: Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Torbeşler, Patriotlar, Karacaovalılar, Goralılar, Çingeneler). Ayrıca eskiden beri anadilleri Türkçe olup, Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemiş olan topluluklar da vardı (Gagauzlar, Karamaniler). Güneydoğu Avrupa’da, eski Osmanlı topraklarında yeni kurulan Hıristiyan Devletler, kendi sınırları içinde azınlık olarak kalan söz konusu Türklere ve Müslümanlara genelde dışlayıcı ve baskılayıcı politikalar güttüler. Milliyetçiliğin makbul olduğu XIX – XX yüzyıllarda, mallarına mülklerine el koydular ve ayrımcı “ikinci sınıf” vatandaş muamelesi uyguladılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise “demir perde” ardında kalan sosyalist ülkeler, komünizm-ateizm öğretisi doğrultusunda, İslami inanç ve ibadetlere yasaklar getirdiler. Bu dışlayıcı siyasetlerin doruk noktası, Bulgaristan’da cebren ad değiştirme ve ülkeden zorunlu göç ettirmeye kadar vardı (1989). Kovulan bu insanlar Kapıkule sınır kapısında Türk toprağını öperek kurtuluş sevinci yaşadılar.
Osmanlı ülkesinden koparılan ve azınlık
statüsüne düşen Balkan Türkleri ve Müslümanlar, gelecek özlemlerini daima
Türkiye Cumhuriyeti’nde gördüler. Bunlar aşağılanmalardan, dil ve din
baskısından kurtulmak için herşeyi göze aldılar. Atalarının asırlar boyu
oturmuş olduğu yerlerini, evlerini barklarını, ailelerini ve akrabalarını terk
ederek mülteci durumuna düştüler, tehlikeleri göze alarak sınırları kaçak
geçtiler ve “Anavatan” dedikleri Türkiye’ye kavuştular.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri “dış Türkler ve akraba topluluklar” için bir cazibe merkezi, hayallerde canlı tutulan bir ülkü oluşturuyordu. Bu duyguyu ben de daha küçüklüğümden beri hissetmiş ve yaşamıştım. Bulgaristan ile Romanya arasında paylaşılan Dobruca bölgesinin tarım merkezi olan Dobriç (Osmanlı yıllarında “Hacıoğlu Pazarcık”) şehrinde dünyaya gelmiştim.
Ben Bulgar Çarı’nın tebaası olarak dünyaya
geldim (1941). Fakat babam Romanya tebaası olarak doğmuştu (1913), dedem Bulgar
Prensliğinde doğmuş (1888), ancak onun babası, yani Recep dedem, doğuştan
Osmanlı tebaası sayılırdı. Babam da, dedem de hep Türkiye’ye göç etme hayalleri
ile yaşadılar, fakat ömürleri vefa etmedi, ikisi de kırk gün ara ile 1959’da bu
dünyadan göç ettiler ve Bulgar topraklarına gömüldüler. Onların mezarları yaban
ellerde kaldı artık.
Babam Mesut Ahmet
Eylül 1944’te Kızıl Ordu, Dobriç hududundan
Bulgaristan’a girmiş ve komünistlerin başını çektiği "Vatan Cephesi hükümeti" kurulmuştu. Takip eden yıllarda, adım adım Bulgar Komünist Partisi ülkeyi “halk
cumhuriyeti” ilân etti, diğer partileri yasakladı ve tüm devlet kurumlarını ele
geçirdi. Mutlak bir totaliter rejim (komünist diktatörlük) kuruldu (45 yıl
sürdü, 1944’ten 1989’a kadar).
Bu sürecin başlangıcında, 6 yaşında küçük
çocuk olarak 1947’de ilkokula başladım. Türklerin eskiden tanınmış “azınlık
ilköğretim okulu” hakları vardı. Dolayısıyla 7 yıl “Rüştiye” dediğimiz Türk
Azınlık Mektebi’ne gittim. Müdürümüz, öğretmenlerimiz Türk olup, derslerin çoğu
Türkçe idi. İlkokul yıllarında “Din dersi” de aldık ve temel İslâm kurallarını
öğrendik. Sadece haftada bazı günlerde Bulgar öğretmenler Bulgarca derslerine
giriyorlardı. 5. sınıftan itibaren Rusça, 6. sınıfta da seçmeli Batı dili
(Fransızca) görmeye başladık. Gittikçe sertleşen komünist iktidar 1950-lerin
sonunda Türk Mekteplerini kaldırdı, her türlü azınlık çocuklarını, Bulgarların
çoğunlukta olduğu karma okullara mecbur etti. Türkçe dersler seçmeli oldu ve
haftanın iki gününde, Bulgarca derslerin bitiminden sonra, ilâve olarak
programlarda gösterildi. Doğal olarak, yorgun ve bıkkın çocuklar bu göstermelik
derslere devam etmediler.
Türkiye’nin siyasi
sınırları içinde oturmasalar da “dış Türkler” daima kendilerini büyük Türk
ulusunun bir parçası addediyorlardı. Türkiye’deki gelişmeleri günü gününe takip ediyorlar, önceden göç
etmiş akrabalarıyla yazışıyorlar, İstanbul Radyosu’nun yayınlarını kaçırmıyorlardı.
Dedem ve babaannem 2. Meşrutiyet (1908) heyecanını yaşamışlardı, Hürriyet
Kahramanlarını (Niyazi, Enver ve Talat Beyleri) yüceltiyorlar ve “Hürriyet!
Müsavat! Uhuvvet!” sloganını benimsemişlerdi. Babam ve annem ise, bir sonraki
nesil olarak, Milli Mücadele’yi canı gönülden desteklemişler, Mustafa Kemal
Atatürk’ün kültür devrimlerini coşkuyla karşılamışlardı. Romanya’da ve
Bulgaristan’daki okullaşma, modernleşme, sanayileşme ve çok partili siyaseti
görmüşler ve yaşamışlardı. Türkiye’nin de geri kalmasını istemiyorlardı. Ebeveynlerim,
babaannem dahil okuryazar idiler, hem Osmanlıca yazıya, hem de Latince yazıya
hakimdiler. Zaten komünist döneme kadar okul kitaplarımız da Türkiye’den
geliyordu.
İlköğretimden sonra
ben Varna’da Bulgar Lisesine devam ettim. Bulgarcayı fevkalâde iyi konuşuyor ve
yazıyordum. Türklerin yetersiz gösterilmesine içimden isyan ediyor ve
Bulgarlardan aşağı kalmamak için çok çalışıyordum. Nitekim tek Türk asıllı
öğrenci olmama rağmen, liseyi birincilikle bitirdim. En yüksek puanla girilen
Sofya Tıp Fakültesini 30-uncu olarak kazandım. İki yıl Sofya’da okudum ve
1962’de Varna’da yeni açılan Tıp Fakültesine nakil yaptım. 1966’da, iki yüz
kişilik sınıfı mezuniyet birincisi olarak tamamladım.
1966, Varna: Yeni mezun genç hekim
Akademik teamüllere göre kariyere kalmam önerildi ve 1967’de Anatomi,
Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsünde asistanlığa başladım. Ertesi yıl, 1968’de
Bulgaristan ile Türkiye arasında 10-yıllık serbest göç anlaşması imzalandı. Parçalanmış
ailelerin birleşmesi amaçlanmıştı ve benim zaten bütün akrabalarım artık
Türkiye’ye göç etmişlerdi. Sülâlemizin Bulgaristan’da kalan son ferdi olmama
rağmen Bulgar yetkililer bana göçmen pasaportu vermediler. Tam 10 yıl zoraki beklemek
mecburiyetinde kaldım. Ancak Mayıs 1978’de, Türkiye Hükümetinin hakkımda
diplomatik nota vermesinden sonra, alelâcele pasaport verip son kafileyle
gönderdiler. Eşimle ve iki çocuğumla birlikte bir kara trene bindik, karlı
Balkan Dağlarını aşarak 17 Kasım 1978 sabahı Edirne Garı’na ulaştık.
Gençliğimin geçtiği güzel şehir Varna’yı, komşularımı, arkadaşlarımı,
atalarımın mezarlarını ve akademik kariyerimi (“başasistan” derecesine
gelmiştim) feda etmiş, fakat hayallerimin hedefi Türkiye’ye kavuşmuştum.
Sonrası da zordu,
çünkü her şeye sıfırdan başlamak mecburiyetinde idim. Doktorluk ve uzmanlık için
denklik sınavlarına girdim, İstanbul’da pratisyen hekim olarak çalıştım, ailemi
geçindirmek için sayısız nöbetler tuttum, uzak mesafelere gidip geldim. Bürokrasi
vardı, fakat adıma, kişiliğime, milletime ve dinime karşı ayrımcılık yoktu.
1980 yılında İstanbul Üniversitesi’nin Edirne Tıp Fakültesi kadrosuna “uzman” olarak girdim ve yeniden akademik kariyer yapma imkânı buldum. Üç yıl İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde görev aldıktan sonra 1983’te yeni kurulan Trakya Üniversitesi kadrosunda tekrar Edirne’ye geldim. 1983’te Doçent, 1989’da Profesör oldum. Burada 25 yıl Anatomi Anabilim Dalı kurucu başkanlığı, 5 yıl Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu kurucu müdürlüğü, 3 yıl Tıp Fakültesi Dekanlığı (1993-96), 4 yıl Balkan Uygulama ve Araştırma Merkez Müdürlüğü yaptıktan sonra 2008 yılında emekli oldum.
Emekli olduktan sonra da Edirne’de kaldım,
çünkü doğup büyüdüğüm topraklara en yakın Türk egemenlik sahası burası idi. Trakya
Üniversitesi de akademik işbirliği bakımından ülkemizi Balkanlarda ve Avrupa’da
temsil etmekteydi. Yabancı uyruklu öğrencilerimizin büyük çoğunluğu da bu
ülkelerde yaşayan Türklerden ve akraba topluluklardan gelmektedir.
Ben üniversite eğitimimi ve post-doktora kariyerimi Türkiye dışında tamamladım. Trakya Üniversitesi’ne okumaya gelen yabancı uyruklu gençlerin lisans ve/veya lisansüstü öğrenimlerini tamamladıktan sonra kendi halkının yanına dönerek oradaki dildaşlarımıza ve dindaşlarımıza hizmet etmelerini temenni ederim. Benim de okutmuş olduğum doktor ve uzmanlardan (Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, Kosova’da, Moldova’da ve Bosna-Hersek’te) sosyal medya aracılığı ile çok olumlu mesajlar almaktayım. Son derece mutlu oluyorum ve onlarla iftihar ediyorum.
Not: Bu yazı
T.Ü. Dış İlişkiler Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin yayını “RUMELİ KÖPRÜSÜ”
dergisinin Eylül 2019/Sayı 3, s.19-21’de metin olarak yer almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder