13 Kasım 2021 Cumartesi

BİR ÖZLEMDİR TÜRKİYE'YE KAVUŞMAK



BİR ÖZLEMDİR TÜRKİYE’YE KAVUŞMAK 

 

                                                  Prof. Dr. Recep MESUT

  

Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyılda üç kıtada olağanüstü geniş bir alana yayılmıştı. Eskilerin deyimiyle, “yetmişiki millet” bu siyasi birliğin şemsiyesi altında kendi örf ve adetlerini sürdürüyordu. Tarihteki bütün imparatorluklar gibi hoşgörü ortamında, anadil ve din farkı gözetmeksizin özgün kültürlerini koruyabiliyorlardı. Günümüz tarihçileri, bu kadar karmaşık ve sorunlu coğrafyada (Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika), 600-yıl ayakta kalabilmiş bir devlet düzeninin sırrını hep merak etmişlerdir.

            Devletin kurucu unsuru Türkçe konuşan ve İslâmiyeti kabul etmiş Orta Asya kökenli Oğuz kabileleriydi. Gözüpek savaşçı olmalarına rağmen, Budapeşte’den Yemen’e kadar uzanan topraklarda, birliği ancak “kul hakkı yemeden” koruyabilirlerdi. Bireylerin ve toplulukların inanç, örf ve adetlerine müdahale etmediler, kültürlerine ve dillerine baskı uygulamadılar. Ekonomik sömürüyü de beceremediler.

            Duraksama ve gerileme devirlerinde (XVII – XX yüzyıllar) toprak kayıpları başladı, imparatorluk gittikçe küçüldü ve Birinci Dünya Savaşı sonunda (1918) tamamen çöktü. Atatürk önderliğinde başlayan Milli Kurtuluş Savaşı, bölünen ve işgal edilen Osmanlı kalıntıları üzerine “Türkiye Cumhuriyeti”ni kurabildi. Siyasi, askeri ve ekonomik bakımdan bağımsız bir çağdaş ulus-devlet Dünya tarihinde yerini aldı (1923). Diğer devletlerin ve milletlerin yüzyıllardır “Tourkia” demelerine rağmen, yönetici hanedan hep “Osmanlı” (Batılılar ise “Ottoman”) demeyi tercih etmişti. Konuşulan dile de Osmanlıca (Türkçe, Arapça ve Farsça karışımı) diyorlardı. İlk defa “Türkiye” adını taşıyan bir devlet, cumhuriyet idari sistemiyle tarih sahnesine çıkmış oldu.

            Fakat kurtarılabilen Türkiye Cumhuriyeti sınırları (Milli Misak) dışında da sayıları milyonlarla ifade edilen Türkler (Türkçe konuşan Müslümanlar) ve anadilleri farklı olan Müslümanlar kalmıştı (ki bunlar Osmanlı hakimiyeti yıllarında İslâmiyeti kabul etmişlerdi: Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Torbeşler, Patriotlar, Karacaovalılar, Goralılar, Çingeneler). Ayrıca eskiden beri anadilleri Türkçe olup, Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemiş olan topluluklar da vardı (Gagauzlar, Karamaniler). Güneydoğu Avrupa’da, eski Osmanlı topraklarında yeni kurulan Hıristiyan Devletler, kendi sınırları içinde azınlık olarak kalan söz konusu Türklere ve Müslümanlara genelde dışlayıcı ve baskılayıcı politikalar güttüler. Milliyetçiliğin makbul olduğu XIX – XX yüzyıllarda, mallarına mülklerine el koydular ve ayrımcı “ikinci sınıf” vatandaş muamelesi uyguladılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise “demir perde” ardında kalan sosyalist ülkeler, komünizm-ateizm öğretisi doğrultusunda, İslami inanç ve ibadetlere yasaklar getirdiler. Bu dışlayıcı siyasetlerin doruk noktası, Bulgaristan’da cebren ad değiştirme ve ülkeden zorunlu göç ettirmeye kadar vardı (1989). Kovulan bu insanlar Kapıkule sınır kapısında Türk toprağını öperek kurtuluş sevinci yaşadılar. 

Osmanlı ülkesinden koparılan ve azınlık statüsüne düşen Balkan Türkleri ve Müslümanlar, gelecek özlemlerini daima Türkiye Cumhuriyeti’nde gördüler. Bunlar aşağılanmalardan, dil ve din baskısından kurtulmak için herşeyi göze aldılar. Atalarının asırlar boyu oturmuş olduğu yerlerini, evlerini barklarını, ailelerini ve akrabalarını terk ederek mülteci durumuna düştüler, tehlikeleri göze alarak sınırları kaçak geçtiler ve “Anavatan” dedikleri Türkiye’ye kavuştular.

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri “dış Türkler ve akraba topluluklar” için bir cazibe merkezi, hayallerde canlı tutulan bir ülkü oluşturuyordu. Bu duyguyu ben de daha küçüklüğümden beri hissetmiş ve yaşamıştım. Bulgaristan ile Romanya arasında paylaşılan Dobruca bölgesinin tarım merkezi olan Dobriç (Osmanlı yıllarında “Hacıoğlu Pazarcık”) şehrinde dünyaya gelmiştim.


          
Karadeniz ile Tuna nehri arasında kalan bu bereketli topraklarda Müslüman nüfus mutlak çoğunluk oluşturuyordu, fakat süregelen Osmanlı-Rus Savaşlarında ağır baskılara ve kıyımlara uğramıştı. Yüzyıllar süren kaçış ve göç, nesilden nesle aktarılan aile hikayelerinin temel konusu idi. Nitekim son Osmanlı-Rus Savaşı (hicri tarihle “93-Harbi”, yani 1293; miladi 1877-78) sonrasında Osmanlı idaresi buralardan çekilmiş, kaçıp gidemeyen Müslümanları çaresizlik içinde bırakmıştı. Dobruca topraklarının kuzeyi Romanya Krallığına, Güney Dobruca (ve Dobriç şehri) ise Bulgaristan Prensliğine verilmişti (Berlin Kongresi, 13.07.1878). Üstelik İkinci Balkan Savaşında, 1913 yılında, Romanya Güney Dobruca’yı işgal etmiş, fakat 27 yıl sonra Hitler’in baskısıyla (Craiova Anlaşması, 7.09.1940) tekrar Bulgarlara iade etmek mecburiyetinde kalmıştı.

Ben Bulgar Çarı’nın tebaası olarak dünyaya geldim (1941). Fakat babam Romanya tebaası olarak doğmuştu (1913), dedem Bulgar Prensliğinde doğmuş (1888), ancak onun babası, yani Recep dedem, doğuştan Osmanlı tebaası sayılırdı. Babam da, dedem de hep Türkiye’ye göç etme hayalleri ile yaşadılar, fakat ömürleri vefa etmedi, ikisi de kırk gün ara ile 1959’da bu dünyadan göç ettiler ve Bulgar topraklarına gömüldüler. Onların mezarları yaban ellerde kaldı artık.

Dedem Ahmet Recep
(1888-1959)

                                                            Babam Mesut Ahmet
                                                                  (1913-1959)

Eylül 1944’te Kızıl Ordu, Dobriç hududundan Bulgaristan’a girmiş ve komünistlerin başını çektiği "Vatan Cephesi hükümeti" kurulmuştu. Takip eden yıllarda, adım adım Bulgar Komünist Partisi ülkeyi “halk cumhuriyeti” ilân etti, diğer partileri yasakladı ve tüm devlet kurumlarını ele geçirdi. Mutlak bir totaliter rejim (komünist diktatörlük) kuruldu (45 yıl sürdü, 1944’ten 1989’a kadar).

Bu sürecin başlangıcında, 6 yaşında küçük çocuk olarak 1947’de ilkokula başladım. Türklerin eskiden tanınmış “azınlık ilköğretim okulu” hakları vardı. Dolayısıyla 7 yıl “Rüştiye” dediğimiz Türk Azınlık Mektebi’ne gittim. Müdürümüz, öğretmenlerimiz Türk olup, derslerin çoğu Türkçe idi. İlkokul yıllarında “Din dersi” de aldık ve temel İslâm kurallarını öğrendik. Sadece haftada bazı günlerde Bulgar öğretmenler Bulgarca derslerine giriyorlardı. 5. sınıftan itibaren Rusça, 6. sınıfta da seçmeli Batı dili (Fransızca) görmeye başladık. Gittikçe sertleşen komünist iktidar 1950-lerin sonunda Türk Mekteplerini kaldırdı, her türlü azınlık çocuklarını, Bulgarların çoğunlukta olduğu karma okullara mecbur etti. Türkçe dersler seçmeli oldu ve haftanın iki gününde, Bulgarca derslerin bitiminden sonra, ilâve olarak programlarda gösterildi. Doğal olarak, yorgun ve bıkkın çocuklar bu göstermelik derslere devam etmediler.

            Türkiye’nin siyasi sınırları içinde oturmasalar da “dış Türkler” daima kendilerini büyük Türk ulusunun bir parçası addediyorlardı. Türkiye’deki gelişmeleri  günü gününe takip ediyorlar, önceden göç etmiş akrabalarıyla yazışıyorlar, İstanbul Radyosu’nun yayınlarını kaçırmıyorlardı. Dedem ve babaannem 2. Meşrutiyet (1908) heyecanını yaşamışlardı, Hürriyet Kahramanlarını (Niyazi, Enver ve Talat Beyleri) yüceltiyorlar ve “Hürriyet! Müsavat! Uhuvvet!” sloganını benimsemişlerdi. Babam ve annem ise, bir sonraki nesil olarak, Milli Mücadele’yi canı gönülden desteklemişler, Mustafa Kemal Atatürk’ün kültür devrimlerini coşkuyla karşılamışlardı. Romanya’da ve Bulgaristan’daki okullaşma, modernleşme, sanayileşme ve çok partili siyaseti görmüşler ve yaşamışlardı. Türkiye’nin de geri kalmasını istemiyorlardı. Ebeveynlerim, babaannem dahil okuryazar idiler, hem Osmanlıca yazıya, hem de Latince yazıya hakimdiler. Zaten komünist döneme kadar okul kitaplarımız da Türkiye’den geliyordu.

            İlköğretimden sonra ben Varna’da Bulgar Lisesine devam ettim. Bulgarcayı fevkalâde iyi konuşuyor ve yazıyordum. Türklerin yetersiz gösterilmesine içimden isyan ediyor ve Bulgarlardan aşağı kalmamak için çok çalışıyordum. Nitekim tek Türk asıllı öğrenci olmama rağmen, liseyi birincilikle bitirdim. En yüksek puanla girilen Sofya Tıp Fakültesini 30-uncu olarak kazandım. İki yıl Sofya’da okudum ve 1962’de Varna’da yeni açılan Tıp Fakültesine nakil yaptım. 1966’da, iki yüz kişilik sınıfı mezuniyet birincisi olarak tamamladım.


                                                     1966, Varna: Yeni mezun genç hekim 

                                                          
2008, Edirne: Emeklilik töreni

        Akademik teamüllere göre kariyere kalmam önerildi ve 1967’de Anatomi, Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsünde asistanlığa başladım. Ertesi yıl, 1968’de Bulgaristan ile Türkiye arasında 10-yıllık serbest göç anlaşması imzalandı. Parçalanmış ailelerin birleşmesi amaçlanmıştı ve benim zaten bütün akrabalarım artık Türkiye’ye göç etmişlerdi. Sülâlemizin Bulgaristan’da kalan son ferdi olmama rağmen Bulgar yetkililer bana göçmen pasaportu vermediler. Tam 10 yıl zoraki beklemek mecburiyetinde kaldım. Ancak Mayıs 1978’de, Türkiye Hükümetinin hakkımda diplomatik nota vermesinden sonra, alelâcele pasaport verip son kafileyle gönderdiler. Eşimle ve iki çocuğumla birlikte bir kara trene bindik, karlı Balkan Dağlarını aşarak 17 Kasım 1978 sabahı Edirne Garı’na ulaştık. Gençliğimin geçtiği güzel şehir Varna’yı, komşularımı, arkadaşlarımı, atalarımın mezarlarını ve akademik kariyerimi (“başasistan” derecesine gelmiştim) feda etmiş, fakat hayallerimin hedefi Türkiye’ye kavuşmuştum.

            Sonrası da zordu, çünkü her şeye sıfırdan başlamak mecburiyetinde idim. Doktorluk ve uzmanlık için denklik sınavlarına girdim, İstanbul’da pratisyen hekim olarak çalıştım, ailemi geçindirmek için sayısız nöbetler tuttum, uzak mesafelere gidip geldim. Bürokrasi vardı, fakat adıma, kişiliğime, milletime ve dinime karşı ayrımcılık yoktu.

            1980 yılında İstanbul Üniversitesi’nin Edirne Tıp Fakültesi kadrosuna “uzman” olarak girdim ve yeniden akademik kariyer yapma imkânı buldum. Üç yıl İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde görev aldıktan sonra 1983’te yeni kurulan Trakya Üniversitesi kadrosunda tekrar Edirne’ye geldim. 1983’te Doçent, 1989’da Profesör oldum. Burada 25 yıl Anatomi Anabilim Dalı kurucu başkanlığı, 5 yıl Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu kurucu müdürlüğü, 3 yıl Tıp Fakültesi Dekanlığı (1993-96), 4 yıl Balkan Uygulama ve Araştırma Merkez Müdürlüğü yaptıktan sonra 2008 yılında emekli oldum.

Son Anatomi Gecesinde öğrencilerle (2008)

 

Emekli olduktan sonra da Edirne’de kaldım, çünkü doğup büyüdüğüm topraklara en yakın Türk egemenlik sahası burası idi. Trakya Üniversitesi de akademik işbirliği bakımından ülkemizi Balkanlarda ve Avrupa’da temsil etmekteydi. Yabancı uyruklu öğrencilerimizin büyük çoğunluğu da bu ülkelerde yaşayan Türklerden ve akraba topluluklardan gelmektedir.

Ben üniversite eğitimimi ve post-doktora kariyerimi Türkiye dışında tamamladım. Trakya Üniversitesi’ne okumaya gelen yabancı uyruklu gençlerin lisans ve/veya lisansüstü öğrenimlerini tamamladıktan sonra kendi halkının yanına dönerek oradaki dildaşlarımıza ve dindaşlarımıza hizmet etmelerini temenni ederim. Benim de okutmuş olduğum doktor ve uzmanlardan (Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, Kosova’da, Moldova’da ve Bosna-Hersek’te) sosyal medya aracılığı ile çok olumlu mesajlar almaktayım. Son derece mutlu oluyorum ve onlarla iftihar ediyorum. 

Not: Bu yazı T.Ü. Dış İlişkiler Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin yayını “RUMELİ KÖPRÜSÜ” dergisinin Eylül 2019/Sayı 3, s.19-21’de metin olarak yer almıştır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder