“ADRİANOPOLİS” Mİ, “HADRİANOPOLİS”
Mİ ?
Prof. Dr. Recep Mesut
Edirne
şehrinin Roma İmparatorluğu yıllarındaki adı günümüzde nasıl yazılmalıdır –
“Adrianopolis” mi, yoksa “Hadrianopolis” yazılışı mı doğrudur ? Fark etmiyor,
nasılsa anlaşılıyor, her ikisini de eşanlamlı kullanabiliriz mi ? Daha
kısacası, kelimenin önüne “H” yazılmalı mı, yazılmamalı mı ?
Önce
kelimenin kökenine bakalım: birleşik bir ad olarak “Hadrian-o-polis” anlam
bakımından “Hadrianus kenti” demektir, çünkü Grekçe’de (yani eski Yunancada)
“polis” kent veya şehir anlamında kullanılırdı. Ortada yer alan “-o-“ ise birleşik
sözcüklerin türetilmesinde kullanılan kaynaştırıcı ünlü harftir.
“Hadrianus” ise çok ünlü bir Roma
imparatorudur. M.S. 76 yılında dünyaya gelmiş ve 138 yılında vefat etmiştir (62
yaşında). Hükümdarlık yılları ise 117-138 yılları arasını kapsamaktadır (21 yıl
toplam). Roma İmparatorluğunun en geniş, en zengin ve en şaşaalı dönemine
tekabül eder (yani “Muhteşem Süleyman” gibi). Kendisi yaptığı savaşlardan
ziyade bayındırlık işleri, mimari eserler, sanat ve kültür çalışmaları ile
ünlüdür. İktidar süresinin yarıdan fazlasını Roma dışında seyahat ederek
geçirmiştir (yani “Evliya Çelebi” gibi) ki, o yıllarda imparatorluk toprakları
İçkoçya sınırlarından Mısır’ın güneyine kadar yayılıyormuş. Roma imparatorları
listesinde tek bir Hadrianus vardır, fakat katolik papalar listesinde altı tane
“Papa Hadrianus” yer alır. Gerek imparator, gerekse papalar, anıtlarda ve
yazılı kaynaklarda Latince olarak “H” ile yazılırlar – Hadrianus.
“Hadrianus”
esasında bir aile adıdır (yani soyad’dır) ve “Hadria’lı” anlamındadır.
İmparatorun ön adları Publius Aelius olup, doğum yeri İspanya’daki Roma
kolonisi İtalica’dır. Fakat baba tarafı Adriyatik Denizi kıyısında ve Padana
(bugün Po) nehrinin denize döküldüğü yerdeki “Hadria” liman şehrindendir – Hadri(a)-anus (Latincede “-anus” yapım
eki aidiyet veya köken belirtir). M.Ö. VII yüzyıllarda Grek kolonisi olarak
kurulmuş, deniz ile nehir üzerindeki ticaretten zenginleşmiş ve çok ünlü
olmuştur. Nitekim kuzeye doğru uzanan ve derin bir körfez sayılan denizin son
işlek limanı sayıldığından denize de adını vermiştir – Latince “Mare Hadria-ticum”
(bugünkü Adriyatik Denizi). [O yıllarda Venedik henüz kurulmamıştı]. Zamanla Po
nehrinin taşıdığı çamur ve kil dolgular Hadria limanını da doldurmuş, delta
denize doğru ilerlemiş ve günümüzde 20 bin nüfuslu küçük bir kasaba olarak
kıyıdan
Grek kolonisi
olarak kurulduğunda adı Ádria şeklinde yazılıyormuş (zaten Grekçe’de “H” ünsüzü
yoktur) ve vurgu ilk ünlü üzerine (“Á”) geliyormuş. Grekçe sözcükleri Latince
harflerle yazarken Romalılar bazı kurallar geliştirmişler – vurgulu ilk ünlü
harflerin önüne (kendilerinde vurgu işareti yoktur) bir “h” harfi eklemişler ve
buna da “h-spiritus” (nefes gibi
“h”) demişlerdir. Genellikle telâffuz edilmeyen (bizim “ğ” gibi), fakat
yazılarda unutulmayan bir işarettir. Dolayısıyla Grekçe kökenli bir özel ad
olan Ádria limanı olmuş Hadria, oradan imparatorun soyadı Hadrianus ve onun
kurduğu müstahkem kale-şehir de Hadrianopolis. Çok gezgin ve imar meraklısı
olan bu hükümdar kendi toprakları üzerinde en az 7 tane “Hadrianopolis”
yerleşimine ismini vermiştir [Anadolu topraklarında 4 (Mersin; Niksar; Şarki
Karaağaç; Eskipazar); Trakya’da bir (Edirne); Arnavutluk’ta bir (Dropulli) ve
Libya’da bir (Deriana)], fakat sadece “Hadrianopolis in Tracia”, yani
“Trakya’daki Hadrianopolis” (kuruluş tarihi ~ İS. 130-131 yılları) asırlar
boyunca (1000 yıl süren Bizans döneminde) adını yitirmemiş ve dünya tarihinde
yer edinmiştir. Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra da Türkçenin fonetik
kurallarına uydurularak (ünlü sesler uyumu) ve kısaltılarak, önce “Edrine” (18. yüzyıla kadar), akabinde “Edirne” şeklini almıştır.
Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa’da gelişen farklı ülkeler, Hristiyanlığın
da etkisiyle Grekçe’yi ve Latince’yi okutmuşlar, “h-spiritus” kavramını dikkate
almayarak doğrudan Adria, Adrianus, Adrianopolis ve Mare Adriaticum
[Slav milletleri Jadran (okunuşu Yadran) derler] yazmaya başlamışlardır. Zaten
Yunanca yazılarda daima “h”-siz yazılmıştır: Bizans Yunancasında (Adrianopolis) ve çağdaş Yunanca’da (Adrianoupoli) [okunuşu Adrianupoli]. Edirne’nin
bu tarihi adı, bazı Avrupa dillerine farklı aktarılmıştır:
Adrianopolis - Çekçe, Felemenkçe, Fince
Adrianópolis - İspanyolca
Adrianopoli - İtalyanca
Adrianopole - Rumence
Adrianopojë - Arnavutça
Adrianopol - Lehçe, Slovakça
Adrianopel - Almanca
Adrianople - İngilizce
Adrinopla - Portekizce
Andrinople - Fransızca
Drinápoly - Macarca
Drinopol - Çekçe, Slovakça
Odrin - Bulgarca, Makedonca
Edrêne - Arnavutça, Makedonca
Jedrene - Sırpça
Edirne - Rusça
Bu bölgenin
çok eski sakinleri olan Bulgarlar ise “Ódrin” demişlerdir ki, Slavca kökenli bu
basitleştirme Osmanlı “Edrine”sine ilham vermiştir. Belki de Slavların bu topraklara
geldikleri yıllarda (M.S. V yy) hâlâ Odris Trakları biliniyordu ve “Odrisiler
şehri” çağrışımından Odrin dediler
(sadece Bulgarlar ve Makedonlar bu adlandırmayı kullanırlar). Sırplar,
Arnavutlar ve bugünkü Makedonlar Osmanlı “Edrine”sini benimsemişler, Ruslar ise
bu şehri Osmanlı sayesinde geç tanıdıkları için doğrudan “Edirne” ismini aynen
almışlardır.
Yukarıdaki
örneklerden de anlaşıldığı üzere, bugüne ait metinlerde “Adrianopolis” demek
yeterlidir, ancak özgün Latince bir alıntılamada “Hadrianopolis” ve “Hadrianus”
şekli tercih edilmelidir (müzelerde, tarihi metinlerde, heykel kaidelerinde).
Erkek adı olarak Hadrianus bugün Batı ülkelerinde Adriano (örn. şarkıcı Adriano
Celentano, futbolcu Adriano Ribeira), veya Adrien (örn. aktör Adrien Brody,
futbolcu Adrien Silva) olarak sık kullanılmaktadır. Kadın ismi olarak da
popülerdir - Adriana (örn. manken Adriana Lima). Türkiye’de de 1980, Edirne
doğumlu bir şarkıcı sahne ismi olarak Adrian’ı tercih etmiştir (Cem Adrian).
Halen Edirne’de “Adrian Konakları”nın reklamı yapılmaktadır.
Latince’de “h-spiritus”
ile yazılan başka Grekçe özel isimler de vardır: Hebrus [Ebros = Evros, Meriç];
Haemus [Aimos, Balkan Dağı]; Heraclea [Erakleia, Ereğli]; bazılarında “h”
kalıcı olmuştur: Homerus [Omeros, Homère (Fr)]; Hippocrates [İppokrates,
Hipokrat]; v.s.
Kelimenin
başında yazılıp net telâffuz edilmeyen “h-spiritus” alışkanlığı ilginç bir
şekilde Rumeli’ye yerleşen Türklere de sirayet etmiştir. Çünkü öz Türkçede “h”
ile başlayan sözcük pek yoktur. Bu nedenle Trakya ve Rumeli ağızlarında yabancı
kökenli (Arapça-Farsça) sözcüklerde öndeki
“h” sesi genellikle telâffuz edilmez: Asan (Hasan); Üseyin (Hüseyin); Afize
(Hafize); afif (hafif); atırlamak (hatırlamak); ayvan (hayvan); esap (hesap);
v.b. Hâlâ çarşı pazarda “havuç” yerine “avuç” yazıldığına şahit olunmaktadır.
Bazen de tersine, emin olamayınca, “ayva” yerine “hayva” yazıldığı da
olmaktadır.
“TRAK MÜZESİ” KURULMASI HAKKINDA
Prof. Dr. Recep Mesut
10
Kasım 2014 tarihli gazetenizin haberine göre, İl Genel Meclisinde bir komisyon
tarafından Edirne’de “çok acil bir Trak Müzesi kurulması” önerilmekte idi. Tabi
ki, Edirne’nin coğrafi konumu ve tarihi geçmişi bakımından böyle bir öneriyi
sevinçle karşılamak gerek. Şehrimizin kültürel ve turistik değerlerine katkısı
olacağı da şüphe götürmemektedir. Biz sadece bu öneriyle ilgili bazı ilâve ve
açıklamalar getirmek istiyoruz.
Öncelikle “çok
acil” yani ivedi ibaresine bir anlam veremedik. Yaşadığımız toprakların en eski
sakinlerine adanacak bir müzenin acelesi neden kaynaklanıyor? Korkumuz
alelacele kurulup “tabela asılacak” göstermelik bir teşebbüs olmasındandır. Adı
itibariyle bu bir tarih müzesi olacağından, her şeyden önce bilimsel ciddiyete
ve titizliğe itina gösterilmelidir. Konuyla ilgili bilim adamlarının komisyonda
yer almamaları beni şaşırtmıştır. Oysa şehrimizde bir Trakya Üniversitesi
bulunmakta, bu üniversite bünyesinde Tarih Bölümü, Sanat Tarihi Bölümü,
Arkeoloji Bölümü gibi konuyla yakından ilgili olan birimlerde Trakları ders
olarak anlatan, araştıran, kitaplar ve makaleler yayınlayan öğretim üyeleri
vardır. Komisyon hiç olmazsa Trakların geçmişini bilen bilim adamlarına
danışsaydı, “…750 bin yılı aşan geçmişe sahip …” gibi korkunç abartılmış
iddialarda bulunmazdı. Yazılı kaynaklarda Traklardan ilk bahseden Homeros’tur
ve “İlyada” adlı eserinde Truva Savaşına Trak birliklerinin de katıldığını
anlatmaktadır. Dilbilimcilere göre Homeros’un eseri M.Ö. 700-lerden itibaren
uzun bir destan olarak halk arasında söylenmeye başlanmış (daha sonra kaleme
alınmış) ve bahsettiği Truva Savaşı da M.Ö. 1200-ler civarında cereyan
etmiştir. Bazı mitolojik anlatımlara göre Traklar diye topluca ifade edilen
kabileler M.Ö. 2000-lerden sonra eski Yunanlıların kuzey komşuları olmuşlardır.
Arkeolojik bulgulara göre ise en erken Trak yerleşimleri M.Ö. 3500’e
tarihlenebilir. Tabii bundan önce de M.Ö. 5500-6000 yıllarına ait kazı buluntuları
vardır, fakat bunlara Trak denemez. Genellikle kazı yerine göre pre-historik
(tarih öncesi) kültürler tabiri kullanılır. Dolayısıyla Trakların başlangıcını
taş çatlasa M.Ö. 3500-lere (günümüzden 5500 yıl öncesine) kadar götürebiliriz. Zaten
günümüzden 750,000 yıl öncesinde Balkan Yarımadasında mağara insanlarının
yaşadığı bile söylenemez.
Daha önemli
bir sorun ise müzede ne sergilenecektir. Bulgarlar yıllardan beri bu konu
üzerinde çalışmakta ve kazılar yapmaktadırlar. Bugünkü Bulgaristan
topraklarının altını üstüne getirmişler ve çok kıymetli eserler bulmuşlardır.
Bunların bir kısmını bizim sınırlarımıza çok yakın yerlerden elde etmişlerdir.
“Trakoloji” adında özel bir bilim alanını geliştirmişler ve bu konuda Dünya
çapında söz sahibi olmuşlardır. Trak Müzesi adını koymasalar da, bütün il
merkezlerinde bulunan Tarih Müzelerinde olağanüstü zengin buluntular (bazıları
som altından yapılmış ünlü “Trak hazineleri” de dahil) sergilenmektedir. Kendi
topraklarında yabancılara araştırma ve inceleme yaptırmazlar, fakat başta Sofya
Arkeoloji Müzesi (ki binası Osmanlı eseri Ulucami’dir) olmak üzere, Plovdiv,
Kırcali (bu müze binası da eski Osmanlı eseridir), Yambol, Stara Zagora,
Panagyürişte ve diğerleri rahatlıkla gezilebilir. Trakoloji konusunda sayısız
kitapları vardır, bazıları İngilizce olarak yayınlanmıştır. İşte bu planlı
programlı çalışmalar sonucunda çok sayıda turist çekmektedirler.
Türkiye’de ise
Trakoloji gelişmemiştir. Az sayıda tarihçi ve arkeolog bireysel ilgi
göstermişse de, dünya çapında söz sahibi olunamamıştır. Tabi bu görev “Trakya”
adını taşıyan üniversitemize düşer. Maddi sponsorluğu da “Trakya Birlik”
üstlenmelidir.
Eğer Edirne’yi
bir turistik cazibe merkezi haline getirmek istiyorsak “Trak Müzesi”nin
yanında, hatta öncesinde bir “Osmanlı Müzesi” (Museum Ottomanum) ve bir de
“Bizans Müzesi” (Museum Byzantinum) düşünülmelidir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu
burada 562 yıl hüküm sürmüş ve 92 yıl başşehir olarak kullanmıştır; Bizans
(Doğu Roma) İmparatorluğu ise daha da uzun süre, yaklaşık 1000 yıl bu
topraklara sahip olmuştur.
Buna karşılık
Trakların iskân ettiği yıllarda bugünkü Edirne yakınlarında çok önemli bir
yerleşimden bahsedilmemektedir. Bazı eski Yunan kaynaklarında bu bölgede
“Uscudama” adlı bir Trak yerleşiminden söz edilse de, tam yeri bilinmemektedir.
Oysa İpsala (Kypsela), Vize (Bizye), Marmara Ereğlisi (Perinthus) gibi
yerleşimler küçük Trak krallıklarına başkentlik yapmışlardır. Ünlü “Odris
Krallığı”nın başkenti Sevtopolis ise Yukarı Tunca vadisindedir (Bulgaristan’da
Kazanlık yakınında). Tarihte “Trakya Krallığı” adını taşıyan tek devlet kısa
süreli olmuştur (M.Ö. 306-281). Büyük İskender’in ölümünden sonra, bu krallığı
kuran general Lysimakhos Küçük Asya’da seferlere girişmiş ve Kuropedion
savaşında hayatını kaybetmiştir. Lysimakheia adlı başkentini Gelibolu
yarımadasının kıstağına inşa ettirmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere sadece
Edirne İline ait “Trak Müzesi” yeterli olmayacaktır.
Avrupa
topraklarının fethini başlatan Osmanlılar bu topraklara önce “Paşaeli”,
sonradan “Rumeli” demişlerdir. O yıllarda buralarda Trakların adları silinmiş
ve ardı ardına gelen kavimlerle karışarak asimilasyona uğramışlardır. Fakat
Yunanca ve Latince coğrafyalarda bölgenin adı Thrakia = Tracia olarak devam
etmiştir. 19. yüzyıldan sonra Osmanlılar da batı kaynaklarından Trakya ismini
öğrenmişlerdir. Cumhuriyet döneminde ise “Trakya-Paşaeli” deyimi popüler
olmuştur. Bulgaristan’da bir Trakya Üniversitesi (Eski Zağra’da), Yunanistan’da
da Trakya Üniversitesi (Gümülcine’de) bulunduğu için Türkiye ile yarışırcasına
bu ülkeler de Traklara sahip çıkmak istemektedirler. Ne var ki Bulgaristan daha
şanslıdır, çünkü bugünkü topraklarında antik çağlarda sadece Traklar
yaşamıştır. Ve onları ilk ataları olarak gösterebiliyorlar. Halbuki bizim
Trakya diye tanımladığımız alan Türkiye yüzölçümünün ancak % 3’dür. Anadolu’da
Hititler, Frigler, Urartu, Likya, Lidya, Mysia, Bitinya gibi sayısız
medeniyetler iz bırakmıştır (Anadolu Medeniyetleri). Bugünkü Türkiye için
Traklar periferde kalmış bir uygarlıktır, fakat Edirne, Tekirdağ, Kırklareli
(İstanbul ve Çanakkale) için önem arzederler.
EDİRNE’NİN MAKÛS TALİHİ
Prof. Dr. Recep MESUT
Bu yıl üzüntü
verecek şekilde güzel şehrimiz Edirne ardı
ardına gelen su taşkınlarına maruz kalmıştır. Önceki bazı yıllarda da benzer
taşkınlar yaşanmıştı, fakat bu seferki kadar devamlı ve bezdirici olmamıştı.
İki köprü arasına, Söğütlük Ormanına, Lozan caddesine ve Karaağaç’a gidemez
olduk, oysa bu mekanlar şehir sakinlerinin dinlenme, eğlenme ve yenilenme
(rekreasyon) alanlarıdır. Karaağaç mahallesi sakinlerinin, okulların ve
işyerlerinin, esnafın telâfi edilemez kayıpları meydana gelmiştir. Yunanistan’a
açılan ve son yıllarda canlanmaya başlayan Pazarkule sınır kapısı kullanılamaz
olmuştur. Can kayıpları olmasa da, tekrarlanan bu felâketler 150 bin nüfuslu
şehir ahalisinde moral bozukluğu yaratmış, ülke çapında “vah-vah” şeklinde
hayret ve acıma duygusu uyandırmıştır.
Görsel basının “özellikle” seçilmiş haber ve görüntüleri, Edirne dışındaki
tanıdıklardan gelen “geçmiş olsun” mesajlarına sebep olmuştur.
Nedir bu
Edirne’nin çektikleri, ne kadar sürecek bu bedbaht durum, yoksa periyodik
taşkınlar kalıcı mı oluyor? Acaba dünya çapında gözlenen iklim değişiklikleri
Edirne’yi sık sık sular altında bırakmaya mı başlayacak? Nasıl oluyor da
güzelliğiyle bilinen, imparatorlar tarafından kurulmuş, imparatorlar doğurmuş,
Dünya Mirası Listesine eserler eklemiş, şairler ve âlimler yetiştirmiş bu şanlı
belde böyle aciz durumlara düşebilir?
Galiba bazı
gerçeklerle yüzleşmemiz lâzım. Şehrimizin geleceği hakkındaki en kötü
ihtimalleri de varsayarak, köklü çözümler üretmemiz için kafa yormamız şarttır.
Bilmemiz gereken acı gerçeklerin başında Edirne’nin coğrafi topografyası
gelmektedir.
Edirne, tarihi
Trakya bölgesinin yaklaşık yarısını (50 bin km2lik kısmını)
akaçlayan üç önemli akarsuyun (Meriç, Tunca ve Arda) toplandığı stratejik düğüm
noktasında (Latince “confluens” = toplak) yer almaktadır. Kuzeyden ve batıdan,
geniş bir yelpazeden (Balkan Dağları ve onlara paralel Sredna Gora-Karacadağ, Rila-Rodop
Dağları ve Sakardağ’dan) inen kaynak suları, yağmur ve kar suları, hepsi burada
toplanmaktadır. Bu suların debisi mevsimsel artışlar (ilkbaharda ve sonbaharda)
göstermekte ve çevreye göre epeyi alçak olan “Edirne çöküntüsü” (ortalama rakım
Akaçlama
havzası en geniş ve su miktarı en yüksek (92 m3/sn) olan Meriç nehri (toplam uzunluk
Edirne’nin
esas “belâlısı” Tunca nehridir, çünkü
şehir merkezi bu nehrin kıyılarında yer almaktadır. Balkan Dağlarının en yüksek
tepesi Yumrukçal (bugün Botev,
Edirne
taşkınlarına en az etkisi olan Arda nehri
de Bulgaristan’da Rodop Dağlarının Ardin vrıh (
Mevsimsel su
artışlarına çok müsait bu üç nehrin beraberce kabarması (hatta sadece Tunca’nın
seviyesinin yükselmesi) tarihöncesi dönemlerden beri “Edirne çöküntü ovası”nı
sular altında bırakmış, eğimin yetersiz olması nedeniyle bataklık haline
dönüştürmüştür. Bu olayın ezelden beri tekrarlandığını tarihi kayıtlar da teyit
etmektedir (Edirne’nin Osmanlılar tarafından fethinde Adrianopolis muhafızı
kayıkla Enez’e kaçmıştır).
Şaşırtıcı olan
her yıl taşkınları gören ve yerleşim alanı seçiminde sağduyulu olduklarına
inanılan eski yöneticiler neden bu kadar alçak ve korumasız bir yere önemli bir
kent inşa etmişlerdir?
Milâttan önceki yüzyıllarda bazı kaynaklarda
bahsedilen Trak yerleşimi “Uscudama”nın kesin yeri henüz belirlenememiştir.
Kazılar yapılamadığı için, M.Ö. III yüzyılda bu toprakları fetheden Makedonya
kralı II. Filip’in (Philippos), kendisini
rahatsız eden “Oresti” kabilesini Makedonya’dan Trakya’ya iskân ettiği
“Orestia” yerleşiminin yeri de kesin değildir. Kesin olan M.S. II yüzyılda
(130-131) Roma İmparatoru Hadrianus’un inşa ettirdiği müstahkem kale-garnizon
(“castrum”) olan “Adrianopolis”in sınırlarıdır. Muazzam kale duvarlarının da
yer yer ortaya çıkmasıyla bu şehrin yeri bugünkü Kaleiçi semtimize isabet
etmektedir. Muhakkak ki daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerinde surdışına
taşmış “varoş” tipi yerleşme genişlemiş, kale içindekileri besleyecek yakın
köyler de (muhtemelen Yıldırım veya İmaret, Karaağaç veya Bosnaköy) işlevsel
olarak bağlanmıştır. Peki nasıl olmuş da imar işlerinde tecrübeli Romalı
mimarlar, akarsuların birbirine kavuştuğu ovalık bölgede bu kadar alçak bir
alanı seçebilmişlerdir? Eski Ticaret Borsası’nın yerinde ortaya çıkan ve
muhteşem işçilikle göz kamaştıran sur temelleri, kot olarak bugünkü Tunca
nehrinin epeyi aşağısındadır (ki o yıllarda DSİ seddeleri de yoktu). Bu
çelişkiyi Adrianopolis “castrum”unun Tunca köprüsünü korumak için inşa
edilmesiyle izah edebiliriz.
1230 yıl sonra
Osmanlılar tarafından fethedildiğinde Adrianopolis’in kot düzlemi çok az
değişmişti (Şahmelek Camii’nin ve Gazimihal Hamamı’nın ne kadar aşağıda kaldığı
çok aşikârdır). Fakat Osmanlılar ağırlıklı olarak kale dışını tercih ettiler,
camilerini ve saraylarını daha yukarılara inşa ettiler [Üçşerefeli Cami
Siyasi nedenlerin başında, 93-Harbi
(1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) ve Balkan Savaşları sonrasında çizilen sınırların
Edirne’ye çok yakın gelmesidir. Edirne “toplağı”na su taşıyan nehirlerin geniş
havzaları, hükümran olduğumuz topraklar dışında kaldı. Bu nehirlerin vatan
toprağında akan son kısımları ise alçak ve düzlük alanlarda, baraj yapımına
uygunsuz arazilerde yer almış oldu [gündeme getirilen “Suakacağı Barajı”nı Bulgarların
kabul etmesi imkânsız gibidir, çünkü baraj sularının altında kalacak olan
yerler (rakım 50-
Teknolojik nedenlerin başında son
yüzyılda büyük hacimli çok sayıda barajların inşa edilebilmesi gelmektedir.
Bunlar sulama, taşkın önleme ve elektrik üretimi için yapılmakta olsa da,
tehlike anında baraj kapakları açılabilmekte ve günlük debilerde artışlara
sebep olmaktadır. Su pompaları sayesinde tarımsal arazilerin sulanması da genel
su miktarını önemli derecede azaltmıştır.
İklim değişiklikleri ise Dünya çapında
bir ekolojik sorun olarak 2000’li yıllardan sonra ortaya çıkmış ve aşırı
kuraklık ile aşırı yağışların beklenmeyen şekilde sıralanmasını doğurmuştur.
Atmosferdeki sera gazlarının çoğalması veya iyonosferdeki ozon tabakasının
incelmesi ise Edirne’nin suçu değildir.
VE ULAŞIM SORUNU
Prof. Dr. Recep MESUT
Turizm
Haftası münasebetiyle güzel şehrimiz Edirne’nin turizm potansiyeli hakkında
düşündüklerimi ifade etmek isterim. Senelerden beri sokaklarını arşınladığım,
camilerini dolaştığım ve köprülerinden nehirlerin huzurlu akışını seyrettiğim
bu kentin, hakettiği ilgiyi görmediğine hep inandım. Tarihse tarih, coğrafya
ise coğrafya, mimari desen hakeza, kültürlü ve eğitimli insanların doldurduğu
bu hoşgörü atmosferi nasıl oluyor da turistleri celp etmiyor? Haksızlık ettim,
belki “yeterince celp etmiyor” demeliydim. Çünkü son yıllarda gözle görünen bir
canlanmayı inkâr edemem. Yurtiçinden otobüslerle akın edenler, Ramazan’da
camileri dolduranlar, özel araçlarıyla ailece Edirne’yi tanımak isteyenler,
Yunanlıların ve Bulgarların çarşı pazar dolaşanları, tabi ki sevindirici bir
olgudur.
Fakat
bunlar yeterli değildir. Çünkü Edirne henüz uyanmamış “potansiyel” bir turizm
devidir ve kırıntılarla yetinmemelidir. XXI yüzyılda turizm dünya ekonomisinin
sürekli gelişen ve refahı arttıran (yani refahı artanların başkalarının
refahına katkıda bulunan) bir etkinlik olmaya devam edecektir. Açıkgöz ve
yaratıcı davranan yöreler, bu gelecek vaat eden pastadan pay kapma becerisi
gösterebilirler (bakınız Kapadokya, Pamukkale, Mardin, Safranbolu, v.b.). Bunun
için de altyapı (ulaşım, konaklama, yiyecek, alış-veriş) tesislerine ihtiyaç
vardır. Üstyapı (zihniyet, yönetişim, insan kaynakları ve reklam) kesinlikle
unutulmamalı, hatta bizim örneğimizde öncelikle ele alınmalıdır.
Ulaşım sorunları son derece önemlidir.
Büyük imparatorluklar (Roma, Bizans, Osmanlı) yıllarında ana ulaşım yolları
üzerinde yer almıştır Edirne (kuruluşunu ve gelişmesini zaten bu etkene
borçludur). Orta Avrupa’yı İstanbul’a bağlayan “diagonal” yol (eski E-5
karayolu ve “Orient Express” demiryolu), bu kavşakta kuzey-güney (Polonya’dan
Ege Denizi’ne inen) “dikey” eksen ve Karadeniz’i Ege Denizine bağlayan “çapraz”
eksenle (Burgas-Kavala) irtibat sağlardı. Ne yazık ki Balkanlarda gaddarca çizilen
sınırlar ve Soğuk Savaş yıllarındaki NATO-Varşova Paktı zıtlaşması [“Demir
Perde”] Edirne’yi söz konusu tali ulaşım yollarından mahrum etti. Bugün telâfi
edilmeye çalışılsa ve yeni sınır kapıları (Hamzabeyli) açılmış olsa da,
Edirne’nin ticareti ve ziyaretçileri uzun yıllar boyunca bıçak gibi kesilmişti.
Şehir doğal “hinterland”ından kopuk kalmış, her an savaş çıkacakmış gibi
hazırol ortamında askeri savunma zihniyetiyle yatırımlar beklemeye alınmış,
askeri birliklerle ve kışlalarla, bir de gümrükleri ve gümrükçüleriyle “uç il”
ve “serhat şehri” olarak Türk insanının hafızasına çakılmıştı. “Edirne’den
Ardahan’a kadar” deyimi zaten bunu ifade etmekteydi. Ülkemizin neresini
dolaşsam, karşılaştığım erkekler arasında daima “…ben askerliğimi Edirne’de
yapmıştım…” diyenler çıkar. 1960’tan sonra Avrupa’ya çalışmaya giden ve
milyonları aşan gurbetçilerimizin hatıralarında Edirne “…vatan toprağının
bittiği yer / vatan toprağına kavuşulduğu yer…” olarak anılmaktadır. Fakat
bunları turist sayamayız, mecburiyet nedeniyle bulunmuşlar veya tranzit
geçmişlerdir (hatta bazıları Selimiye’yi sadece uzaktan görmüşlerdir). Çünkü
turizm (Fr: “tourisme”) insanların kendi isteğiyle, gezmek ve görmek,
bilgilenmek veya eğlenmek amacıyla yapılan seyahattır. Bunun için para harcamayı
da göze alırlar, gittikleri yerlere de iyi para bırakırlar.
Fakat
artık uzak ülkelere uçakla gidiliyor, yurtdışına giden demiryolu yolcu
taşımacılığı körelmiş durumdadır, karayolunu tercih edenler ise Edirne’yi çevre
yolundan dolanmaktadır. Maalesef Edirne’ye hava alanı yapılamamıştır (her seçim
öncesinde vaat edilmesine rağmen). Edirne’yi ziyaret etmek isteyen turistler
için tek seçenek karayolu kalmaktadır. Burada da “otogar sorunu” ortaya
çıkmaktadır. Uzak görüşlü olmayan bir yer seçiminden sonra, tek bir özel
şirketin tasarrufuna emanet edilmiştir. Genellikle İstanbul / Bursa’dan kalkıp
uluslararası hatlara çalışan otobüs şirketleri buraya uğramamaktadırlar. Eşim
akrabalarını ziyaret etmek için Bulgaristan’a sık sık gidip gelmektedir.
Telefonla yer ayırtabiliyoruz ve Kapıkule yolundaki Arslanlı Tesislerinde
saatlerce bekliyoruz. Dönüş yolu daha da berbat (ya Kapıkule çıkışında, veya
TEM Otobanı girişinde, karda kışta veya yağmur altında arabanın içinde beklemek
mecburiyetindeyim). Tam bir sefalet örneğidir. Hele Hamzabeyli çıkışlı /
girişli hatlarda sefalet felâkete dönüşmektedir, çünkü Arslanlı Tesisleri gibi
bir bekleme yeri de yok! Geçenlerde söz konusu tesislerde beklemekte olan,
fakat herhangi bir şirket otobüsüne yer ayırtmamış Finlandiya’lı bir turistle
karılaştım. Emekli olmuş bir gazeteci idi. Turgut Özal döneminde Ankara’da ve
İstanbul’da birkaç sene kalmış, Türkiye’nin birçok yerini görmüş, fakat (kendi
deyimiyle) Türklerin Avrupa’daki ilk başkentini ziyaret etme fırsatı bulamamış.
Emekli olunca tek başına bir geziye çıkmış, İstanbul’dan Edirne’ye kolay
ulaşmış. Selimiye Camii’ne, köprülere, çarşılara, kervansaraylara hayran
kalmış. Buradan Bulgaristan’ın Burgas şehrine ve oradan da kuzeye doğru devam
etmek istiyordu – bireysel (individual) turist işte. Sormuş soruşturmuş (Türkçe
de bilmiyordu), Edirne’den Burgas’a otobüs hattı olmadığını öğrenince şok olmuş
(haritasında yol gözüküyor, fakat otobüs işletilmiyor). Birileri akıl vermiş,
minibüse bindirmişler ve Arslanlı Tesislerinde indirmişler. Kasım ayı, gece
saat 22,00, soğuk ve yağmur çiseliyor. Bizim otobüs geldi, hanımı yerleştirdim
ve bu yabancıyı Haskovo veya Plovdiv’e kadar almalarını rica ettim, oradan
Burgas’a gidebilecek hatlar muhakkak vardı. Şoför Nuh dedi peygamber demedi.
Adama acıdım (biraz da utandım), arabama alarak sınır kapısına kadar götürdüm
(küçük bir tekerlekli bavulu vardı), yürüyerek karşı taraf geçip taksi
tutmasını ve Haskovo’ya ulaşabileceğini söyledim. Dönüş yolunda düşüncelere
daldım - Edirne yabancılar için bir çıkmaz sokaktı. Yurtdışından gelip veya
yurtdışına gitmek isteyen bireysel gezginlerin haline acıdım. Aylar geçti,
şimdi “Turizm Haftası” geldi, nutuklar atılacak, Edirne kalkınacak, cak-cek ve
alkış kopacak. Fakat uzak diyarlardan gelmiş bu “bireysel Edirne sevdalısı”
benim gözümün önünden gitmiyor! Eh işte “şeytan ayrıntıda gizlidir” ya.
Hayaller
kurdum: Edirne artık “ser” hattaki “sınır” kenti olmamalıydı. Birleştiren ve
ulaştıran bir kent olmalıydı. Avrupa kıtasında yer alıyordu ve buradan
rahatlıkla tüm Avrupa’ya (öncelikle komşu Yunanistan ve Bulgaristan kentlerine)
ulaşılmalıydı. Modern uluslararası bir otogarı, dakik çalışan otobüsleri,
yabancı diller bilen servis elemanları, birkaç dilde bilgi sunan enformasyon
panoları (Türkçe dışında Bulgarca, Yunanca ve İngilizce asgari şarttı)
bulunmalıydı. Edirne-Alexandroupoli (Dedeağaç), Edirne-Komotini
(Gümülcine)-Ksanti (İskeçe), Edirne-Haskovo-Plovdiv (Filibe),
Edirne-Haskovo-Kırcali, Edirne-Haskovo-Stara Zagora (Eski Zağra),
Edirne-Yambol-Sliven (İslimiye), Edirne-Burgas-Varna hatları mutlaka her gün
çalışmalıydı. Hatta Kavala, Selânik, Sofya, Skopje (Üsküp), Ruse (Rusçuk) gibi
pek de uzak sayılmayan kentlere bile ulaşılmalıydı. Velhasıl İstanbul
ipoteğinden kurtulmalıydı. Karayolu ile Avrupa’ya seyahat etmek isteyen her
Türk vatandaşı, Edirne üssüne güvenerek buralara gelmeli ve bu esnada şehrin
güzelliklerini görmeliydi. “Ey Türk,
ölmeden Edirne’yi gör” slogan
olmalıydı (gerçi bunu İtalyanlar Napoli için söylemişlerdi).
Meriç vadisinden Karaağaç’a doğru ilerleyen inşaat halindeki yüksek köprü “çevre yolunu” (ring) destekleyecek önemli bir merhale, fakat çemberin tamamlanması için mevcut otogar önündeki üst geçidi de Süvari köprüsüne kadar devam ettirerek Lozan Anıtına kadar ulaştırmak gerekecektir. Pazarkule sınır kapısını da bugünkü “bedbaht” durumdan kurtarmak için Yunanistan’a yer değişimi önerilmelidir. Kastanies köyü (eski Çörekköy) içinden, virajlı sokaklar arasından geçmek gibi ilkellik başka yerde görmedim. Bir ülkeden başka bir ülkeye girerken yerleşim yerinin içinden geçilmez. Çünkü zamanla sınır kapısı büyütülür, yollar genişletilir, geniş ve uzun araçlar geçebilmelidir (Kapıkule’den sonra da Kapitan Andreevo köyünün içinden geçmek de benzer sıkıntılar yaratmaktadır). Aslında Yunanistan bu sınır kapısını önemsemiyor, bile bile ihmal ediyor. Dedeağaç’tan Edirne’ye gelirken onarılan ve genişletilen EO51 yolunda Bulgaristan ve Ormenio/Svilengrad tabelaları var, fakat Edirne/Türkiye için ön bilgi yok. Ancak son anda bir tali çıkış tabelası (eğer kaçırmazsanız) zahiri kurtarıyor. Yeni hizmete alınan Hamzabeyli sınır kapısı yerleşim yeri dışına yapılmış ve akıllıca olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder