13 Kasım 2021 Cumartesi

EDİRNE YAZILARI

 

“ADRİANOPOLİS” Mİ,  “HADRİANOPOLİS” Mİ ?

 

Prof. Dr. Recep Mesut

 

 

            Edirne şehrinin Roma İmparatorluğu yıllarındaki adı günümüzde nasıl yazılmalıdır – “Adrianopolis” mi, yoksa “Hadrianopolis” yazılışı mı doğrudur ? Fark etmiyor, nasılsa anlaşılıyor, her ikisini de eşanlamlı kullanabiliriz mi ? Daha kısacası, kelimenin önüne “H” yazılmalı mı, yazılmamalı mı ?

            Önce kelimenin kökenine bakalım: birleşik bir ad olarak “Hadrian-o-polis” anlam bakımından “Hadrianus kenti” demektir, çünkü Grekçe’de (yani eski Yunancada) “polis” kent veya şehir anlamında kullanılırdı. Ortada yer alan “-o-“ ise birleşik sözcüklerin türetilmesinde kullanılan kaynaştırıcı ünlü harftir.

Hadrianus” ise çok ünlü bir Roma imparatorudur. M.S. 76 yılında dünyaya gelmiş ve 138 yılında vefat etmiştir (62 yaşında). Hükümdarlık yılları ise 117-138 yılları arasını kapsamaktadır (21 yıl toplam). Roma İmparatorluğunun en geniş, en zengin ve en şaşaalı dönemine tekabül eder (yani “Muhteşem Süleyman” gibi). Kendisi yaptığı savaşlardan ziyade bayındırlık işleri, mimari eserler, sanat ve kültür çalışmaları ile ünlüdür. İktidar süresinin yarıdan fazlasını Roma dışında seyahat ederek geçirmiştir (yani “Evliya Çelebi” gibi) ki, o yıllarda imparatorluk toprakları İçkoçya sınırlarından Mısır’ın güneyine kadar yayılıyormuş. Roma imparatorları listesinde tek bir Hadrianus vardır, fakat katolik papalar listesinde altı tane “Papa Hadrianus” yer alır. Gerek imparator, gerekse papalar, anıtlarda ve yazılı kaynaklarda Latince olarak “H” ile yazılırlar – Hadrianus.

“Hadrianus” esasında bir aile adıdır (yani soyad’dır) ve “Hadria’lı” anlamındadır. İmparatorun ön adları Publius Aelius olup, doğum yeri İspanya’daki Roma kolonisi İtalica’dır. Fakat baba tarafı Adriyatik Denizi kıyısında ve Padana (bugün Po) nehrinin denize döküldüğü yerdeki “Hadria” liman şehrindendir – Hadri(a)-anus (Latincede “-anus” yapım eki aidiyet veya köken belirtir). M.Ö. VII yüzyıllarda Grek kolonisi olarak kurulmuş, deniz ile nehir üzerindeki ticaretten zenginleşmiş ve çok ünlü olmuştur. Nitekim kuzeye doğru uzanan ve derin bir körfez sayılan denizin son işlek limanı sayıldığından denize de adını vermiştir – Latince “Mare Hadria-ticum” (bugünkü Adriyatik Denizi). [O yıllarda Venedik henüz kurulmamıştı]. Zamanla Po nehrinin taşıdığı çamur ve kil dolgular Hadria limanını da doldurmuş, delta denize doğru ilerlemiş ve günümüzde 20 bin nüfuslu küçük bir kasaba olarak kıyıdan 22 km içerlerde kalmıştır (fakat bir denize ve ünlü bir imparator ailesine isim babası olmakla teselli bulmaktadır).

Grek kolonisi olarak kurulduğunda adı Ádria şeklinde yazılıyormuş (zaten Grekçe’de “H” ünsüzü yoktur) ve vurgu ilk ünlü üzerine (“Á”) geliyormuş. Grekçe sözcükleri Latince harflerle yazarken Romalılar bazı kurallar geliştirmişler – vurgulu ilk ünlü harflerin önüne (kendilerinde vurgu işareti yoktur) bir “h” harfi eklemişler ve buna da “h-spiritus” (nefes gibi “h”) demişlerdir. Genellikle telâffuz edilmeyen (bizim “ğ” gibi), fakat yazılarda unutulmayan bir işarettir. Dolayısıyla Grekçe kökenli bir özel ad olan Ádria limanı olmuş Hadria, oradan imparatorun soyadı Hadrianus ve onun kurduğu müstahkem kale-şehir de Hadrianopolis. Çok gezgin ve imar meraklısı olan bu hükümdar kendi toprakları üzerinde en az 7 tane “Hadrianopolis” yerleşimine ismini vermiştir [Anadolu topraklarında 4 (Mersin; Niksar; Şarki Karaağaç; Eskipazar); Trakya’da bir (Edirne); Arnavutluk’ta bir (Dropulli) ve Libya’da bir (Deriana)], fakat sadece “Hadrianopolis in Tracia”, yani “Trakya’daki Hadrianopolis” (kuruluş tarihi ~ İS. 130-131 yılları) asırlar boyunca (1000 yıl süren Bizans döneminde) adını yitirmemiş ve dünya tarihinde yer edinmiştir. Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra da Türkçenin fonetik kurallarına uydurularak (ünlü sesler uyumu) ve kısaltılarak, önce “Edrine” (18. yüzyıla kadar), akabinde “Edirne” şeklini almıştır.

Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa’da gelişen farklı ülkeler, Hristiyanlığın da etkisiyle Grekçe’yi ve Latince’yi okutmuşlar, “h-spiritus” kavramını dikkate almayarak doğrudan Adria, Adrianus, Adrianopolis ve Mare Adriaticum [Slav milletleri Jadran (okunuşu Yadran) derler] yazmaya başlamışlardır. Zaten Yunanca yazılarda daima “h”-siz yazılmıştır: Bizans Yunancasında (Adrianopolis) ve çağdaş Yunanca’da (Adrianoupoli) [okunuşu Adrianupoli]. Edirne’nin bu tarihi adı, bazı Avrupa dillerine farklı aktarılmıştır:

 

Adrianopolis  - Çekçe, Felemenkçe, Fince

Adrianópolis  - İspanyolca

Adrianopoli    - İtalyanca

Adrianopole   - Rumence

Adrianopojë   - Arnavutça

Adrianopol     - Lehçe, Slovakça

Adrianopel     - Almanca

Adrianople     - İngilizce

Adrinopla       - Portekizce

Andrinople     - Fransızca

Drinápoly       - Macarca

Drinopol         - Çekçe, Slovakça

Odrin              - Bulgarca, Makedonca

Edrêne            - Arnavutça, Makedonca

Jedrene           - Sırpça

Edirne             - Rusça

 

Bu bölgenin çok eski sakinleri olan Bulgarlar ise “Ódrin” demişlerdir ki, Slavca kökenli bu basitleştirme Osmanlı “Edrine”sine ilham vermiştir. Belki de Slavların bu topraklara geldikleri yıllarda (M.S. V yy) hâlâ Odris Trakları biliniyordu ve “Odrisiler şehri” çağrışımından Odrin dediler (sadece Bulgarlar ve Makedonlar bu adlandırmayı kullanırlar). Sırplar, Arnavutlar ve bugünkü Makedonlar Osmanlı “Edrine”sini benimsemişler, Ruslar ise bu şehri Osmanlı sayesinde geç tanıdıkları için doğrudan “Edirne” ismini aynen almışlardır.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı üzere, bugüne ait metinlerde “Adrianopolis” demek yeterlidir, ancak özgün Latince bir alıntılamada “Hadrianopolis” ve “Hadrianus” şekli tercih edilmelidir (müzelerde, tarihi metinlerde, heykel kaidelerinde). Erkek adı olarak Hadrianus bugün Batı ülkelerinde Adriano (örn. şarkıcı Adriano Celentano, futbolcu Adriano Ribeira), veya Adrien (örn. aktör Adrien Brody, futbolcu Adrien Silva) olarak sık kullanılmaktadır. Kadın ismi olarak da popülerdir - Adriana (örn. manken Adriana Lima). Türkiye’de de 1980, Edirne doğumlu bir şarkıcı sahne ismi olarak Adrian’ı tercih etmiştir (Cem Adrian). Halen Edirne’de “Adrian Konakları”nın reklamı yapılmaktadır.

Latince’de “h-spiritus” ile yazılan başka Grekçe özel isimler de vardır: Hebrus [Ebros = Evros, Meriç]; Haemus [Aimos, Balkan Dağı]; Heraclea [Erakleia, Ereğli]; bazılarında “h” kalıcı olmuştur: Homerus [Omeros, Homère (Fr)]; Hippocrates [İppokrates, Hipokrat]; v.s.

Kelimenin başında yazılıp net telâffuz edilmeyen “h-spiritus” alışkanlığı ilginç bir şekilde Rumeli’ye yerleşen Türklere de sirayet etmiştir. Çünkü öz Türkçede “h” ile başlayan sözcük pek yoktur. Bu nedenle Trakya ve Rumeli ağızlarında yabancı kökenli (Arapça-Farsça)  sözcüklerde öndeki “h” sesi genellikle telâffuz edilmez: Asan (Hasan); Üseyin (Hüseyin); Afize (Hafize); afif (hafif); atırlamak (hatırlamak); ayvan (hayvan); esap (hesap); v.b. Hâlâ çarşı pazarda “havuç” yerine “avuç” yazıldığına şahit olunmaktadır. Bazen de tersine, emin olamayınca, “ayva” yerine “hayva” yazıldığı da olmaktadır.




“TRAK MÜZESİ” KURULMASI HAKKINDA

 

Prof. Dr. Recep Mesut

 

         10 Kasım 2014 tarihli gazetenizin haberine göre, İl Genel Meclisinde bir komisyon tarafından Edirne’de “çok acil bir Trak Müzesi kurulması” önerilmekte idi. Tabi ki, Edirne’nin coğrafi konumu ve tarihi geçmişi bakımından böyle bir öneriyi sevinçle karşılamak gerek. Şehrimizin kültürel ve turistik değerlerine katkısı olacağı da şüphe götürmemektedir. Biz sadece bu öneriyle ilgili bazı ilâve ve açıklamalar getirmek istiyoruz.

Öncelikle “çok acil” yani ivedi ibaresine bir anlam veremedik. Yaşadığımız toprakların en eski sakinlerine adanacak bir müzenin acelesi neden kaynaklanıyor? Korkumuz alelacele kurulup “tabela asılacak” göstermelik bir teşebbüs olmasındandır. Adı itibariyle bu bir tarih müzesi olacağından, her şeyden önce bilimsel ciddiyete ve titizliğe itina gösterilmelidir. Konuyla ilgili bilim adamlarının komisyonda yer almamaları beni şaşırtmıştır. Oysa şehrimizde bir Trakya Üniversitesi bulunmakta, bu üniversite bünyesinde Tarih Bölümü, Sanat Tarihi Bölümü, Arkeoloji Bölümü gibi konuyla yakından ilgili olan birimlerde Trakları ders olarak anlatan, araştıran, kitaplar ve makaleler yayınlayan öğretim üyeleri vardır. Komisyon hiç olmazsa Trakların geçmişini bilen bilim adamlarına danışsaydı, “…750 bin yılı aşan geçmişe sahip …” gibi korkunç abartılmış iddialarda bulunmazdı. Yazılı kaynaklarda Traklardan ilk bahseden Homeros’tur ve “İlyada” adlı eserinde Truva Savaşına Trak birliklerinin de katıldığını anlatmaktadır. Dilbilimcilere göre Homeros’un eseri M.Ö. 700-lerden itibaren uzun bir destan olarak halk arasında söylenmeye başlanmış (daha sonra kaleme alınmış) ve bahsettiği Truva Savaşı da M.Ö. 1200-ler civarında cereyan etmiştir. Bazı mitolojik anlatımlara göre Traklar diye topluca ifade edilen kabileler M.Ö. 2000-lerden sonra eski Yunanlıların kuzey komşuları olmuşlardır. Arkeolojik bulgulara göre ise en erken Trak yerleşimleri M.Ö. 3500’e tarihlenebilir. Tabii bundan önce de M.Ö. 5500-6000 yıllarına ait kazı buluntuları vardır, fakat bunlara Trak denemez. Genellikle kazı yerine göre pre-historik (tarih öncesi) kültürler tabiri kullanılır. Dolayısıyla Trakların başlangıcını taş çatlasa M.Ö. 3500-lere (günümüzden 5500 yıl öncesine) kadar götürebiliriz. Zaten günümüzden 750,000 yıl öncesinde Balkan Yarımadasında mağara insanlarının yaşadığı bile söylenemez.

Daha önemli bir sorun ise müzede ne sergilenecektir. Bulgarlar yıllardan beri bu konu üzerinde çalışmakta ve kazılar yapmaktadırlar. Bugünkü Bulgaristan topraklarının altını üstüne getirmişler ve çok kıymetli eserler bulmuşlardır. Bunların bir kısmını bizim sınırlarımıza çok yakın yerlerden elde etmişlerdir. “Trakoloji” adında özel bir bilim alanını geliştirmişler ve bu konuda Dünya çapında söz sahibi olmuşlardır. Trak Müzesi adını koymasalar da, bütün il merkezlerinde bulunan Tarih Müzelerinde olağanüstü zengin buluntular (bazıları som altından yapılmış ünlü “Trak hazineleri” de dahil) sergilenmektedir. Kendi topraklarında yabancılara araştırma ve inceleme yaptırmazlar, fakat başta Sofya Arkeoloji Müzesi (ki binası Osmanlı eseri Ulucami’dir) olmak üzere, Plovdiv, Kırcali (bu müze binası da eski Osmanlı eseridir), Yambol, Stara Zagora, Panagyürişte ve diğerleri rahatlıkla gezilebilir. Trakoloji konusunda sayısız kitapları vardır, bazıları İngilizce olarak yayınlanmıştır. İşte bu planlı programlı çalışmalar sonucunda çok sayıda turist çekmektedirler.

Türkiye’de ise Trakoloji gelişmemiştir. Az sayıda tarihçi ve arkeolog bireysel ilgi göstermişse de, dünya çapında söz sahibi olunamamıştır. Tabi bu görev “Trakya” adını taşıyan üniversitemize düşer. Maddi sponsorluğu da “Trakya Birlik” üstlenmelidir.

Eğer Edirne’yi bir turistik cazibe merkezi haline getirmek istiyorsak “Trak Müzesi”nin yanında, hatta öncesinde bir “Osmanlı Müzesi” (Museum Ottomanum) ve bir de “Bizans Müzesi” (Museum Byzantinum) düşünülmelidir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu burada 562 yıl hüküm sürmüş ve 92 yıl başşehir olarak kullanmıştır; Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu ise daha da uzun süre, yaklaşık 1000 yıl bu topraklara sahip olmuştur.

Buna karşılık Trakların iskân ettiği yıllarda bugünkü Edirne yakınlarında çok önemli bir yerleşimden bahsedilmemektedir. Bazı eski Yunan kaynaklarında bu bölgede “Uscudama” adlı bir Trak yerleşiminden söz edilse de, tam yeri bilinmemektedir. Oysa İpsala (Kypsela), Vize (Bizye), Marmara Ereğlisi (Perinthus) gibi yerleşimler küçük Trak krallıklarına başkentlik yapmışlardır. Ünlü “Odris Krallığı”nın başkenti Sevtopolis ise Yukarı Tunca vadisindedir (Bulgaristan’da Kazanlık yakınında). Tarihte “Trakya Krallığı” adını taşıyan tek devlet kısa süreli olmuştur (M.Ö. 306-281). Büyük İskender’in ölümünden sonra, bu krallığı kuran general Lysimakhos Küçük Asya’da seferlere girişmiş ve Kuropedion savaşında hayatını kaybetmiştir. Lysimakheia adlı başkentini Gelibolu yarımadasının kıstağına inşa ettirmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere sadece Edirne İline ait “Trak Müzesi” yeterli olmayacaktır.

Avrupa topraklarının fethini başlatan Osmanlılar bu topraklara önce “Paşaeli”, sonradan “Rumeli” demişlerdir. O yıllarda buralarda Trakların adları silinmiş ve ardı ardına gelen kavimlerle karışarak asimilasyona uğramışlardır. Fakat Yunanca ve Latince coğrafyalarda bölgenin adı Thrakia = Tracia olarak devam etmiştir. 19. yüzyıldan sonra Osmanlılar da batı kaynaklarından Trakya ismini öğrenmişlerdir. Cumhuriyet döneminde ise “Trakya-Paşaeli” deyimi popüler olmuştur. Bulgaristan’da bir Trakya Üniversitesi (Eski Zağra’da), Yunanistan’da da Trakya Üniversitesi (Gümülcine’de) bulunduğu için Türkiye ile yarışırcasına bu ülkeler de Traklara sahip çıkmak istemektedirler. Ne var ki Bulgaristan daha şanslıdır, çünkü bugünkü topraklarında antik çağlarda sadece Traklar yaşamıştır. Ve onları ilk ataları olarak gösterebiliyorlar. Halbuki bizim Trakya diye tanımladığımız alan Türkiye yüzölçümünün ancak % 3’dür. Anadolu’da Hititler, Frigler, Urartu, Likya, Lidya, Mysia, Bitinya gibi sayısız medeniyetler iz bırakmıştır (Anadolu Medeniyetleri). Bugünkü Türkiye için Traklar periferde kalmış bir uygarlıktır, fakat Edirne, Tekirdağ, Kırklareli (İstanbul ve Çanakkale) için önem arzederler.  

 Not: Bu yazı “Edirne Hudut Gazetesi”nin 26 Kasım 2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır.




EDİRNE’NİN MAKÛS TALİHİ

 

Prof. Dr. Recep MESUT

 

 

            Bu yıl üzüntü verecek şekilde güzel şehrimiz Edirne ardı ardına gelen su taşkınlarına maruz kalmıştır. Önceki bazı yıllarda da benzer taşkınlar yaşanmıştı, fakat bu seferki kadar devamlı ve bezdirici olmamıştı. İki köprü arasına, Söğütlük Ormanına, Lozan caddesine ve Karaağaç’a gidemez olduk, oysa bu mekanlar şehir sakinlerinin dinlenme, eğlenme ve yenilenme (rekreasyon) alanlarıdır. Karaağaç mahallesi sakinlerinin, okulların ve işyerlerinin, esnafın telâfi edilemez kayıpları meydana gelmiştir. Yunanistan’a açılan ve son yıllarda canlanmaya başlayan Pazarkule sınır kapısı kullanılamaz olmuştur. Can kayıpları olmasa da, tekrarlanan bu felâketler 150 bin nüfuslu şehir ahalisinde moral bozukluğu yaratmış, ülke çapında “vah-vah” şeklinde hayret ve  acıma duygusu uyandırmıştır. Görsel basının “özellikle” seçilmiş haber ve görüntüleri, Edirne dışındaki tanıdıklardan gelen “geçmiş olsun” mesajlarına sebep olmuştur.

Nedir bu Edirne’nin çektikleri, ne kadar sürecek bu bedbaht durum, yoksa periyodik taşkınlar kalıcı mı oluyor? Acaba dünya çapında gözlenen iklim değişiklikleri Edirne’yi sık sık sular altında bırakmaya mı başlayacak? Nasıl oluyor da güzelliğiyle bilinen, imparatorlar tarafından kurulmuş, imparatorlar doğurmuş, Dünya Mirası Listesine eserler eklemiş, şairler ve âlimler yetiştirmiş bu şanlı belde böyle aciz durumlara düşebilir?

Galiba bazı gerçeklerle yüzleşmemiz lâzım. Şehrimizin geleceği hakkındaki en kötü ihtimalleri de varsayarak, köklü çözümler üretmemiz için kafa yormamız şarttır. Bilmemiz gereken acı gerçeklerin başında Edirne’nin coğrafi topografyası gelmektedir.

Edirne, tarihi Trakya bölgesinin yaklaşık yarısını (50 bin km2lik kısmını) akaçlayan üç önemli akarsuyun (Meriç, Tunca ve Arda) toplandığı stratejik düğüm noktasında (Latince “confluens” = toplak) yer almaktadır. Kuzeyden ve batıdan, geniş bir yelpazeden (Balkan Dağları ve onlara paralel Sredna Gora-Karacadağ, Rila-Rodop Dağları ve Sakardağ’dan) inen kaynak suları, yağmur ve kar suları, hepsi burada toplanmaktadır. Bu suların debisi mevsimsel artışlar (ilkbaharda ve sonbaharda) göstermekte ve çevreye göre epeyi alçak olan “Edirne çöküntüsü” (ortalama rakım 35 m) sular altında kalabilmektedir. Meriç adı altında birleşen sular Edirne’den 185 km sonra Ege Denizine (yani rakım 0 m) ulaşmaktadır.

Akaçlama havzası en geniş ve su miktarı en yüksek (92 m3/sn) olan Meriç nehri (toplam uzunluk 480 km), Sofya’nın güneyindeki Balkanların en yüksek dağı olan Rila Dağı’nın Musalla tepesi’nin (2925 m) doğu kısımlarından kaynak alır ve Bulgaristan topraklarında 345 km katettikten sonra Svilengrad (Cisri Mustafapaşa) hizasında önce Bulgar-Yunan sınırını (10 km), sonra Türk-Yunan sınırını (20 km) oluşturur. [Google Earth’e göre] Kapıkule hizasındaki ortalama yüzey rakımı 43 m’den [burada Karayolu gümrük sahası 45 m’de, tren istasyonu 50 m’dedir], Arda’nın sularını aldığı noktada 34 m’ye, Tunca’nın sularını aldığı noktada (Bülbül Adası hizası) ise 32 m’ye düşmektedir. Meriç nehrinin şehir merkezine direkt bir tehdidi olmamasına rağmen, Söğütlük Ormanını ve Lozan Caddesini kolayca sular altında bırakabilmekte, Karaağaç ve Pazarkule irtibatlarını kesebilmektedir.

Edirne’nin esas “belâlısı” Tunca nehridir, çünkü şehir merkezi bu nehrin kıyılarında yer almaktadır. Balkan Dağlarının en yüksek tepesi Yumrukçal (bugün Botev, 2376 m) yamaçlarından başlar ve doğuya doğru akar. Sredna Gora eteklerinde, önce Koprinka Barajı (rakım 390 m), sonra Jrebçevo Barajı (rakım 260 m) inşa edilmiş ve yukarı akım regüle edilmiştir. Bundan sonra 90º virajla güneye yönelir, Yanbol ve Elhovo (Kızılağaç) şehirlerinden geçtikten sonra Sakar Dağının derin “Darkaya” kanyonuna girer. Uzunbayır mevkiinden sonra 12 km Türkiye-Bulgaristan sınırını oluşturur ve Suakacağı köyü öncesinde kanyondan çıkarak iki taraflı Türk toprağında akmaya başlar (48 km). Taşıdığı su miktarı çok daha düşük (23 m3/sn) olmasına rağmen, Tunca taşkınları daha sık ve daha zararlı  olmuşlardır. Türk topraklarına girdiği Suakacağı köyü hizasında yüzey rakımı 45 m olan Tunca suyu çok dolambaçlı kıvrımlar [Eğribük] çizerek, genişçe bir çöküntü alanı olan Tunca Ovası’nın daha alçak olan batı kenarını izler [su düzeyi rakımı Hatipköy’de 43 m, Yolüstü’nde 41 m, Değirmenyeniköy’de 40 m, Açık Cezaevi hizasında 37 m, Sarayiçi yakınında 34 m, Gazimihal Köprüsünde 33 m, Ekmekçioğlu Köprüsünde 32 m]. Görüldüğü üzere şehrin yerleşim yerlerinden geçerken eğim son derece düşük ve akım yavaşlamış olmaktadır. Kuruluş itibariyle Adrianopolis Kalesi, Roma İmparatorluğunun Balkan Yarımadasındaki en önemli ulaşım yolu “Via Militaris” (Askeri Yol, yani Belgrad-Niş-Sofya-Filibe-Edirne-İstanbul ekseni) üzerinde, Tunca geçişini sağlayan köprüyü koruma amacıyla yaptırılmıştır. Nitekim bizim bugün Gazimihal Köprüsü dediğimiz yerde antik çağlardan beri değişik vasıfta bir köprü bulunmuştur. Ve Roma-Bizans yıllarında bu köprü Kaleiçi’yle irtibatlandırılarak güvenceye alınmıştır. Ancak Cumhuriyet döneminde inşa edilen ve 1950’li yıllarda tamamlanan toprak dolgu seddeler (DSİ Seddeleri) şehrin alçak semtlerini iki taraflı olarak koruma altına almışlardır. Bugün de bunların faydasını görmekteyiz. Alçakta kalan yaşam merkezleri (Kaleiçi, Talatpaşa, Abdurrahman ve Çavuşbey Mahalleleri) artık sular altında kalmamaktadır. Sadece nehrin ortasında kalan Sarayiçi (Kırkpınar Güreşleri alanı), Tavuk Ormanı, restore edilmekte olan Yeni Saray (Saray-ı Cedid) alanı ve alçak seviyede inşa edilmiş olan bazı köprüler sel sularından etkilenmektedir.

Edirne taşkınlarına en az etkisi olan Arda nehri de Bulgaristan’da Rodop Dağlarının Ardin vrıh (1455 m) tepesinden başlar, 250 km derin vadilerden geçtikten sonra Milea köyü yakınlarında Yunan topraklarına girer. Son 40 km’sini Yunan topraklarında katederek, tam sınır köşesinde (eski Maraş köyü, bugün Marasia aşağısında) Meriç nehrine katılır (Pazarkule’nin batısında kalan son 1 km’si Türk-Yunan sınırıdır). Bu nedenle Türkiye’nin Arda’dan gelen sellere karşı yapabileceği bir şey yoktur. Arda taşkınları Yunanlara zarar vermiştir (2005) ve Therapion (Sarıyer) köyü hizasında regülatör amaçlı küçük bir baraj (65 m rakım) da yapmışlardır. Esas Bulgaristan’da kalan kısmında üç büyük baraj ve HES [Kırcali Barajı (320 m rakım), Studen Kladenets= Soğukpınar Barajı (220 m) ve İvaylovgrad= Ortaköy Barajı (120 m)] inşa edilmiş ve Arda akışı nispeten dizginlenmiştir. Buna rağmen Arda sularının kabarması Karaağaç bahçelerine zarar verebilir.

Mevsimsel su artışlarına çok müsait bu üç nehrin beraberce kabarması (hatta sadece Tunca’nın seviyesinin yükselmesi) tarihöncesi dönemlerden beri “Edirne çöküntü ovası”nı sular altında bırakmış, eğimin yetersiz olması nedeniyle bataklık haline dönüştürmüştür. Bu olayın ezelden beri tekrarlandığını tarihi kayıtlar da teyit etmektedir (Edirne’nin Osmanlılar tarafından fethinde Adrianopolis muhafızı kayıkla Enez’e kaçmıştır).

Şaşırtıcı olan her yıl taşkınları gören ve yerleşim alanı seçiminde sağduyulu olduklarına inanılan eski yöneticiler neden bu kadar alçak ve korumasız bir yere önemli bir kent inşa etmişlerdir?

 Milâttan önceki yüzyıllarda bazı kaynaklarda bahsedilen Trak yerleşimi “Uscudama”nın kesin yeri henüz belirlenememiştir. Kazılar yapılamadığı için, M.Ö. III yüzyılda bu toprakları fetheden Makedonya kralı II. Filip’in (Philippos),  kendisini rahatsız eden “Oresti” kabilesini Makedonya’dan Trakya’ya iskân ettiği “Orestia” yerleşiminin yeri de kesin değildir. Kesin olan M.S. II yüzyılda (130-131) Roma İmparatoru Hadrianus’un inşa ettirdiği müstahkem kale-garnizon (“castrum”) olan “Adrianopolis”in sınırlarıdır. Muazzam kale duvarlarının da yer yer ortaya çıkmasıyla bu şehrin yeri bugünkü Kaleiçi semtimize isabet etmektedir. Muhakkak ki daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerinde surdışına taşmış “varoş” tipi yerleşme genişlemiş, kale içindekileri besleyecek yakın köyler de (muhtemelen Yıldırım veya İmaret, Karaağaç veya Bosnaköy) işlevsel olarak bağlanmıştır. Peki nasıl olmuş da imar işlerinde tecrübeli Romalı mimarlar, akarsuların birbirine kavuştuğu ovalık bölgede bu kadar alçak bir alanı seçebilmişlerdir? Eski Ticaret Borsası’nın yerinde ortaya çıkan ve muhteşem işçilikle göz kamaştıran sur temelleri, kot olarak bugünkü Tunca nehrinin epeyi aşağısındadır (ki o yıllarda DSİ seddeleri de yoktu). Bu çelişkiyi Adrianopolis “castrum”unun Tunca köprüsünü korumak için inşa edilmesiyle izah edebiliriz.

1230 yıl sonra Osmanlılar tarafından fethedildiğinde Adrianopolis’in kot düzlemi çok az değişmişti (Şahmelek Camii’nin ve Gazimihal Hamamı’nın ne kadar aşağıda kaldığı çok aşikârdır). Fakat Osmanlılar ağırlıklı olarak kale dışını tercih ettiler, camilerini ve saraylarını daha yukarılara inşa ettiler [Üçşerefeli Cami 56 m, Bedesten 60 m, Eski Cami 63 m, Eski Saray (bugün Selimiye Camii) 78 m, hatta Yeniçeri Kışlasını Buçuktepe’ye (130 m) kondurdular]. Fakat Yıldırım Camii, Gazimihal Camii, II. Bayezit Külliyesi, Yeni Saray gibi yerler Tunca kıyısına yapıldı. Nehir kenarında, kayıkla ulaşılan çok sayıda kasırların mevcudiyeti de bilinmekte, hatta Bayezit Külliyesinin su değirmeni bile vardı. Demek ki Tunca suları eskiden taşkınlar yapacak kadar kabarmıyordu.

Siyasi nedenlerin başında, 93-Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) ve Balkan Savaşları sonrasında çizilen sınırların Edirne’ye çok yakın gelmesidir. Edirne “toplağı”na su taşıyan nehirlerin geniş havzaları, hükümran olduğumuz topraklar dışında kaldı. Bu nehirlerin vatan toprağında akan son kısımları ise alçak ve düzlük alanlarda, baraj yapımına uygunsuz arazilerde yer almış oldu [gündeme getirilen “Suakacağı Barajı”nı Bulgarların kabul etmesi imkânsız gibidir, çünkü baraj sularının altında kalacak olan yerler (rakım 50-80 m arası) tamamen Bulgaristan topraklarıdır! Onların gerçek derdi Elhovo (Kızılağaç) (rakım 100 m) ve Yambolu (rakım 128 m) gibi yerleşimleri Tunca taşkınlarından kurtarmaktır]. Bu konuda Edirne gerçekten çaresizdir.

Teknolojik nedenlerin başında son yüzyılda büyük hacimli çok sayıda barajların inşa edilebilmesi gelmektedir. Bunlar sulama, taşkın önleme ve elektrik üretimi için yapılmakta olsa da, tehlike anında baraj kapakları açılabilmekte ve günlük debilerde artışlara sebep olmaktadır. Su pompaları sayesinde tarımsal arazilerin sulanması da genel su miktarını önemli derecede azaltmıştır.

İklim değişiklikleri ise Dünya çapında bir ekolojik sorun olarak 2000’li yıllardan sonra ortaya çıkmış ve aşırı kuraklık ile aşırı yağışların beklenmeyen şekilde sıralanmasını doğurmuştur. Atmosferdeki sera gazlarının çoğalması veya iyonosferdeki ozon tabakasının incelmesi ise Edirne’nin suçu değildir.

Sonuç olarak, seddelerin koruması dışında kalmış olan Sarayiçi, Bosnaköy, Söğütlük gibi alanlarda tekerrür eden taşkınları önlemek için önce Tunca, sonra Meriç yataklarını genişletmek ve derinleştirmek lâzımdır. Çünkü bu yataklar senelerden beri hiç temizlenmemiş, kum, çakıl ve çamurla dolarak nehirlerin tabanlarını yükseltmiş ve hacimlerini daraltmıştır. İnşa edilmiş olan seddeler de yayılmayı önleyerek hapsedilen alüvyonlarla yatakların dolmasına katkıda bulunmuştur. Avrupa’da sıkça görülen ve “drager” denen, su diplerini tarayıp temizleyen makineler, nehirler üzerine monte edilerek ve ileri geri hareket ederek yıl boyunca çalışmaktadırlar. Şehre bitişik kıyılarda ise nehir yatağının tamamen taş-beton kaplama ile döşenmesi en modern çözümdür. Bu önlemlerin maliyeti Belediye veya Vilayet imkânlarını aşacağı için Devlet yatırımı (DSİ ödeneği) olarak ele alınmasını gerektirecektir. 




                              EDİRNE’NİN TURİZM POTANSİYELİ

VE ULAŞIM SORUNU

 

Prof. Dr. Recep MESUT

 

            Turizm Haftası münasebetiyle güzel şehrimiz Edirne’nin turizm potansiyeli hakkında düşündüklerimi ifade etmek isterim. Senelerden beri sokaklarını arşınladığım, camilerini dolaştığım ve köprülerinden nehirlerin huzurlu akışını seyrettiğim bu kentin, hakettiği ilgiyi görmediğine hep inandım. Tarihse tarih, coğrafya ise coğrafya, mimari desen hakeza, kültürlü ve eğitimli insanların doldurduğu bu hoşgörü atmosferi nasıl oluyor da turistleri celp etmiyor? Haksızlık ettim, belki “yeterince celp etmiyor” demeliydim. Çünkü son yıllarda gözle görünen bir canlanmayı inkâr edemem. Yurtiçinden otobüslerle akın edenler, Ramazan’da camileri dolduranlar, özel araçlarıyla ailece Edirne’yi tanımak isteyenler, Yunanlıların ve Bulgarların çarşı pazar dolaşanları, tabi ki sevindirici bir olgudur.

            Fakat bunlar yeterli değildir. Çünkü Edirne henüz uyanmamış “potansiyel” bir turizm devidir ve kırıntılarla yetinmemelidir. XXI yüzyılda turizm dünya ekonomisinin sürekli gelişen ve refahı arttıran (yani refahı artanların başkalarının refahına katkıda bulunan) bir etkinlik olmaya devam edecektir. Açıkgöz ve yaratıcı davranan yöreler, bu gelecek vaat eden pastadan pay kapma becerisi gösterebilirler (bakınız Kapadokya, Pamukkale, Mardin, Safranbolu, v.b.). Bunun için de altyapı (ulaşım, konaklama, yiyecek, alış-veriş) tesislerine ihtiyaç vardır. Üstyapı (zihniyet, yönetişim, insan kaynakları ve reklam) kesinlikle unutulmamalı, hatta bizim örneğimizde öncelikle ele alınmalıdır.

            Ulaşım sorunları son derece önemlidir. Büyük imparatorluklar (Roma, Bizans, Osmanlı) yıllarında ana ulaşım yolları üzerinde yer almıştır Edirne (kuruluşunu ve gelişmesini zaten bu etkene borçludur). Orta Avrupa’yı İstanbul’a bağlayan “diagonal” yol (eski E-5 karayolu ve “Orient Express” demiryolu), bu kavşakta kuzey-güney (Polonya’dan Ege Denizi’ne inen) “dikey” eksen ve Karadeniz’i Ege Denizine bağlayan “çapraz” eksenle (Burgas-Kavala) irtibat sağlardı. Ne yazık ki Balkanlarda gaddarca çizilen sınırlar ve Soğuk Savaş yıllarındaki NATO-Varşova Paktı zıtlaşması [“Demir Perde”] Edirne’yi söz konusu tali ulaşım yollarından mahrum etti. Bugün telâfi edilmeye çalışılsa ve yeni sınır kapıları (Hamzabeyli) açılmış olsa da, Edirne’nin ticareti ve ziyaretçileri uzun yıllar boyunca bıçak gibi kesilmişti. Şehir doğal “hinterland”ından kopuk kalmış, her an savaş çıkacakmış gibi hazırol ortamında askeri savunma zihniyetiyle yatırımlar beklemeye alınmış, askeri birliklerle ve kışlalarla, bir de gümrükleri ve gümrükçüleriyle “uç il” ve “serhat şehri” olarak Türk insanının hafızasına çakılmıştı. “Edirne’den Ardahan’a kadar” deyimi zaten bunu ifade etmekteydi. Ülkemizin neresini dolaşsam, karşılaştığım erkekler arasında daima “…ben askerliğimi Edirne’de yapmıştım…” diyenler çıkar. 1960’tan sonra Avrupa’ya çalışmaya giden ve milyonları aşan gurbetçilerimizin hatıralarında Edirne “…vatan toprağının bittiği yer / vatan toprağına kavuşulduğu yer…” olarak anılmaktadır. Fakat bunları turist sayamayız, mecburiyet nedeniyle bulunmuşlar veya tranzit geçmişlerdir (hatta bazıları Selimiye’yi sadece uzaktan görmüşlerdir). Çünkü turizm (Fr: “tourisme”) insanların kendi isteğiyle, gezmek ve görmek, bilgilenmek veya eğlenmek amacıyla yapılan seyahattır. Bunun için para harcamayı da göze alırlar, gittikleri yerlere de iyi para bırakırlar.

            Fakat artık uzak ülkelere uçakla gidiliyor, yurtdışına giden demiryolu yolcu taşımacılığı körelmiş durumdadır, karayolunu tercih edenler ise Edirne’yi çevre yolundan dolanmaktadır. Maalesef Edirne’ye hava alanı yapılamamıştır (her seçim öncesinde vaat edilmesine rağmen). Edirne’yi ziyaret etmek isteyen turistler için tek seçenek karayolu kalmaktadır. Burada da “otogar sorunu” ortaya çıkmaktadır. Uzak görüşlü olmayan bir yer seçiminden sonra, tek bir özel şirketin tasarrufuna emanet edilmiştir. Genellikle İstanbul / Bursa’dan kalkıp uluslararası hatlara çalışan otobüs şirketleri buraya uğramamaktadırlar. Eşim akrabalarını ziyaret etmek için Bulgaristan’a sık sık gidip gelmektedir. Telefonla yer ayırtabiliyoruz ve Kapıkule yolundaki Arslanlı Tesislerinde saatlerce bekliyoruz. Dönüş yolu daha da berbat (ya Kapıkule çıkışında, veya TEM Otobanı girişinde, karda kışta veya yağmur altında arabanın içinde beklemek mecburiyetindeyim). Tam bir sefalet örneğidir. Hele Hamzabeyli çıkışlı / girişli hatlarda sefalet felâkete dönüşmektedir, çünkü Arslanlı Tesisleri gibi bir bekleme yeri de yok! Geçenlerde söz konusu tesislerde beklemekte olan, fakat herhangi bir şirket otobüsüne yer ayırtmamış Finlandiya’lı bir turistle karılaştım. Emekli olmuş bir gazeteci idi. Turgut Özal döneminde Ankara’da ve İstanbul’da birkaç sene kalmış, Türkiye’nin birçok yerini görmüş, fakat (kendi deyimiyle) Türklerin Avrupa’daki ilk başkentini ziyaret etme fırsatı bulamamış. Emekli olunca tek başına bir geziye çıkmış, İstanbul’dan Edirne’ye kolay ulaşmış. Selimiye Camii’ne, köprülere, çarşılara, kervansaraylara hayran kalmış. Buradan Bulgaristan’ın Burgas şehrine ve oradan da kuzeye doğru devam etmek istiyordu – bireysel (individual) turist işte. Sormuş soruşturmuş (Türkçe de bilmiyordu), Edirne’den Burgas’a otobüs hattı olmadığını öğrenince şok olmuş (haritasında yol gözüküyor, fakat otobüs işletilmiyor). Birileri akıl vermiş, minibüse bindirmişler ve Arslanlı Tesislerinde indirmişler. Kasım ayı, gece saat 22,00, soğuk ve yağmur çiseliyor. Bizim otobüs geldi, hanımı yerleştirdim ve bu yabancıyı Haskovo veya Plovdiv’e kadar almalarını rica ettim, oradan Burgas’a gidebilecek hatlar muhakkak vardı. Şoför Nuh dedi peygamber demedi. Adama acıdım (biraz da utandım), arabama alarak sınır kapısına kadar götürdüm (küçük bir tekerlekli bavulu vardı), yürüyerek karşı taraf geçip taksi tutmasını ve Haskovo’ya ulaşabileceğini söyledim. Dönüş yolunda düşüncelere daldım - Edirne yabancılar için bir çıkmaz sokaktı. Yurtdışından gelip veya yurtdışına gitmek isteyen bireysel gezginlerin haline acıdım. Aylar geçti, şimdi “Turizm Haftası” geldi, nutuklar atılacak, Edirne kalkınacak, cak-cek ve alkış kopacak. Fakat uzak diyarlardan gelmiş bu “bireysel Edirne sevdalısı” benim gözümün önünden gitmiyor! Eh işte “şeytan ayrıntıda gizlidir” ya.

            Hayaller kurdum: Edirne artık “ser” hattaki “sınır” kenti olmamalıydı. Birleştiren ve ulaştıran bir kent olmalıydı. Avrupa kıtasında yer alıyordu ve buradan rahatlıkla tüm Avrupa’ya (öncelikle komşu Yunanistan ve Bulgaristan kentlerine) ulaşılmalıydı. Modern uluslararası bir otogarı, dakik çalışan otobüsleri, yabancı diller bilen servis elemanları, birkaç dilde bilgi sunan enformasyon panoları (Türkçe dışında Bulgarca, Yunanca ve İngilizce asgari şarttı) bulunmalıydı. Edirne-Alexandroupoli (Dedeağaç), Edirne-Komotini (Gümülcine)-Ksanti (İskeçe), Edirne-Haskovo-Plovdiv (Filibe), Edirne-Haskovo-Kırcali, Edirne-Haskovo-Stara Zagora (Eski Zağra), Edirne-Yambol-Sliven (İslimiye), Edirne-Burgas-Varna hatları mutlaka her gün çalışmalıydı. Hatta Kavala, Selânik, Sofya, Skopje (Üsküp), Ruse (Rusçuk) gibi pek de uzak sayılmayan kentlere bile ulaşılmalıydı. Velhasıl İstanbul ipoteğinden kurtulmalıydı. Karayolu ile Avrupa’ya seyahat etmek isteyen her Türk vatandaşı, Edirne üssüne güvenerek buralara gelmeli ve bu esnada şehrin güzelliklerini görmeliydi. “Ey Türk, ölmeden Edirne’yi gör” slogan olmalıydı (gerçi bunu İtalyanlar Napoli için söylemişlerdi).

            Meriç vadisinden Karaağaç’a doğru ilerleyen inşaat halindeki yüksek köprü “çevre yolunu” (ring) destekleyecek önemli bir merhale, fakat çemberin tamamlanması için mevcut otogar önündeki üst geçidi de Süvari köprüsüne kadar devam ettirerek Lozan Anıtına kadar ulaştırmak gerekecektir. Pazarkule sınır kapısını da bugünkü “bedbaht” durumdan kurtarmak için Yunanistan’a yer değişimi önerilmelidir. Kastanies köyü (eski Çörekköy) içinden, virajlı sokaklar arasından geçmek gibi ilkellik başka yerde görmedim. Bir ülkeden başka bir ülkeye girerken yerleşim yerinin içinden geçilmez. Çünkü zamanla sınır kapısı büyütülür, yollar genişletilir, geniş ve uzun araçlar geçebilmelidir (Kapıkule’den sonra da Kapitan Andreevo köyünün içinden geçmek de benzer sıkıntılar yaratmaktadır). Aslında Yunanistan bu sınır kapısını önemsemiyor, bile bile ihmal ediyor. Dedeağaç’tan Edirne’ye gelirken onarılan ve genişletilen EO51 yolunda Bulgaristan ve Ormenio/Svilengrad tabelaları var, fakat Edirne/Türkiye için ön bilgi yok. Ancak son anda bir tali çıkış tabelası (eğer kaçırmazsanız) zahiri kurtarıyor. Yeni hizmete alınan Hamzabeyli sınır kapısı yerleşim yeri dışına yapılmış ve akıllıca olmuştur.   




  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder