29 Kasım 2021 Pazartesi

OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE - TOZLUK, GERLOVA, DELİORMAN VE DOBRUCA




OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE



TOZLUK, GERLOVA, DELİORMAN ve DOBRUCA 


Bir Türkün gönlünde dağ varsa Balkandır,

nehir varsa Tuna’dır”

(Yahya Kemal Beyatlı)

…deniz varsa Karadeniz’dir”

 

               


Prof. Dr. Recep MESUT



 

Karayolu ile Türkiye’den Avrupa topraklarına seyahat etmek için en uygun çıkış noktası Edirne’dir. Bu coğrafi avantajı kullanarak, Balkan Yarımadasını ve Doğu Avrupa ülkelerini ziyaret etmek günümüzde son derece kolaylaşmıştır. Modern donanımlı otobüsler, asfalt yollar ve otobanlar sayesinde, bir günde 1,000 km yol alınabilir. Ancak rahatça çevreyi izleyebilmek ve mola vererek tarihi eserleri görebilmek için, günler süren gezi programlarında günlük 500 km’yi aşmamak gerek. Bu optimal mesafe bizleri rahatlıkla eski Osmanlı coğrafyasında gezdirebilir. Ancak mola sayısı arttıkça günde geçilecek güzergâh kademeli olarak düşürülmelidir – 400 km, 300 km, hatta 200 km olabilir (her mola yerinde otobüsten inmek-binmek – tahminen 40 kişi, önemli bir Osmanlı eserini gezmek, fotograflamak, anlatılanları dinlemek de vardır). Ayrıca her iki saatte bir ihtiyaç molası da vermek gerekir.  

            Edirne’nin diğer bir avantajı da tarihi geçmişidir. 1361 yılında fethedildikten sonra (İstanbul’un fethi 92 yıl daha geçtir – 1453), Sultan 1. Murad’ın yön göstermesiyle, batıya, kuzeye ve güneye yelpazevari yayılan akınlar ve fetihler Edirne merkezlidir. Nitekim bir müddet sonra Sultan da karargâhını buraya taşımış ve Avrupa fetihlerini sürdürmüştür. İstanbul fethedilmeden önce Balkan Dağları aşılmış ve Tuna Nehrine ulaşılmıştı, Adriyatik kıyılarına ve Mora Yarımadasına Osmanlı askeri ayak basmıştı.


 

                                Balkan Yarımadası’nın coğrafi sınırları

Bazı adalar hariç, Balkan Yarımadasının ana karasının fethi 1500 yılı civarında tamamlanmıştır. Osmanlı bununla yetinmemiş, Tuna ve Sava nehirlerinin ötesine geçmiş, Orta Avrupa’da Macaristan’ı, Doğu Avrupa’da da bugünkü Batı Ukrayna topraklarını idaresi altına almıştır. Buralarda kendisine bağımlı ve sıkı denetim altında tuttuğu tampon devletçikler kullanmıştır (üç Hıristiyan prenslik - Eflâk, Boğdan, Erdel; ve bir Müslüman ülke – Kırım Hanlığı). Ancak bu vasal devletçikleri korumak uğruna (Avusturya’dan, Polonya’dan ve Rusya’dan) sonu gelmeyen savaşlara mecbur kalmıştır.
Balkan Yarımadası: Avrupa’nın Güneydoğusunda yer alan, yaklaşık 500,000 km2 yüzölçümüne sahip toprak parçasıdır. Doğuda Karadeniz ve Marmara Denizi, güneyde Ege Denizi, batıda Adriyatik ve İyon Denizleri ile kıyısı vardır. Kuzeydeki karasal sınırı tartışmalıdır: coğrafyacılara göre Tuna nehri (Karadeniz’den Belgrad’a kadar) ile batıdan gelerek ona  dökülen Sava nehri doğal sınır çizgileridir. Tarihçilere göre ise Adriyatikte Trieste liman şehrinden Karadeniz kıyısındaki Odesa liman şehrine çekilen tasarılı hat daha gerçekçidir. Yarımadanın batı kısmı (Batı Balkanlar) daha dağlık, doğu kısmı (Doğu Balkanlar) verimli ovalalara sahiptir. Bunları ayıran kuzey-güney hat (Belgrad-Selânik) Morava ile Vardar nehirlerini takip eder. Siyasi olarak günümüzde 11 bağımsız [Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Karadağ, Bosna-Hersek tamamen; Türkiye, Romanya, Sırbistan ve Hırvatistan kısmen] Balkan ülkesi sayılır [Slovenya, Macaristan, Moldova ve Ukrayna ilişkili ülkelerdir], fakat çoğunlukla yüzölçümleri küçüktür. Avrupa’nın en parçalanmış bölgesidir – 19. ve 20. yüzyıllarda Büyük Devletler tarafından, etnik, dil, din ve kültür temelinde kışkırtılmış, milliyetçilik uğruna çok kan dökülmüştür (siyasi literatürde “balkanlaştırma” olarak bilinir). Fakat tarihsel süreç içerisinde büyük imparatorluklar bütün yarımadayı birleştirerek, gümrükleri ve sınırları kaldırarak yüzyıllar süren barış ve refah dönemleri de sağlamışlardır:

Roma İmparatorluğu (M.S. 2-3 yy, “Pax Romana”);
Bizans [= Doğu Roma İmparatorluğu] (M.S. 5-6 ve 11-12 yy, “Pax Byzantina”);
Osmanlı İmparatorluğu (M.S. 15-17 yy, “Pax Ottomana”) [“pax”= barış].
 
            Edirneli bir grup tarihsever, Balkanlarda ve Avrupa’da Osmanlının izlerini sürmek ve yüzyıllar boyunca bir çatı altında yaşamış olduğumuz ülkeleri ve halklarını görmek amacıyla, Edirne çıkışlı bir dizi geziler düşündük. Her yıl farklı istikamette ve gidiş-dönüş farklı yollarda, birer haftalık turlar planladık. Prensip olarak da Nisan sonu- Mayıs ortası günlerini uygun seçenek bulduk. Grubumuzun ağırlığı emekli öğretmenler ve öğretim üyeleri idi. Yaş ortalamasına bakarak sadece gündüzleri otobüsle yol kat etmek, geceleri hotellerde yorgunluk atmak, erken yatmak ve erken kalkarak yola koyulmak, fazla yaya yürüyüşüne yeltenmemek gibi ön tedbirlerimizi belirledik. Gideceğimiz istikametleri, Avrupa fetihlerini başlatan Sultan 1. Murad’ın “sağ kol”, “orta kol” ve “sol kol” gibi ananevi Türk tariflerine göre çizdik.
            Gezilerimizde tarih kadar coğrafyaya da yer verdik. Dağları, ovaları ve nehirleri uzaktan ve yakından görmek, geçitleri ve köprüleri kaydetmek, şehirleri panoramik dolaşmak veya mola vererek anıtsal bölümlerini adımlamak, özellikle Osmanlı eserlerinin bugünkü halini tespit etmek niyetindeydik.
İlk gezimizi 20-26 Nisan 2013 tarihlerinde “sağ kol” ile başlattık ve Edirne’den kuzeye giderek Balkan Dağları ile Tuna Nehri arasında kalan Tozluk, Gerlova, Deliorman ve Dobruca gibi, hâlâ yoğun Türk nüfusunun yaşadığı tarihsel bölgeleri hedefledik. Tuna nehrinin ötesine geçmedik, fakat Rusçuk’ta ve Silistre’de bu ulu nehrin sağ kıyısında bol bol dolaştık, hatta bu nehir üzerinde demirlemiş gemi-lokantada akşam yemeği yedik. Karadeniz’i boydan boya gördük. Dolayısıyla Türkün ülküsü, “akmam” diyen koca nehir (Tuna) ile “çırpınan” denizi (Karadeniz) görmemiş olanlar hayallerini gerçekleştirdiler.
            Sadece iki ülke ziyaret ettik (Bulgaristan ve Romanya). Dönüşte Karadeniz’in batı kıyılarını takip ederek tatil beldelerini (Mamaia, Albena, Zlatni Pyasatsi, Slanchev Bryag) ve turizm yatırımlarını müşahede ettik. Bu ülkelerin Türkiye ile karşılaştırılması aşağıdadır:
 
   Ülke     Yüzölçümü Nüfus   Türk        GSMH   Kişi başı      Din            Dil       Alfabe  Para      Tel.        
                   bin km2      milyon  nüfus     milyar $    gelir $                        ailesi                 birimi    kodu         
Bulgaria       111          7,3     588,000        51        7,033      Ortodoks     Slav       Kiril     Lev      +359     
Romania      238        20,1       67,500      192         9,000      Ortodoks     Latin     Latin    Lei         +40      
   Turkey         783        76,6                        789       10,660       İslam          Altay     Latin    Lira        +90  

Türkiye sınırları dışında en fazla Türk nüfus barındıran ülke Bulgaristan’dır (resmi rakamlara göre 588,000 kişi). Türkler genellikle kuzeydoğu Bulgaristan’da (Tozluk, Gerlova, Deliorman ve Dobruca bölgelerinde) ve güneydoğu Bulgaristan’da (Rodop Dağlarında) kompakt kitleler halinde otururlar. Romanya’nın ise sadece Dobruca bölgesinde (Tuna ile Karadeniz arasında) yerleşik Türkler bulunur (67,500 kişi). Tarihi Dobruca bölgesinin 1/3 kısmı (Güney Dobruca) bugün Bulgaristan sınırları içinde olup, 2/3 kısmı (Kuzey Dobruca) ise Romanya sınırları içinde kalmıştır. Gezimizin hedefi de Kuzeydoğu Bulgaristan’da bulunan Türklük bölgelerini gezip, onların doğal devamı olan Romanya’ya ait “Kuzey Dobruca” ile tamamlamaktır.
Gezimizin günlük güzergâhları, mola verilecek ve konaklanacak yerler, kat edilecek mesafeler şöyleydi:

1.gün: Edirne – Hamzabeyli/Lesovo sınır kapısından Bulgaristan’a giriş – Elhovo (tranzit) – Yambol’da mola – Gurkovo (Hainboaz Geçidi) – Veliko Tırnovo (konaklama). Toplam 240 km.

2.gün: Veliko Tırnovo’dan doğuya hareket (E772) – “Tozluk” bölgesi (Antonovo – Omurtag) – “Boaza” geçidi – “Gerlova” bölgesi (Tırgovişte’de mola) – Şumen’de öğle yemeği – “Deliorman” bölgesi (Razgrad’ta mola) – Ruse (konaklama). Toplam 256 km

3.gün: Ruse’den doğuya hareket (23 No.lu ulusal yol) – tekrar Deliorman (Kubrat – Zavet’ten sonra Demirbaba Tekkesine ziyaret – İsperih’te mola) – “Güney Dobruca” bölgesi (Dulovo tranzit – Silistre’de konaklama). Toplam 159 km

4.gün: Silistre/Ostrov sınır kapısından Romanya’ya giriş – “Kuzey Dobruca” bölgesi: [Köstence – Babadağ (Sarı Saltuk Baba Türbesi) – Köstence’ye dönüş] – Mamaia’da konaklama. Toplam 340 km

5.gün: Mamaia’dan güneye hareket (E87) – Vama Veche/Durankulak sınır kapısından Bulgaristan’a giriş – Kaliakra’da mola – Balçık’ta mola – Batova (Akyazılı Baba Tekkesi, Albena) – Altınkum (Zlatni Pyasatsi, Golden Sands) konaklama. Toplam 166 km

6.gün: Altınkum’dan hareket – Varna (şehir turu, mola) – Obzor Geçidi (E87) – “Slanchev Bryag” (Sunny Beach) tatil kompleksi – Nesebır (konaklama). Toplam 118 km

7.gün: Nesebır’dan hareket – Burgaz’da mola ve alış-veriş – 79 No.lu ulusal yol – Karapınar (Sredets) - Elhovo – Lesovo/Hamzabeyli sınır kapısından Türkiye’ye giriş – Edirne. Toplam 201 km

            Günde ortalama 211 km (nispeten az) ile yedi günde 1500 km (1480 km) civarında yol katedildi. Yaşlı turist grubu olmasına rağmen yorgunluk hissedilmedi ve önemli sağlık sorunları çıkmadı.

 

 

Harita üzerinde güzergâhımız (kırmızı çizgi)

           

            20 Nisan 2013, Cumaresi sabahı, erken saatlerde Edirne’den kuzeye doğru hareket ettik. Nispeten yeni (2009-da) hizmete alınan “Hamzabeyli sınır kapısı”na 40 dakikada ulaştık. Çok iyi kalitedeki 42 km’lik asfalt yol, Lalapaşa ilçe merkezini çevreden dolanıyor ve sınır hattındaki Hamzabeyli köyünün 3 km batısındaki yepyeni gümrük-pasaport kontrol binalarında sonlanıyordu. Türk tarafı da, Bulgar tarafı (Lesovo) da yerleşim yeri dışında, geniş ve açık alanda inşa edilmişlerdi. Sağ tarafta, Türkiye-Bulgaristan sınırını belirleyen Derbent Tepeleri’nin zirvelerinde gözetleme kuleleri ve tel örgüler göze çarpıyordu. Bu tepeler Istranca Dağı’nın batı uzantıları sayılıyordu. Tunca nehri ise 6 km batıda derin “Karanlık Dere” [veya “Darkaya”] kanyonunda kaldığı için görünmüyordu. Optimal sürede ve sorunsuz Türk ve Bulgar gümrüklerinden geçtik ve hızla kuzeye yöneldik. Bulgar tarafına adını veren Lesovo köyü (eski adı Urumyeniköy) yolun 1 km batısında ve Tunca kanyonunun doğusunda kalmış, ormanlarla çevrili büyükçe bir yerleşim yeriydi (“les”= orman). Elhovo’ya kadar 30 km’lik yol da sınır kapısına ulaşım için yenilenmiş ve ormanlık platodan geçiyordu. “Tunca masifi” diye bilinen bu engebeli arazi doğuda Istranca uzantıları, batıda ise Sakar Dağı’nın yükseltileri arasında yer alıyordu. Sakar’ın zirvesi Vişegrad (856 m) uzaktan sezilebiliyordu. Yol (7 No.lu ulusal asfalt) gittikçe alçaldı ve Tunca Nehrine yaklaştı.
 


Nehrin hemen sol kıyısında yer alan Elhovo (Kızılağaç Yenicesi, veya Yenice-i Kızılağaç) Bulgaristan’da ilk gördüğümüz ilçe merkeziydi (nüfus 9,300; rakım 106 m, Edirne’den uzaklığı 71 km). Tunca kenarında, hafif eğimli düz bir arazide yer alan bu kasaba, 1365 yılında Osmanlı’nın “sağ kolu” tarafından fethedilmişti [“Yenice” adı taşıyan tüm yerleşim yerleri Osmanlı Türkleri tarafından kurulmuştur]. Fetret Dönemi sonunda, 1422 yılında Sultan 2. Murat, amcası “Düzmece Mustafa”yı Edirne’den kaçarken burada yakalamış ve Edirne Kalesinin Yelliburgaz burcuna astırmıştı. Elhovo’nun Traklar döneminde “Orduca”, Roma döneminde “Orditsa ad Burgum”, Bizans yıllarında “Malo Kastra” adında küçük bir kalesi varmıştı. 1925 yılında bugünkü adını almıştır – “elha”= Noel ağacı, kızılçam. Daima Edirne’ye bağlı bir kaza olarak kalmıştı. Nehir kenarındaki mahalleleri, en az Edirne kadar Tunca taşkınlarından etkileniyordu, fakat nehrin karşı tarafında yerleşim yoktu, ormanlık bir mesire yeri vardı. Çevre yolu bulunmasına rağmen, otobüsten inmeden yavaş yavaş kasabanın ana caddesinden geçtik ve genel bir izlenim edindik. Türkiye sınırına çok yakın olduğu için Türk nüfus hiç kalmamıştı (sistemli olarak iç bölgelere veya Türkiye’ye göç ettirilmişlerdi). Dolayısıyla cami de göremedik.



 

Elhovo (Kızılağaç Yenicesi) ilçe merkezinden görüntüler         

 

 

Tunca Nehri (Tundzha): Antik çağlarda “Tonzos” adıyla bilinen 390 km uzunluğundaki bu nehrin (ortalama debisi 39,7 m3/s) son 40 km’si Türkiye topraklarındadır ve Edirne’nin hemen güneyinde Meriç nehriyle birleşir. Edirne’mizin en içli dışlı olduğu bu akarsuyu, Balkan sıradağlarının Orta kesimindeki (Central Balkan) en yüksek zirvenin [2376 m’lik Yumrukçal (Botev) tepesi] güney yamaçlarından, 1940 m’lik rakımdan doğar, şelâleler yaparak Kalofer kasabasına iner. [İki dağ arasında dar bir olukta yer alan bu kasaba, ünlü Bulgar devrimci ve milli şair Hristo Botev (1849-1876)’in doğum yeridir. Bu nedenle Yumrukçal tepesine onun adı verilmiştir]. Doğu istikametinde akmaya başlayan Tunca nehri, Balkan sıradağları ile güneyden onlara paralel seyreden Sredna Gora (Karacadağ) arasında kalan vadide [Tunca Vadisi = Gül Vadisi], Sliven hizasına kadar  125 km doğuya doğru akar. Bu kısımda iki büyük baraj gölü [Koprinka ve Jrebçevo] sulama ve regülasyon amaçlı inşa edilmiştir. Karacadağ’ın alçalarak kaybolması üzerine, 90 derecelik dirsek (“zavoy”) yaparak güneye yönelir, Yambol şehrinin içinden ve Elhovo kasabasının kenarından geçer, Srem köyünden itibaren 25 km’lik “Darkaya” kanyonuna girer (son 12 km’si Türkiye-Bulgaristan sınırıdır), Suakacağı köyümüzün kuzeyinde iki tarafı Türk topraklarında akarak Edirne’ye ulaşır.
            Nehrin “Tonzos” adını Türkler “Tunca” şeklinde modifiye etmişler ve Bulgarlar da bu söylenişi benimsemişlerdir. Bu nehir, M.Ö. 460 – M.S. 46 aralarında kesintili hüküm süren Odrisi Krallığı’nın (Odrysian Kingdom) çekirdek arazisi sayılmış ve zengin altın rezervlerini Tunca kumlarını yıkayarak elde etmişlerdir.

                                                                      Tunca nehri 

 

         Elhovo’dan sonra dümdüz bir arazide Tunca nehrine paralel kuzeye doğru devam ettik. Derin yatağındaki akarsu pek görünmüyordu. Kullanılmayan bir demiryolunun raylarını otlar bürümüştü. Bu uçsuz bucaksız verimli ovaya Tunca Ovası deniyordu ve “Yukarı Trakya Ovası”nın bir parçasıydı. Sağ tarafımızda ise uzaklarda sıra sıra tepeler seziliyordu – Bakacık Tepeleri (Bakadzik Hills). 40 km sonra Yambol il merkezi göründü.
           Edirne İline kuzeyden komşu olan Yambol (Yanbolu) şehrinin ortasından Tunca nehri geçiyordu. Hatta şehrin bir kısmı, nehrin kolları arasında kalan ada üzerindeydi. Bugünkü nüfusu 68,000, rakım 135 m, Edirne’den uzaklığı 110 km, Karadeniz kıyısından 93 km batıda kalıyordu. Başkent Sofya’yı Karadeniz kıyısındaki Burgaz’a bağlayan otoban (A2) inşaat halindeydi ve şehrin epeyi kuzeyinden geçiriliyordu.


Şehir çok eski tarihlidir – Roma ve Bizans kaynaklarında değişik isimlerle zikredilmiştir [Dianopolis, Diospolis, Diampolis, Dabilin, Ioanpolis]. Kavimler göçlerinde Peçenekler (1049) ve Kumanlar (1094) tarafından yağmalanmıştır. Bizans ile Bulgarlar arasında el değiştirmiştir. 1365 yılında Timurtaş Paşa komutasında Edirne’den yola çıkan “sağ kol” askerlerince kalesi muhasara edilerek teslim alınmıştır. O zamanki “Ioanpolis” adı Türkler tarafından “Yanbolu” şekline dönüştürülmüş, Bulgarlar da hâlâ “Yambol” şeklini kullanmaktadırlar. Arap seyyah İdrisî (1150) ve Evliya Çelebi (1667) şehri ziyaret etmişlerdir. Fetret döneminde Musa Çelebi bir müddet burada ikamet etmiştir (1410).



                                        İlk günkü güzergâhımız

Otobüsümüzü, tarihi merkez meydanına en yakın yerde park ettik ve yürüyerek meydana çıktık (motorlu araçlara kapalıydı). Meydanın ortasında büyük bir Bedesten [Veziriâzam Atik (Hadım) Ali Paşa tarafından 1501-1503 yıllarında yaptırılmıştı] restore edilmişti. Aynı meydanın kenarında ise Eski Cami [= Ebubekir Camii] ilginç mimarisi ve şerefeye kadar dörtgen minaresiyle dikkat çekmektedir. Erken Osmanlı mimari stilinde Mustafa Ağa tarafından 1373 yılında inşa edilmiştir ki, Edirne camilerinden daha eskidir ve Balkanlarda ayakta kalabilen en eski Osmanlı Camisidir [Kırklareli Hızırbey Camii (1383), Haskovo Eski Camii (1394), Edirne Yıldırım Bayezid Camii (1399)]. Fakat 16. yüzyılda ilâveler yapılarak genişletilmiş ve birçok onarım görmüştür. İlginçtir ki son esaslı onarım, Bedestenle birlikte, 1970-lerde Bulgaristan’ın komünist iktidar yıllarında gerçekleşmiştir (tarihi eser olarak İslâm dünyasına gösteriş mahiyetinde). Cami bugün ibadete açıktır. Yanbolu’da çok az Türk kalmıştır, fakat Roman asıllı Müslümanlar kalabalıktır.




Yambol şehri (havadan) ve Bedesten


Yanbolu’nun çok eski tarihli Osmanlı eserlerini gezip gördükten sonra, otobüsümüze bindik, Tunca köprüsünden nehrin batı yakasına geçtik ve Sliven yolunda ilerledik. Şehrin 7 km dışında, yüksek bir tepe (Tavşantepe) üzerinde Traklar döneminden kalma (M.Ö. 3 yy) müstahkem bir şehir harabeleri bulunuyordu – Kabile. Odrisi krallarından Spartok ve Skostok’a başkentlik yapmıştı, fakat M.S. 587 yılında Avarlar tarafından yıkılmıştı. Vakti zamanında Sultan 1. Murat Tavşantepe’ye çıkmıştı, lâkin bizim zamanımız kısıtlı ve ekibimiz yaşlı olduğu için tırmanmayı göze alamadık.





Yanbolu Eski Camii ve minaresi (1373)

Ulusal 53 No.lu yolda 22 km sonra ülkenin 6 No.lu (Sofya-Burgaz) önemli ulaşım yoluna ulaştık ve sol tarafa (batıya) yöneldik. Yanbolu’dan itibaren önümüzde duvar gibi yükselen heybetli Balkan Sıradağları’na yaklaşmıştık. Uzakta, 10 km ötede, dağların dibinde büyük bir şehir Sliven (İslimiye) net seçiliyordu, fakat gezi programımıza dahil etmemiştik ve hiç yaklaşmadık. Balkan Sıradağları ile Karacadağ (Sredna Gora) arasındaki “Gül Vadisi”nde batıya doğru 41 km ilerledik – sağ tarafta yüksek Balkan Dağları, sol tarafımızda alçak Karacadağ’ı (Sırnena Sredna Gora), zaman zaman Tunca nehrini ve Jrebçevo Barajını görebiliyorduk. Yaklaşık bir saat sonra Gurkovo sapağına ulaştık ve 6 No.lu yoldan çıkarak Gurkovo (Hainler) kasabasından geçtik ve Hainboğaz Geçidi’ne girdik.
 



            Balkan Sıradağları  (Bulgarlar ve Sırplar “Stara Planina”= Eski Dağ diyorlar) doğuda Karadeniz kıyısından başlayarak 500 km kesintisiz bir silsile halinde Sırbistan’daki Timok nehri vadisine kadar uzanıyordu. Batı ucu kuzeye kavis yaparak Bulgaristan-Sırbistan sınırını çiziyordu. Orta kısmı (Central Balkan) 2,000 m’nin üzerinde zirveleriyle ünlüydü. Bazı yazarlar burası için “Kocabalkan” deyimini kullanıyorlar, fakat Osmanlı tarafından iskân edilen ilk Türkmen aşiretler, İslimye’nin doğusunda kalan Doğu Balkan Dağlarına Kocabalkan demişlerdi. Çünkü bu kısım kuzeyden güneye genişlemiş (80 km), nispeten alçak 700 m’yi aşmayan ormanlık sırtlar, derin vadiler ve otlaklarıyla onları barındırmış ve geçindirmişti. Kadim Grekler bu dağ silsilesine “Aimos”, Romalılar da onlardan aktarma “Haemus” [= Hemus] deyimini kullanmışlardı. İlk fetihlerde görüntüsünden etkilenen Türkler “yalçın dağ” anlamında “Balkan” deyivermişler ve o gün bugün bütün dünya, hem sıradağlara, hem de sonradan Türk diyarı olan yarımadaya Türkçe kökenli bu ismi benimsemiştir.
            Balkan Sıradağları kuzeyden esen soğuk rüzgârlar ve yağmur bulutları için engel teşkil ediyordu. Her zaman Güney Bulgaristan’da günlük sıcaklıklar Kuzey Bulgaristan’a göre 4-5° daha yüksek olur. Kuzeyde yağmur veya kar yağarken güney günlük güneşlik olabilir. Fakat insanoğlu için bu sıradağların aşılması imkânsız olmamıştır. Tarih boyunca sayısız kabileler, mevcut 20 civarındaki doğal geçitleri kullanarak kuzeyden güneye geçmişlerdir. Askeri seferler için de güneyden kuzeye geçişler olmuştur (Osmanlı fetihlerinde olduğu gibi). En uygun ve düşük irtifalı geçitler Doğu Balkan Dağları’ndadır. Orta Balkan (Central Balkan) bölümünde ise en düşük irtifalı dağ geçidi “Hainboğaz”dır. 





Hainboğaz Geçidi 


Hainboaz Pass [uzunluğu 62 km, azami rakım 700 m, güney girişi Hainler köyü (bugün Gurkovo kasabası, rakım 310 m), kuzey çıkışı tarihi başkent Tırnova şehri (rakım 140-220 m)]. Eski tarih kayıtlarında pek söz edilmemesine rağmen yerli çobanlar tarafından bilinen patikalardan ibaretti. 2,000 m’ye yaklaşan zirveler arasında, küçük derelerin oluşturduğu bu doğal geçidin zemini dar, uçurumlu ve heyelanlı idi. Ağır ticari kervanlar ve askeri birlikler tercih etmiyorlardı. Kışın karlı, yazın sisli hava sürprizlerine açıktı. Bu nedenle Osmanlı “Hainboğaz” adını vermiş ve kullanmamıştı [Ünlü 93-Harbinde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) daha batıdaki “Şipka Geçidi”ne (rakım 1,190 m) ve daha doğudaki “Elena Geçidi”ne (rakım 1044 m) yüklenmişti].
         İkinci Dünya Savaşından sonra Bulgaristan’da kurulan komünist rejim, kendi propagandası için gençleri seferber ederek 1946-49 arası 20,000 gönüllüyü (“brigadiri”) meccane çalıştırarak, kazma kürekle Hainboğaz geçidine yol yaptırdı ve “Prohod na Republikata” (= Cumhuriyet Geçidi) adı verildi. Fakat denetimsiz ve kalitesiz inşa edilen yol sık sık bozuldu ve kapandı. Demokrasi döneminde köklü onarım gördü, adeta yenilendi. Günümüzde Merkezi Balkan Dağlarını aşmak için en kısa ve en uygun geçit sayılır: ağır taşıtlar, TIR’lar ve büyük otobüsler için tercih edilir (45 dakikada geçilebilir). Biz de açık ve güneşli havada, 62 km’lik asfalt kaplı iki şeritli yolu bir saatte kat ettik ve kendimizi Bulgaristan’ın en turistik ve tablo gibi manzaralı Veliko Tırnovo (Tırnova, 68,000 nüfus) şehrinde bulduk. Hemen hotelimize (Interhotel Veliko Tarnovo) yerleştik ve yaya yürüyerek bu otantik şehrin sokaklarını dolaşmaya çıktık. 




                Tırnova Kalesi önünde

Balkan Sıradağlarının kuzeye doğru kademeli olarak alçalan ve Tuna Düzlüğüne geçiş yapan sınırda yer alan bu şehir, Yantra ırmağının [eski çağlarda İatrus, toplam uzunluğu 285 km, kuzeye akar ve Tuna’ya dökülür] derin menderesleri arasında kalan üç tepeye konmuştu: Tsarevets (Çarlar Tepesi), Trapezitsa (Sofra Tepe) ve Sveta Gora (Kutsal Orman). Nehir kıyıları 140 m rakımda, fakat tepeler 220 m rakımda bulunduğundan evler ve sokaklar teraslar halinde amfitiyatral konumlanmıştı. Tarihi pek eskilere gitmiyordu: son kazılarda Bizans yıllarında (M.S. VI yy) küçük bir yerleşim olduğu, fakat İkinci Bulgar Devleti, 1185 yılında Bizans’a karşı ayaklanan ve 1187’de bağımsız çarlık ilân eden “Asen kardeşler” (İvan ve Petır - Kıpçak kökenli, Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmiş Kuman asilzadeleri) tarafından burada kurulmuş ve “Tırnovgrad” adını almıştı.



          Yantra nehrinin menderesleri arasında müstahkem Tırnova şehrinin rekonstruksiyonu



 
           Veliko Tırnovo ve Asen Kardeşler Anıtı (1985)


            Yaklaşık 200 yıl (1187-1393) İkinci Bulgar Devletine başkentlik yapan şehir, üç aylık bir kuşatma sonrasında, 17 Temmuz 1393 günü Emir Süleyman Çelebi’ye teslim olmuştu. Niğbolu Sancağına bağlı kaza merkezi olarak önemini kaybetmiş, tepelerdeki surlar, saraylar, kiliseler ve manastırlar bakımsızlıktan harabeye dönmüştü. 17. yüzyıldan sonra, önemli miktarda Müslüman nüfus şehrin alçak semtlerine yerleşmiş, camiler ve medreseler yapılmış, el sanatları (bakırcılık) ve ticaret gelişmişti. 1864’te Tuna vilâyetine bağlı sancak merkezi olmuştu. 1800 yılında Hacı Ali Ağa’nın yaptırdığı kurşun kaplı kubbeli büyük cami  Bulgaristan Prensliği kurulduktan sonra 1895 yıktırılmıştı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı başında Rus kuvvetleri tarafından işgal edilen şehirden Türkler kitleler halinde kaçmışlardı. Günümüzde az sayıda (2,000 civarında) Türk ve Müslüman Romanlar için mütevazi bir cami (Sveta Gora semtinde) ibadete açık tutulmaktadır.



    Tırnova: Kurşunlu Cami (1800)
    Felix Kanitz gravürü (1870)

 

Veliko Tırnovo: Restore edilmiş el sanatlar                             
çarşısı (Samovodska Çarşiya)


Berlin Konferansı (1878) kararıyla kurulan Osmanlı Sultanına bağlı Bulgaristan Emareti’nin (Knyajestvo) ilk Büyük Meclisi burada toplanmış ve “Tırnova Anayasası”nı kabul etmiş, fakat yeni başkentin Sofya olmasını kararlaştırmıştı. Buna rağmen tarihi eski başkent olduğu için kutsal şehir sayılmış ve 1965 yılında “Veliko Tırnovo” (= Yüce Tırnova) adı lâyık görülmüştür. [Bulgaristan’da “Malko Tırnovo” (= Küçük Tırnova) adında Istranca Dağlarında, Dereköy sınırına 5 km mesafede, ufak bir şehir daha vardır. Osmanlı yıllarında “Tırnovacık” olarak adlandırılmıştı].
           


            2.gün: Sabah 7’de kaltık, kahvaltımızı hotelde aldıktan sonra, 8’de yola koyulduk. Daha uzun bir yol ve daha yoğun bir program bizi bekliyordu. Tırnova’nın hemen güneyinden geçen ulusal 4 No.lu yola (E772 – başkent Sofya’yı Varna’ya bağlayan) viyadükler sayesinde katıldık ve doğuya yöneldik. Asfalt kaplamalı iki şeritli yol (otoban değildi), eskiden beri var olan yılankavi bir güzergâh izleyerek gittikçe tırmandı ve 500 m rakımlı bir yaylaya çıktı. İşte bu yayla eskiden Türklerin iskân ettiği Tozluk Yaylası idi.
 


            TOZLUK: Balkan Dağlarının kuzeyinde, Tırnova şehrinin doğusunda kalan bu engebeli yüksekçe yayla, ormanlık alanlar ile geniş çayırlar içeriyordu. Fetihten sonra, Osmanlı idarecilerinin Anadolu’dan sevk ettiği Yörük obaları bu bölgeyi beğenmişler ve yerleşmişlerdi. Çünkü koyun ve keçi sürüleri için elverişli otlaklar ve akarsular vardı, yöre bol yağış alıyor ve kış aylarında kar tabakası eksik olmuyordu. Hayvancılıkla geçinen bu insanlar ağıllara ve yol kavşaklarına, sürülerinin ihtiyacı olan “kaya tuzu” kalıplarından bol bol yerleştirmişlerdi. Bunun için bölgeye “Tuzluk” denmiş, sonraki yıllarda Bulgarlar “Tozluk” şekline dönüştürmüşlerdi (Ayrıca “Slannik”, yani “Kırağı alanı” deyimini de kullanıyorlardı).
            Bölge çok büyük değildi, fakat eskiden % 90’a ulaşan Türk müslüman nüfus barındırmıştı. Coğrafi olarak Tırnova’nın doğusundan (Tırnova hariç) Osmanpazarı’na kadar 70 km genişliği, güneyde Sakar Balkan’dan (bugün Lisa Planina, zirvesi 1054 m) [Çıtak köyü, bugün Tiça], kuzeyde Konak (Konak derbent) köyüne kadar yaklaşık 50 km’lik bir alanı kaplıyordu. Bazılarına göre bu platonun alçalan kuzey uzantıları Popköy’e (bugün Popovo kasabası) kadar uzanıyordu. Osmanlının ilk kayıtlarında (1485) “Alakilise nahiyesi” diye geçiyordu. 1500 yılı civarında çevre köylerden Arabacı Osman adında birisi, güneyden gelen Kazan Geçidi’nin (bugün “Kotel Pass”, 75 km uzunluk, 700 m rakım) ulaştığı yol çatağına bir han kurmuş. Zamanla hamam, saat kulesi, su çeşmeleri, camilerle yerleşim büyümüş, 5,000 nüfusu ile pazar yeri ve bölgenin idari merkezi haline gelmiş – Osmanpazarı kazası (1642): 73 Türk köyü ile 2 Bulgar köyü [Konak ve Çıtak].  

Vakti zamanında Tozluk Yaylası’ndan geçirilen Sofya-Varna karayolu, o zamanki hız imkânlarına göre, ormanlar arasından kıvrılarak gidiyor, fakat yerleşim yerlerinin içinden geçmiyordu. Sağda ve solda kalan köyler için sapaklardaki tabelalardan bilgilenebiliyorduk. Tozluk yöresinin en büyük köyü Yaylaköy (bugün kasaba statüsünde Antonovo, 1,400 nüfus, 433 m rakım) hakkında da sapak tabelasından haber aldık. Tırnovo’dan 78 km sonra Yaran Ovası’na doğru alçaldık ve sağ tarafta kalan ünlü Türklük merkezi Osmanpazarı şehrinin amfitiyatral görüntüsünü otobüsten seyrettik.

                                                  Osmanpazarı (Omurtag) şehri

 Omurtag (Osmanpazarı) şehri (nüfus 7,000, rakım 525 m) takip ettiğimiz ana yolun güneyinde kalıyor ve Tozluk platosunun eteklerinde teraslar şeklinde yükseliyordu. Kavşaktan ayrılan bir yol, şehrin içinden geçerek, güneydeki Kayınlık Ormanlığını takip ediyor, Kazan (Kotel) Geçidi’ni aşarak Güney Bulgaristan’a (Sliven’in doğusunda, “Petolıçka” (the Pentacle, Beşyol ağzına) ulaşıyordu. Bu geçitteki yol günümüzde iki şeritli ve asfalt kaplamalı olup, ağır taşıtlara müsait hale getirilmiştir. Osmanlı döneminde kurulan Osmanpazarı, özellikle XIX yüzyılda Kuzey Bulgaristan’ın en büyük hayvan pazarı haline gelmiş ve kaza merkezi statüsü kazanmıştır (8 cami, 7 han, birkaç medrese). Burada yetişen âlimler arasında Şeyh İsmail Niyazi Efendi (öl. 1894) zikredilmeye değerdir. Fakat 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinde çok zarar görmüş, yakıp yıkılmış ve Türklerin çoğu göç etmişti. 1934 yılında şehrin adı değiştirilmiş ve “Omurtag” olmuştu [Birinci Bulgar Devletinin güçlü hükümdarı Omurtag Han’a  (hd. 814-831) ithaf edilmişti]. Sistemli olarak Türkçe coğrafi adları değiştiren Bulgarlar, kökenlerindeki Türki asıllı Bulgar Türklerinden, imar faaliyetleriyle ünlü bir hükümdarı tercih etmişlerdi.

            Omurtag sonrası yol kuzeydoğu istikametine yöneldi, gittikçe alçaldı ve düzlük bir ovada yol almaya başladık. Fakat uzaklarda ormanlarla kaplı alçak dağlar da seziliyordu. Burası artık başka bir Türklük diyarı “Gerlova” (veya Gerilova) sayılıyordu.

                                             Osmanpazarı'nda bir Türk evi (XIX yy’dan)


GERLOVA: Tozluk’tan daha geniş alan kaplayan Gerlova, adı üstünde alçak (ortalama 150-300 m rakımlarda) düzlükleri ve tarıma elverişli toprakları kapsıyordu. Tozluk ile arasında belirgin coğrafi sınır olmamasına rağmen temel fark rakımdan (500 metrelik yayla / 150 metrelik ova) ve geçim kaynağı (hayvancılık / tarım) yanında, burada oturanların örf ve adetlerinden kaynaklanıyordu.        


                                                             
Gerlova’dan peyzaj

 

Dar anlamda, “asıl Gerlova” güneyde, dağların ortasında, nispeten küçük bir yüksek ovadır (650 km2). Bir kasaba (Vırbitsa, 3,300 nüfus, rakım 430 m) ve 21 köy bulunur. Kamçı Suyu (“Golyama Kamchiya” veya “Tiça”, eskiden “Panissos”) buradan geçer, kuzeydeki “Derbent Boğazını” (Preslav Pass) aşar, eski başkent Preslav (Eski İstanbulcuk) harabeleri yanından geçer, 191 km doğuya akar ve Karadeniz’e dökülür. 2005-2010 yılları arasında inşa edilen sulama amaçlı “Ticha Reservoir” Gerlova ovasının ortasında olup, Bulgaristan’ın sayılı büyük baraj göllerindendir. Ovayı güneyden sınırlayan Kotel-Vırbitsa Balkanı ise 900 m rakımda “Söğütlü Geçidi” (Varbitsa Pass) ile aşılırdı ve Kuzey-Güney Bulgaristan arasında yüzyıllar boyunca ticari ve askeri önemini korumuştu. Halen haritalarda 7 No.lu yol olarak gösterilse de motorlu taşıtlara kapatılmıştır. Eskiden at arabaları, yaya ve süvari askerler için kullanılmış, fakat günümüz otomobil ve kamyonların sürat ve güvenlik ihtiyacını karşılayamamaktadır (dar, uçurumlu, fazla virajlı). Terk edilmiş ve satıh kaplaması bozulmuştur.

            Bugün kasaba statüsünde olan Vırbitsa köyü, dağ sırtının “geri” tarafındaki (kuzey) yamacında yer aldığı için ovaya hakim konumda olunca, bu düzlüğe “Geri-ova, Geril-ova” denmiş, sonradan Gerlova olmuştur [Yerli Bulgarlar da halen bu deyimi “Gerlovo” şeklinde kullanıyorlar]. Önceleri Virbiçe olarak anılan bu yerleşim yeri sonraları “Köpekköy” olmuştur (yılda bir kez yapılan köpek dövüşleri ünlüdür).

Kırım topraklarının Rusya tarafından işgal edilmesiyle Gerlova yöresi Giray Hanlar ailesine arpalık olarak tahsis edilmiş (1770) ve onların soyundan gelen insanlar halen buralarda ikamet ederler [Ne yazık ki, 1985’te Bulgar milliyetçileri ahşap mimari şaheseri olan çokkatlı Giray Hanlar Konağı’nı yaktılar].

Geniş anlamda “Gerlova bölgesi” ise, Vırbitsa’dan 60 km kadar kuzeye devam eden ovaları kapsar ve Deliorman sınırlarıyla bütünleşir. Balkan Dağlarının güneydoğudan kuzeybatıya yönelik alçak bir uzantısı (Derbent Balkanı, Sarıbaba Tepesi, 620 m) bu bölgeyi ikiye ayırır. Güneyde Kamçı Suyu, kuzeyde Vrana nehri bu ormanlık sırtı yararak kuzeydoğu ovanın güneyinde birleşirler. Dolayısıyla bölgenin akarsu drenajı Karadeniz’e akaçlanır [Tozluk dereleri ise kuzeye, Tuna Nehrine doğru akarlar].

            Gerlova’nın Türklerle iskânı Tozluk yöresinden daha sonra olmuştur. Anadolu’daki kitlesel Alevi isyanlarından ders alan Osmanlı yönetimi, çok sayıda Alevi Türkmenlerini Urumeli’ne geçirerek uzak bölgelere, Sünni Türkler ile yerli Bulgarlar arasına yerleştirmiştir. Çalıkavak (Riş) Boğazından geçirilen bu oymaklar, güneyden kuzeye doğru Gerlova’da, Deliorman’da ve Tuna boylarında uzun yıllar sükunet içerisinde oturmuşlardır. Bugün de Bulgar idaresi altında kalan ve Türkçe konuşan Gerlova sakinleri arasında mezhep farkları belirgindir. Sünni olanlar öbürlerine “kızılbaş” derler, Aleviler ise Sünni olanları “yezid” olarak tanımlarlar, kız alıp vermezler, fakat kan dökmezler (Deliorman’da ve Dobruca’da da böyledir).

                                                             XIX yüzyılda Eskicuma

Bölgenin en büyük şehri ve idari merkezi Eskicuma veya Cuma-i Atîk (1934’ten beri Tırgovişte, Pazaryeri, “tırgoviya”= ticaret, kökünden) şehri (nüfus 43,000, rakım 170 m) Gerlova’nın kuzeydoğu ovasında, Vrana nehri kıyısına 16. yüzyılın ikinci yarısında (en eski kayıt 1573 tarihli) Türkler tarafından kurulmuştur. Önce Şumnu kazasına bağlı nahiye iken, sonra Osmanpazarı kazasına bağlanmıştır. Fakat stratejik konumu (doğuda Şumnu 41 km, batıda Osmanpazarı 24 km, güneyde Preslav 25 km, kuzeyde Deliorman’ın merkezi Razgrad 36 km) ve Cuma günleri kurulan hububat, canlı hayvan ve zanaat pazarı sayesinde hızla gelişmiş ve Osmanpazarı’nı geçmiştir. Bugün Tırnovo ile Şumen arasında müstakil bir il merkezidir ve Bulgarların nüfus oranı Türkleri geçmiştir. “Targovishte” şarap fabrikası ünlü bir marka olmuştur.

     

                                          Tırgovişte’de (Eskicuma’da) Saat Camii (1722)

Türkiye Cumhuriyeti’nin Bulgaristan’daki en büyük yatırımı sayılan Trakia Glass (Şişe Cam) fabrikaları şehrin kuzeyinde Vabel sanayi bölgesinde geniş alan kaplamaktadır. Fabrikaların batısında, Lilyak Platosu ormanlık alanında, Kız Ana Tekkesi (Momino, Kızana köyünde) ve biraz kuzeyde Koca Doğan (Golyamo Sokolovo) köyünde Hüseyin Baba Türbesi Alevi-Bektaşi kültürünün eserleridir.

 

                                            Tırgovişte Trakia Glass Şişe Cam Fabrikaları

                                                Momino köyünde Kız Ana Tekkesi


Osmanpazarı’nı uzaktan izledikten 12 km sonra ünlü Boaza (Türkçe “boğaz”dan gelir) kanyonunda (Vrana nehrinin oluşturduğu doğal geçit) daha 6 km yol aldık ve Eskicuma düzlüğüne çıktık. Bağlar ve bahçeler arasından geçerek şehir merkezine ilerledik ve Osmanlı döneminden kalan 1722 tarihli Saat Camii’nin (1806’da Mollazâde Ali Bey yeniden inşa etmiş) önünde durduk. İbadete açıktı, fakat Pazar günü olduğu için içeri giremedik. Yanındaki saat kulesi yıkılmıştı (1873 Tuna Vilâyeti salnamesindeki 17 cami, 1 tekke, 6 medrese, 1 hamam da ortada yoktu). Kısa bir moladan sonra ana yola çıktık ve Şumnu’ya yöneldik.

            Verimli bir düzlükte seyrediyorduk, fakat önümüzde ve arkamızda öbek öbek yükseltiler görünüyordu. Bunlar Balkan dağ silsilesinden kopuk platolar olup, 30-40 km çapında ve 300 m‘ye kadar dik yükseliyorlardı. Üstleri düz ve ağaçlıktı – Türkler “Sırtlar” (Bulgarlar da halen “Surtove” diyorlar) diye adlandırmışlardı. Aralarında kalan düzlük ovalar tarıma açılmıştı. Coğrafyacılar ise “Pred-Balkan” (Ön-Balkan, Fore-Balkan) terimini benimsemişlerdir [batıdan doğuya doğru Lilyak Platosu (azami rakım 517 m), Şumnu Platosu (502 m), Madara Platosu (431 m), Pravadı Platosu (389 m), Avren Platosu (322 m, Karadeniz’e ulaşır) dizilmişlerdir].

Önümüzdeki Şumnu Platosunu kuzeyden dolandık ve Şumen (Şumnu, Şumla, nüfus 75,500, rakım 184 ilâ 230 m arasında) şehrinin sanayi banliyöleri belirdi [Kısa bir süre 1949 – 1955 yılları arasında “Kolarovgrad” denmişti. Komünist rejimin ikinci adamı Vasil Kolarov burada doğmuştu]. Bugünkü şehir kuzeydoğudan platonun içine doğru sokulan ve gittikçe daralan üçgen biçimli vadide akan Poroyna (Bokluca) deresinin iki yakasında konumlanmıştı. Üçgenin bittiği yerde, dereyi besleyen ünlü tatlı su kaynaklarının (Köşkler) yanından serpantin bir yol platonun üstüne çıkıyordu. Roma ve Bizans hakimiyeti yıllarında burada küçük bir kale inşa edilmişti. Kuzeyden gelen ve M.S. 681 yılında Birinci Bulgar Devletini kuran Proto-Bulgarlar bu kaleden gözetleme amaçlı yararlanmışlar, fakat ilk başkentleri Pliska’yı (Aboba) 25 km kuzeydeki düzlük araziye kurmuşlar, sonra 893 yılında ikinci başkentleri Preslav’ı (1993’ten beri “Veliki Preslav”, Osmanlı yıllarında “Eski İstanbulcuk”) Şumnu’nun 25 km güneyine taşımışlardı. Şumnu Platosu daima onların görüş alanı içinde kalmıştı. Bu nedenle 1981 yılında (Bulgar Devletinin kuruluşunun 1300. yıldönümü şerefine) platonun kenarına abartılı büyük, uzaklardan görülebilen dev bir beton anıt yapmışlardı. Şumen adı ise Slav kökenli “uğultulu, gürültülü” demektir, çünkü bu ağaçlık plato kuzeyden esen rüzgârlarla sürekli uğulduyordu.

                                         Bulgar Devletinin Kurucuları Anıtı (1981)

                                                      Şumen (Şumnu) ana caddesi

Çandarlı Ali Paşa’nın 1388 tarihli Balkan Dağlarının kuzeyine ilk askeri seferinde, Şumnu kalesi çatışma olmadan alınmış, fakat daha sonra iade edilmişti. Beş yıl sonra Tırnova Bulgar Devleti tamamen ilhak edilince (1393), Şumnu Kalesinin muhafazasına küçük bir birlik bırakılmış. 1444 yılında vuku bulan Varna Haçlı Seferinde, Varna’ya doğru giden Haçlı Ordusu tarafından 24 Ekim 1444 tarihinde Şumnu Kalesine taaruz edilmiş, üç gün boyunca umutsuzca karşı koyan ve teslim olmayan  50 Türk askeri topyekûn şehit olmuştu. Haçlıların tahrip ettikleri kale ve yerleşim bir daha platonun üstündeki yerinde yeniden inşa edilmemiş. 200 m aşağıdaki vadide akan derenin iki yanına, aynı adlı küçük bir yerleşim yavaş yavaş gelişmeye başlamış (1479 tahrir defterinde 74 Hıristiyan ve 11 Müslüman haneli). 1500’den sonra Niğbolu Sancağına bağlı 2,000 nüfuslu kaza merkezi olmuş (Rumeli Beylerbeyi Yahya Paşa “Eski Cami”yi yaptırmış). 1651’de Evliya Çelebi 10 cami, 7 mektep, 1 han, 1 hamam ve 300 dükkândan bahsediyor. Şehrin gelişmesi ve büyümesi 18. yüzyılda hızlanmış (1730’da Kilek Camii ve Büyük Çifte Hamam; 1744’te Şerif Halil Paşa Külliyesi (cami, medrese, kütüphane) inşa edilmiş. Halk arasında “Tombul Cami” olarak bilinen barok tarzı, kurşun kaplı büyük kubbeli bu cami halen Bulgaristan’daki en büyük, en gösterişli geç dönem Osmanlı eseridir.

                                   Şumnu: Şerif Halil Paşa Külliyesi [Tombul Cami] (1744)

Osmanlı-Rus Savaşlarının 18.-19. yüzyıllarda Balkanlara doğru sarkmasıyla, birden Şumnu önemli müstahkem ordugâh merkezi haline gelmiş, 50,000 askeri alabilecek ordu karargâhı olmuştur [17 Mart 1790’da Veziriazam ve Serdar Cezayirli Hasan Paşa burada ölmüş (77 yaşında)  ve Bektaşi Tekkesi haziresine gömülmüştür]. 20,000 nüfus (% 53 Müslüman), 40 cami, 8 medrese, 11 tekke, 5 hamam yanında, tabyalar, kışlalar, depolar ve askeri hastane inşa edilmiştir. Rusların ilerlemesine karşı 19. yüzyılda dörtlü savunma kalesi [Şumnu, Varna, Rusçuk ve Silistre] teçhiz eden Osmanlı, “Tuna Ordusu”nun komuta merkezini Şumnu’ya kurmuştur. Gerçekten de Edirne’ye (1829’da) ve İstanbul’a (1878’de) kadar gelebilen Rus orduları Şumnu Kalesini ele geçirememişler [Tırnova’dan Şipka geçidini, Plevne’den Orhaniye geçidini kullanmışlardır], ancak ateşkes ve barış imzalandıktan sonra kale sulhen boşaltılmıştır.

                

        








Şumnu: Nüvvab Medresesi önünde (2013’te İmam Hatip Lisesi idi)                              

 

           Şumnu Saat Kulesi ve Saat Camii

         (Cami 1960-lı yıllarda yıktırılmıştır)

Türklüğün dirençli bu kalesi, Bulgaristan Prensliğinin sınırları içinde kalmasından sonra da Türklerin eğitim ve kültür merkezi olmuş, Türkçe muallimler ve din adamları burada yetişmiştir – Medresetü’n-Nüvvab (1922-1946) Tozluk, Gerlova, Deliorman ve Dobruca Türklerine, bütün Bulgaristan’daki Türklere dil ve din eğitmenleri yetiştirmiştir.

            Şumnu’da verdiğimiz iki saatlik mola esnasında Tombul Cami’yi gezdik ve hemen karşısındaki eski Nüvvab Medrese binasını gördük [şimdi İmam-Hatip Lisesi olarak hizmet veriyordu]. Eski Türk Çarşısına kadar yürüdük ve burada turistlere hitap eden pastane ve “mehana” (Türkçe “meyhane”den türetilmiştir) dedikleri geleneksel ev yemekleri sunan lokantalarda karnımızı doyurduk. Akabinde yeniden yola koyulduk, Şumnu’yu terk ederek geldiğimiz E772’de 10 km geri döndük ve Deliorman’a yönelen E-70 yoluna girdik.


DELİORMAN: E-70 asfaltı, sapaktan sonra 100 km kuzeybatıya giderek bizleri Tuna kıyısına ulaştıracaktı. “Kavi Pehlivanlar Diyarı” Deliorman’a girmiş bulunuyorduk. Fakat sağımızda solumuzda ormanlık alan pek görünmüyordu. Osmanlı fetih yıllarında uçsuz bucaksız sık ormanlarla örtülü imiş, fakat buralara iskân edilen insanlar, geçimleri için sürekli tarım alanları açmışlar ve bugün sadece koruma altına alınan “tabiat parkları” dışında gür ormanlık alan kalmamıştı.  


                                           
Deliorman: Koruma altında “tabiat parkı”

            Deliorman, siyasi veya idari bir bölge olmamıştı ve sınırları hiçbir zaman çizilmemişti. Millât’tan önceki yıllarda, Geta’lar diye bilinen, Trakların ve Dakların akrabası sayılan savaşçı kabilelerin saklandıkları geniş yapraklı, karışık (meşe, gürgen, akçaağaç, ıhlamur, v.b.), geçit vermeyen ormanlarla kaplı, Ön-Balkan Platolarından (Şumnu, Madara) Tuna’ya kadar uzanan engebeli bölgeye antik yazarlar “Binbir Ağaç Diyarı” demişlerdi [Günümüzde Geta hükümdarlarının mezar-tümülüsleri şaşırtıcı zenginlikleriyle ortaya çıkarılmakta]. Karasal bir yöre olduğu için Karadeniz’e ulaşmaz (40 km içeride sonlanır), Tuna Nehri ile de sınırı yoktur (20 km içeride kalır).     



                                                      
Deliorman’dan tipik manzaralar

 

M.S. 7. yüzyılda kurulan Birinci Bulgar Devletinin sınırları içinde kalmıştı. 12. yüzyılda Kumanlar ilk kez “Teleorman” (Kıpçak Türkçesinde) deyimini kullanmışlardı [Tuna’nın kuzeyinde, Romanya sınırları içerisinde de hâlâ başka bir Teleorman bölgesi (Bükreş’in batısında) mevcuttur]. Osmanlı fetihlerinde “Ağaç Denizi” veya “Divâne Orman” denmiş, sonradan Deliorman deyimi oturmuştur (1595). Bulgarlar harfiyen tercümesini “Ludogorie” (“lud”= deli, “gorie”= ormanlık) kullanmaktalar.

          Geçtiğimiz önceki yörelere (Tozluk ve Gerlova) göre, Deliorman hem daha geniş, hem de daha yoğun Türklük yerleşimi idi. Bugünkü sınırları “Şumnu-Rusçuk-Varna” üçgeni içerisinde kalıyor, fakat bu üç büyük şehir Deliorman’dan sayılmıyordu [Şumnu – Kocabalkan geçitlerinin toplandığı Ön-Balkan kalesiydi; Rusçuk – Tuna kıyısında serhad kale idi; Varna – Karadeniz kıyısında liman-kale idi]. Şumnu-Rusçuk arası 100 km; Şumnu-Varna arası 100 km ve Varna-Rusçuk arası 160 km olup, 5,000 km2 alan ve ortalama rakım 300 m olan son derece engebeli karstik bir plato sayılırdı. Akarsular derin kireçtaşı-kumtaşı vadiler oluşturmuşlar, ya Tuna nehrine (Lom nehri ve kolları), ya Varna Göllerine (Pravadı suyu) akıyor, ya da geçirgen zeminde yeraltında kayboluyorlardı. Aslında bu plato, kuzeydeki daha geniş Dobruca Platosu’nun bir uzantısı idi ve jeolojik Balkan dağ oluşumunda sıkışmış ve derin engebelenmişti. 

Deliorman’ın belirleyici özelliklerinden biri de etnografik insan populasyonudur (antropolojik tip ve konuşulan lehçe karakteristiktir). Sarışın, renkli gözlü ve açık tenli, iri yarı deliormanlılar yanında, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz vücutlu deliormanlılar da vardır. Çoğunluğu Osmanlı fethinden önce, Karadeniz’in kuzeyinden gelip yerleşen  “gacallar” [Peçenek, Uz (Oğuz), Kuman (Kıpçak) asıllı] oluşturuyordu. Osmanlı fethinden sonra Anadolu’dan iskân edilen “çitaklar ve manavlar” da [Yörükler, Alevi Türkmenler] yörenin diğer insan kaynağı olmuştu. Deliormanlıların bağımsız ve isyankâr ruhu Edirne’deki taht mücadelelerinde (15. yüzyıl) olduğu gibi, sonradan Kırkpınar Başpehlivanlık güreşlerinde de önemli rol oynamıştır.

            Bulgaristan küçük bir ülke olduğu için bir il (“oblast” diyorlar) merkezinden başka bir il merkezine bir saatte ulaşılabiliyor. Şumnu’dan çıktıktan bir saat sonra Razgrad’a vardık – 48 km’lik düzgün asfaltlanmış  yolun fazla yokuşları ve virajları yoktu. Çevredeki bahar yeşili tarlalar gözleri okşuyordu, öbek öbek koruluklar bir zamanların deli ormanını anımsatıyordu.

            Razgrad (Osmanlı döneminde Hezargrad, nüfus 30,000, rakım 270 m) Deliorman’ın göbeğinde, Ak Lom nehrinin suladığı bereketli bir ovanın kenarında konumlanmıştı. Roma İmparatorluğundan kalma “Abritus” kentinin harabeleri arkeolojik park olarak ortaya çıkarılmış, fakat Osmanlı tarafından 1530 yılında kurulan Hezargrad bunların dışında yer almıştı.

                                Razgrad modern kent merkezi ve İbrahim Paşa Camii (1535)

                                                          Razgrad Saat Kulesi (1864)

1388-89 kış aylarında Çandarlı Ali Paşa bölgeyi ele geçirirken buralarda şehir boyutlarında yerleşim yokmuş. 16. yüzyıl başlarında Balkan Dağlarının kuzeyine sürülen Aleviler Deliorman’ı mesken tutmuşlar. Abritus harabelerinin çevresinde ise Hıristiyan köyleri varmış. Mezhep dağılımını dengelemek için Veziriazam Makbul İbrahim Paşa 1527-1535 arası Sünni ağırlıklı kadılık merkezi bir kent oluşturmak için büyük bir cami etrafında külliye kurmuş, Anadolu’dan getirttiği 1,000 çadırlık Sünni Müslüman hanesini yerleştirmiş ve Hıristiyan köylerini, vakfiyesine bağlı mahalle yapmış – önceleri “Yenice” denmişse de, zamanla “binlerin şehri” Hezargrad [Farsça “hezar”= bin; Bulgarca “grad”= şehir] adı popüler olmuş. Batılı seyyahlar telâffuzda zorlanmışlar ve “Hasgrad, Hrasgrad, Rasgrad” şeklinde yazıp durmuşlar. Bulgaristan Prensliği kurulunca “Razgrad” deyimi kesinleşmiş. 1542’de Ahmet Bey Camii de inşa edilmiş ve kaza merkezi olmuş. 1651’de Evliya Çelebi ziyaret etmiş. Tuna Vilâyeti valisi Mithat Paşa buradan ilk tren yolunu (Rusçuk-Varna) geçirmiş ve 1764 tarihli eski Saat Kulesini yıktırıp bugünkü Saat Kulesini yaptırmış (1864). 1810 ve 1828-29 Osmanlı-Rus savaşlarında şehir tahrip edilmiş. 1878 Berlin Antlaşmasıyla Bulgaristan’a bırakılmadan önce Hezargrad’ın nüfusu 10,400 imiş (% 66 Müslüman), 11 cami, 2 medrese, 4 tekke, 1 hamam, 608 dükkân varmış.

Razgrad: İbrahim Paşa Camii   
(1930)

                                                   1980’den beri “sözde onarılacak” olan

                                                     caminin cümle kapısı önünde (2013)

Otobüsümüzü uygun bir yerde durdurduk ve motorlu araç trafiğine kapalı şehir merkezini yaya dolaştık. Bulgaristan’daki en büyük Osmanlı eserlerinden olan ünlü İbrahim Paşa Camii acınacak haldeydi – her yeri yıkık dökük, pencereler kırık, kapısına zincir vurulmuş, senelerdir sözde onarılacak “tarihi eser” imiş. Bulgaristan’da Osmanlı camilerini dolaşmak iç karartıcı – tarihi eser dokunulmazlığı altında kendiliğinden yıkılmasını bekliyorlar, restorasyon var diye tabela asıyorlar, 20-30 yıl böyle sürdürüyorlar, olmazsa yeni imar planı çıkartıp ya yol geçiriyorlar, ya da meydan genişletiyorlar. Moralimiz bozuk şekilde otobüsümüze bindik ve Tuna kıyısındaki Rusçuk’a doğru E70 yolundan devam ettik.

 

TUNABOYU:  Tuna nehri kıyısından itibaren 20-30 km genişliğe ulaşan karasal şerit için tercih edilen tarihi ve coğrafi deyim. Halk ağızlarında ve türkülerinde de sıkça kullanılır. Bazı topografik ve etnografik özellikleri vardır. Tuna nehrinin Bulgaristan’a ait sağ kıyısı genellikle su seviyesinden daha yüksek (bazen 100 ilâ 300 m) olup, sadece Tuna’ya dökülen dere ağızlarında alçalır. Su seviyesi mevsimsel kabardığı için (bazen 5-6 m) gemi ve kayıkların rıhtımları basamaklı teraslar şeklinde yükselir.

           Rusçuk: Teraslı kıyı bandı                       


Rusçuk: Şehrin ana meydanı

Tunaboyu’nda oturan insanlar balıkçılık, nehir taşımacılığı ve ticaretle iştigal ederler (buradan da zenginleşirler), açıkgöz ve girişimci olurlar. Dil ve din karmaşası içinde hoşgörülü davranırlar (kozmopolit). Özellikle Deliorman ve Dobruca Platolarına sınır teşkil eden yerlerde (Rusçuk, Tutrakan, Silistre) bu husus daha belirgindir. En düşük seviyedeki inşaatların dahi su düzeyinden 10-20 m yukarıda ve sağlam zeminde olması şarttır. Nehir kabarmaları insanları buna mecbur etmiştir.

            Razgrad-Rusçuk arası 64 km olduğundan bir saat yolculuktan sonra platonun sonuna yaklaştığımızı hissettik: önümüz boydan boya açık, ufuk ötesi nispeten alçak bir düzlük (Romanya’ya ait Eflâk Ovası) ve yokuş aşağı iniş Deliorman’dan çıktığımızın ve Tunaboyu’na inmekte olduğumuzun kanıtıydı. Biraz  sonra ulu nehir Tuna’nın geniş maviliği (İstanbul Boğazından daha geniş) ve büyük bir şehrin betonarme binaları gözüktü. Tuna Vilâyetinin merkezi (1864-1878), “Osmanlının Viyana’sı” ve batılılaşmanın simgesi, bugünkü Bulgaristan’ın dördüncü büyük kenti gözlerimizin önünde serildi. Hemen hotelimizi bulduk ve yerleştik. Yarım saat dinlendikten sonra (aslında sadece 255 km yol kat etmiştik, fakat Tozluk, Gerlova ve Deliorman’da Osmanlı eserleri peşinde heyecanlı ve yorucu saatler geçirmiştik) kısmen otobüsle, kısmen yaya olarak Rusçuk şehir turuna çıktık. Akşam yemeğini de simgesel olarak Tuna suyu üzerindeki gemi-restoranlardan birinde gerçekleştirdik ve çok mutlu olduk.

                                                        Rusçuk: Bedesten Camii ve Saat            

  Kulesi (1919’da yıktırılmışlardır



                                                 Rusçuk: Mirza Sait Paşa Camii (1839) ve                         

                                                            İmam Hatip Lisesi (sağda)


Ruse (Osmanlı yıllarında Rusçuk) [Nüfus 142,000 (2013), rakım 45 m] Osmanlı yönetiminden Bulgaristan’a 1878’de devredilen en büyük ve Avrupaî imar edilmiş şehirdir. Roma İmparatorluğu döneminde, M.S. I. yüzyılda “Prista sexaguinta” [Altmış gemilik liman] olarak kurulmuştur. Romalılar Tuna nehrini kendi topraklarının doğal sınırı (“limes”) kabul ediyorlar, kuzeyden saldıran barbarlara karşı savunmak için kaleler ve savaş gemileri için barınaklar (“prista”) inşa ediyorlardı. Yıllar sonra Osmanlı İmparatorluğu da Tuna nehrini serhad kabul etti, kaleleri yeniledi ve “İnce Donanma”yı devreye soktu. Kavimler Göçü asırlarında Prista Sexaguinta yerle bir edildi (bugünkü şehir merkezinin güneyinde harabeleri bulundu). Osmanlı bu kıyıları fethederken (1393, Yıldırım Bayezid) sadece ufak bir balıkçı köyü vardı. Karşı tarafta Cenevizli tüccarların kurduğu “San Giorgio” adındaki önemli ticaret limanına Romenler “Giurgiu” (okunuşu Curcu), Bulgarlar “Gürgevo” derken Türkler “Yergöğü” (Yurgüu telâffuzundan) dediler ve buradaki kaleyi ele geçirerek “Yergöğü öteyaka” adıyla 1828’e kadar muhafız gücü (132 asker) bulundurarak Eflâk Voyvodalarını denetim altında tuttular. Bulgar tarafındaki yerleşime “Yergöğü beriyaka” dediler, küçük bir kaleye sadece 11 muhafız koydular. Fakat Eflâklılar, Latince kökenli bir dil (bugün “Rumence” diyoruz) konuştukları için “Ruse” veya küçültme şekli “Rusiko” [1444’te Vlad Dracul’un (“Şeytan Voyvoda”) raporunda geçer] deyip sık sık hücum ederek yağma ediyorlardı. Latince’de “rus” kelimesi [= küçük yerleşim, mezra, kır] anlamı taşır. Beriyakadaki Bulgarlar onlardan “Ruse” deyimini, Türkler de küçültme “Rusiko” şeklini “Rus-çuk” (1479 Niğbolu Sancağı defteri) olarak benimsediler. 18. yüzyıla kadar küçük bir kale olarak kaldı. Fakat 1773’ten sonra, Osmanlı-Rus savaşları buraya kadar ulaştı ve kale büyütüldü, askerle doldu, nüfusu ve stratejik önemi arttı. 1806’da Tirsinikli İsmail Ağa saat kulesini yeniledi, 1808’de Alemdar Mustafa Paşa (“Rusçuk Ayanı” olayı) İstanbul’a yürüdü, 1870’te tabyalar yapıldı, toplar yerleştirildi [30 cami (günümüzde sadece Mirza Sait Paşa Camii ayakta ve ibadete açık), 2 han, 2 hamam, 4 kilise, 1 sinagog, 23,000 nüfus].

 

   Rusçuk: Kaliopa Evi (1864)

  Rusçuk Kalesi: Levent Tabya (1820)

Rusçuk’ta Tuna kıyısındaki kordon boyunda Vali Mithat Paşa tarafından metresi Kaliopa’ya hediye edilen evi ziyaret ettik. Orijinal mobilyaları ve mefruşatı ile korunmuş olan ev, “19. yüzyıl kent yaşamını” gösteren müze olarak takdim ediliyordu. Havanın kararması nedeniyle, Osmanlı Kalesinden kent dışında kalan” Levent Tabya”yı gidip göremedik. 159 m yüksekteki Sarı Bayır tepesine inşa edilen, yeni 210 m’lik Televizyon Kulesi’nin dibinde kalan bu tabya 1972’den beri restoran ve şarap mahzeni olarak kullanılmaktaydı.

 

3. gün:

 

Her gün olduğu gibi, yine erken kalkıp kahvaltımızı hotelde yaptık ve saat 8’deyola koyulduk. Bugün daha kısa (159 km) bir mesafe kat edecek, Türklerin yoğun olduğu Deliorman ve Dobruca’nın kırsal bölgelerini [Kubrat, İsperih ve Dulovo kasabalarını] ziyaret edeceğiz. Geldiğimiz yoldan 5 km geri gittik ve ilk sapaktan sola, 23 No.lu şehirlerarası yola girdik ve doğu istikametine yöneldik. 150 yıl önce Tuna Vilâyetine valilik yapmış olan Mithat Paşa’nın 1864-66 arası inşa ettirdiği Rusçuk-Varna demiryolunu [Osmanlı eseri, Bulgaristan’ın en eski demiryolu, hâlâ kullanılmakta] çaprazladık ve bölge köylüsüne modern tarım örneğini göstermek için kurduğu “Numune Çiftliği”ni (“Obraztsov Çiftlik”) yoldan işaret ettik. Tetova’dan sonra tekrar Deliorman yöresine girmiş olduk ve Kubrat (Balbunar) şehrini (nüfus 6,300, rakım 201 m) otobüsten seyrettik (Rusçuk’tan 52 km).

Kubrat (Balbunar) Belediye Binası


Yabani Şakayık (Paeonia Peregrina)

Osmanlı döneminde adı Balbunar köyü imiş. Osmanlı vesikalarında ilk olarak 1624 yılında zikrediliyor, fakat yerli efsaneye göre erken Osmanlı yerleşmesi esnasında (15. yüzyılda) kurulmuş. Kötü ve açgözlü bir derebeyi bölgedeki tüm su kaynaklarını kapatmış, sadece birini bırakarak çevredeki köylülere para karşılığı satmaya başlamış. Buradan çok kâr ettiği için “ballı pınar” anlamında Balbunar denmiş (söz konusu pınar bugünkü kasaba merkezinin 1,5 km uzağında bulunuyormuş). Avrupa’da doğal yetişen tek yabani şakayık (Paeonia Peregrina) alanı kasabanın yakınlarında bulunuyormuş, koruma altına alınmış, çiçek açtığı Mayıs başında festival düzenleniyor ve  bölge insanı ile yurtdışından botanikçiler toplanıyormuş [biz Nisan sonunda gelmiştik ve festivali bekleyemezdik]. 1934 yılında Kubrat adı verilmiş [“Büyük Bulgarya” Devletinin hükümdarı ve Tuna Proto-Bulgar Devletinin kurucusu Han İsperih’in (= Asparuh’un) babası olan “Han Kubrat” onuruna], 1949’da şehir statüsü ile ilçe merkezi olmuş.

     Demir Baba Tekkesi

       Demir Baba Türbesi ve sandukası


Kubrat-İsperih arası bölge “asıl Deliorman” sayılıyor ve Aleviler (Bulgarlar “Aliani” diyorlar) çoğunluktalar. Asıl Deliorman’ın kutsal merkezi ise Demir Baba Tekkesi. Kubrat’tan 24 km sonra yol tabelasını gördük, asfaltlanmış dar orman yoluna girdik. Gerçek bir deli orman içinde, muteşem asırlık ağaçlar altında 4 km ilerledik ve asfalt yol bitti. Sağ tarafta iki katlı, hotel benzeri bir orman evi (“Ahinora”), sol tarafta geniş bir meydanlık (otopark, çeşme, tuvaletler) göze çarpıyordu, fakat tekke görünmüyordu. Tabelalar yokuş aşağı inen, kısmen basamaklı bir patikayı işaret ediyordu. Yüz metre aşağıda, derin bir dere vadisinde tekkenin kubbeli ve külahlı türbesi seçilebiliyordu. Yaşlılar ve cesaret edemeyenler yukarıdan izlemekle yetindiler, diğerleri bu zorlu patikayı takip ettik. XV. yüzyılda yaşamış ve Kanuni Sultan Süleyman’ın seferlerine savaşçı Bektaşi dervişi olarak katılmış, iri yapılı güçlü ermiş kişi imiş. Pehlivanların pîri kabul edilen Hasan Demir Baba’nın heybetli sandukası sekizgen planlı türbe içinde idi, fakat alâmetleri iki katlı türbedar evine alınmış ve müze şeklinde sergilenmekteydi. Avluda “Beşparmak pınar” (Kutsal ayazma) denilen su kaynağı mübarek ve şifalı kabul ediliyordu. Her yıl Mayıs ayında (19 Mayıs) burada törenler düzenleniyor, güreşler yapılıyor, adaklar sunuluyordu. Rumeli Bektaşiliğinin en önemli ziyaretgâhı sayılıyordu.

            Tekke deresinin derin vadisinin karşı tarafında Sveştari (Mumcular) köyü arazisinde bir tümülüs kazılmış ve Traklara ait çok zengin bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Önemli arkeolojik buluş olduğu için bütün dünyadan turist akınına uğruyordu. Otobüsümüzün geçebileceği yol bulunmadığı için gidip göremedik.

            Deliorman’ın göbeğinde yer alan uhrevî Demir Baba Tekkesine iki saat zaman ayırdıktan sonra 23 No.lu ulusal yola döndük ve 10 km doğudaki İsperih (Kemallar) şehrine (nüfus 8,000; rakım 241 m, Rusçuk’tan 86 km) vardık. Şehrin otogarı çok hareketliydi ve herkes Türkçe konuşuyordu. İstanbul’dan ve Bursa’dan gelen-giden otobüsler görülüyordu. Otogar büfesinde demli Türkiye çayları servis ediliyordu. Bir saat ihtiyaç ve yemek molası verdik. Bektaşi Kemal Baba tarafından XV. yüzyılda kurulmuş olan Kemallar köyü, önemli bir yol kavşağında (Razgrad-Silistre yolu ile Rusçuk’tan gelen 23 No.lu yol) bulunduğu için büyümüş ve gelişmiş (Razgrad’tan sonra Deliorman yöresinin ikinci büyük yerleşim yeri olmuştu), 1934’te adı “İsperih” olarak değiştirilmiş (Tuna Proto-Bulgar Devletinin kurucusu Han Asparuh adının farklı telâffuzu), 1960’ta şehir statüsü ve ilçe merkezi olmuştu. Güzel bir park içinde Han İsperih (= Asparuh) atlı heykeli göze çarpıyordu.

 
İsperih (Kemallar) şehir merkezi


İsperih’ten sonra 23 No.lu yol kuzeydoğuya yöneldi ve 33 km sonra Dulovo (Akkadınlar) şehrine [nüfus 6,400; rakım 237 m] vardık. Bu ilçe merkezi artık Dobruca yöresinde yer alıyordu ve Silistre İline bağlı idi. Akkadınlar köyü hakkındaki en eski Osmanlı belgesi 1573 tarihliydi (100 Türk ve 25 Bulgar hânesi zikrediliyordu). 1879’da ilçe olmuş, 1942 yılında adı “Dulovo” olarak değiştirilmiş [Tuna Proto-Bulgar Devletini kuran hükümdarların mensup oldukları “Dulo” ailesinden], 1960 yılında şehir statüsü tanınmıştı. Biz mola vermeden tranzit geçtik ve otobüsten izlemekle yetindik.

Dulovo (Akkadınlar) şehir merkezi

Burası da yoğun bir Türklük yerleşimiydi, fakat insanların giyim kuşamı, tutum ve davranışları Dobruca’ya özgü farklılık hissettiriyordu. Çevrenin fiziki coğrafyası da değişmişti: dalgalı bir düzlük, ovalar ve tarlalar çoğalmış, ağaçlık alanlar azalmıştı.



DOBRUCA: Gezimizin en son ve en geniş bölgesine [Bulgarlar: Dobrudzja; Romenler: Dobrogea] farkına varmadan girivermiştik. Bu düzlük, deniz seviyesinden 200-300 m yükseklikte bir plato idi. Doğuda Karadeniz'e dik inen yarlar, batıda Tuna Nehrinin su düzeyine inen eğimli yamaçlar bu seviye farkının göstergesiydi. Üçte biri (Güney Dobruca) Bulgaristan sınırları içinde, üçte ikisi (Kuzey Dobruca) Romanya sınırları içinde kalmıştı [bu iki ülkenin Dobruca’yı paylaşamaması geçmişte (1913 ve 1916-1918) savaşlara neden olmuş, halen de iki tarafın faklı söylemleri ve iddiaları bulunmakta. Tuna nehrini doğal sınır olarak tartışmıyorlar, fakat Dobruca’yı bölen bugünkü 139 km’lik karasal sınırı Romenler kabullenemiyorlar, Bulgarlar da savaş hatıralarını canlı tutuyorlar. Kavga çıkmasın diye NATO’ya (2004) ve Avrupa Birliğine (2007) birlikte alınmışlardı, fakat Shengen bölgesine ve Euro bölgesine henüz alınmamışlardır.


                                                          Dobruca’dan manzaralar   

            Dobruca’nın kuzey sınırını yine Tuna Nehri oluşturur: kuzeye akarken doğuya 900 dirsek yapar ve Karadeniz’e doğru akan kısmı ile deltası da bu sınıra dahildir. Güney sınır ise belirsiz ve tartışmalıdır – kademeli olarak Deliorman ile devam eder. 1913 yılındaki Bükreş Antlaşmasıyla Güney Dobruca’yı da Romanya topraklarına katarken siyasiler ve diplomatlar çok tartışmışlar, bölge köylülerine gidip sormuşlar “siz Deliormanlı mısınız, yoksa Dobrucalı mı?” diye. “Dobruca nerede biter, Deliorman nerede başlar?” Nesiller boyu buralarda oturanlar bilememişler, çelişkili cevaplar vermişler. Çaresiz masa başında afakî bir sınır çizmişler: Karadeniz kıyısında Varna’nın 20 km kuzeyinden, Tuna kıyısında Tutrakan’nın 10 km güneyine zikzaklı bir hat geçirmişler. 27 sene (1913-1940; aslında 25 sene, çünkü 1916-18 arası Bulgaristan tüm Dobruca’yı işgal altında tutmuş) var olan bu sınır komşu köyleri ve tarlaları birbirinden ayırmış, fakat yerli insanlara sınır geçme kolaylıkları da tanımışlar. Sınırın güneyine halk “eski Bulgarya” demiş.

               Kuzey-güney yönünde 250 km, doğu-batı yönünde 60 ilâ 140 km arasında değişen, 22,500 kmalan kaplar (Türkiye’nin Trakya bölgesi kadar). Güney Dobruca 7,700 km2, Kuzey Dobruca 14,800 km2 dir. Roma İmparatorluğu zamanında “Scythia Minor” (Küçük İskitya) adı altında serhat eyalet olmuş ve sürgün yeri sayılmıştır. Roma’dan Tomis liman kentine (bugün Köstence) sürgün edilen “Ovidius”, sadece Latin edebiyatının değil, dünya edebiyat tarihinin en ünlü şairlerindendir. Bizans hakimiyet yıllarında ise “Paristrion (Tuna boyları) Thema”sına dahil edilmiş.

              Aslında çağdaş coğrafyacılar Dobruca’yı Avrasya steplerinin batıdaki son uzantısı kabul ederler ve “kara toprak” (çernozem) örtüsüyle tahıl (buğday, arpa, çavdar, yulaf) üretimi için olağanüstü verimlidir. Tarihte Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları için daima “tahıl ambarı” sayılmıştır. Bu geleneksel tahıllara son yüzyıllarda mısır ve ayçiçeği (gündöndü) de eklenmiştir. Kısa ve cılız dereler haricinde, yüzey akarsuları yoktur, çünkü platonun tortul kayaç (kumtaşı ve kireçtaşı) yapısı geçirgendir. Susuzluk çeken Dobrucalılar derin kuyulardan kovalarla, evleri ve hayvanları için içme suyu tedarik ederler. Fakat Karadeniz’in kuzeyinden gelen ilkbahar ve sonbahar yağmurları ekili arazileri doyurur ve taşkın sellerle 10-50 m derinliğe ve 100-500 metre genişliğe ulaşan “kuru dere” yatakları (kanyonlar) oluştururlar.

Dobruca'da "kuru dere" yatağı 

Engelsiz düzlük olduğu için bu topraklar sayısız kavimlerin istilâsına uğramış, ilk Proto-Bulgar (Pra-bılgari) Devleti burada kurulmuştur. Osmanlılar buralara ayak bastıklarında adını önce “Dobrice”, sonra “Dobruca” koymuşlar, çünkü Bulgar ve Eflâk krallarından yarı-bağımsız bir Gagauz Beyliği (Karvuna Despotluğu) sahil bandında hüküm sürüyormuş. Ve bu beyliğin başında Dobrotitsa (Dobrotiç) adında Türkçe konuşan, fakat Hıristiyan olan bey bulunuyormuş. Osmanlı-Rus Savaşlarında savunmasız kalan bu düzlükler çok zarar görmüş, sivil halk büyük zayiat vermiştir. 500 yıl yekpare Osmanlı toprağı kaldıktan sonra, 93-Harbi ile kaybedilmiş ve Berlin Antlaşmasıyla (13 Temmuz 1878) Romanya ile Bulgaristan arasında paylaşılmıştır. O zamanlar nüfusun % 75’i Müslüman (Türk, Tatar, Çingene) imiş. Periyodik göçler sonrası Müslüman nüfus günümüzde % 10 düzeyine gerilemiştir. Osmanlı Devletinin en kahredici antlaşması (Küçük Kaynarca Antlaşması, 21 Temmuz 1774) burada imzalanmıştır [bugün sınırın Bulgaristan tarafında, Silistre İline bağlı Kaynarca köyü].

Dulovo’dan sonra 7 No.lu ulusal yola girdik ve 40 km kuzeye gittikten sonra yol alçalmaya başladı. Platodan Tuna kıyısına doğru inişe geçtik, nehir ve Silistre kenti aşağıda gözüktü. Fakat kente ulaşmadan önce, sağ taraftaki Televizyon Kulesine giden tali yola girdik ve söz konusu kulenin dibinde “Mecidiye Tabyası”na (yapımı 1846, Sultan Abdülmecit zamanı) ulaştık. Yıkık halde iken 1970 yılında özenle resore edilmiş, özel müze statüsünde, işletmesi Bulgar ordusundan emekli bir subaya ihale edilmiş. Bu beyefendi de girişte para alıyor, bilet kesiyor, rehberlik yapıyor, fakat tabyaya ve çevre düzenlemesine iyi bakıyor. Bu tabya Bulgaristan’da en iyi korunmuş Osmanlı askeri eseridir.


 

                                            Silistre: Mecidiye Tabyası ve Televizyon Kulesi

Tabyayı gezdikten sonra ana yoldan, Silistre şehir merkezinde konaklayacağımız hotele ulaştık ve yerleştik. Bir saat sonra şehir turuna yaya olarak çıktık. Silistre (Bulg: Silistra; Esk. Durostorum; Durostolon; Drıstır; bugünkü nüfus 31,000, Türkler % 10; rakım 20 m) Tuna nehrinin sağ yakasında daha Romalılar devrinde kurulmuş, “Durostorum” adında (Lat: “durus”= sert, kavi; “sto,stare”= durmak) çok önemli ticari ve askeri liman olmuş, “Scythia Minor” Eyaletinin merkezi sayılmıştır. Barbar istilâlarında yıkılmış yakılmış ve tekrar inşa edilmiş, çünkü Tuna nehrinin kanallara ve bataklıklara ayrılmasından önceki son sağlam sert zemindir. Bu nedenle Bulgar ve Eflâk iktidarları döneminde “Silistra” (Lat: “silex, silicis”= sert zemin, sert kaya, çakmaktaşı) adı kullanılmaya başlanmıştır.   

                                           Silistre: Tuna kıyısında Durostorum harabeleri

                                                        Silistre: Tunaboyu Parkı

    Çandarlı Ali Paşa ilk defa 1388’de bu kaleyi ele geçirmiş, Mihaloğlu Firuz Bey ilk Sancakbeyi olmuş ve Osmanlılar “Silistre” ismini benimsemişlerdir. Osmanlı döneminde birinci derecede önemli serhat kalesi, gümrük tahsilatı en yüksek tüccar şehri olmuştur. Koskoca “Özi Eyaleti”nin (Kırım’dan Edirne’ye kadar) Beylerbeyi merkezi imiş, fakat Eflâklıların ve Rusların saldırılarına sürekli hedef olmuştur. 1873 Salnamesine göre 8,000 nüfus (% 62 Müslüman), 13 cami [Bayraklı Camii (Selim Paşa Camii) 1838’de inşa edilmiş, 1941’de Bugarlar yıkmışlar; Kurşunlu (Mecidiye) Camii (1846’da yapılmış, hâlâ şehir merkezindedir), 3 hamam, 4 kilise, 1 sinagog bulunmakta imiş.

       

                                                        Silistre: Bayraklı Cami (1838)
                                                              (1941'de yıktırılmıştır)

                                                         Silistre: Kurşunlu Cami (1846)

Kırım Savaşında Silistre kalesi iki ay dayanmış ve Ruslar geri çekilmek mecburiyetinde kalmışlar [Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” adlı oyunu]. 1878 Berlin Konferansında Dobruca bölününce, sınır Silistre’nin tam kenar sokağından geçirilmiş ve bundan sonra küçülerek stratejik değerini yitirmiş, fakat halen il merkezidir. Akşam yemeğini hotelimize çok yakın “Humbata” Restoranda yedik (bodrum katı Osmanlı eseri olan “Humbarahane” imiş. Merdivenlerden yer altına inerek muazzam kalın duvarlar ile ayrılan hücreleri gördük).

4.gün: Mutad alışkanlığımızla saat 8’de hotelden ayrıldık ve 10 dakika sonra Silistra/Ostrov sınır kapısındaydık. Bulgaristan ve Romanya AB üyesi oldukları için aralarındaki sınır noktaları birleştirilmiş, tek bir yerde pasaport ve gümrük kontrolü yapılıyor. İki memur yan yana oturmuş, önce biri pasaportlara çıkış damgası vuruyor, yanındakine uzatıyor, o da giriş damgası vuruyor. Bulgardan çıktık, fakat Romen pasaport memuru Edirne Yunanistan Konsolosluğundan aldığımız Schengen vizelerine itiraz etti. Tam iki saat dil döktük ve Bulgarların yardımıyla güç belâ Romanya’ya girebildik. Girmesine girmiştik, fakat iki saat gecikme programımızı alt üst etti – mecburen Tuna Deltası ile Tulça, İsakça ve Maçin şehirlerinin ziyaretini iptal ettik.  

 
                                                                  4. günkü güzergâhımız

                                                            Romanya'nın Ostrov sınır kapısı

Romanya Dobruca’sındaki 146 km’lik 3 No.lu ulusal yol, bizi Tuna kıyısından (“Ostrov” köyünün Osmanlı dönemindeki adı “Bucak”) Karadeniz kıyısındaki Köstence’ye iki saatte ulaştırdı. Önce kıvrıla kıvrıla Dobruca platosuna yükseldik ve sol tarafta aşağılarda kalan Tuna nehrini şaşkınlıkla izledik: birkaç kola ve sayısız ara kanallara ayrılmış, kilometrelerce uzanan adalar gür yeşilliğe bürünmüş, iki tarafına küçüklü büyüklü göller dizilmişti - Balta (Bataklık). Yani tek bir Tuna’dan bahsetmek mümkün değidi [Nehrin kabardığı bir mevsimde, ilk defa Eflâk’a buralardan akın yapmaya kalkışan Osmanlı askerleri bu uçsuz bucaksız bataklıklarda çaresiz kalmışlar ve büyük zayiatla, atlarını terk ederek geri dönmüşlerdi].

ROMANYA (Romania): Topraklarının az bir kısmı Balkanlarda, çoğu Doğu Avrupa’da sayılır. Yüzölçümü 238 bin km2 , nüfusu 19,5 milyon’dur. Önemli azınlıklardan % 6,5 Macarlar, % 3,3 Çingeneler, % 2 Ukraynalılar. Türkler % 0,15 (32 bin) ve Tatarlar % 0,11 (24 bin) eski Osmanlı toprağı olan Dobruca’da (Köstence ve Tulça İlleri) yaşarlar, başkente ve bazı büyük şehirlere de göç etmişlerdir. “Romania” oldukça yeni bir devlet adıdır (1866’dan itibaren). Daha önceleri bu topraklarda birbirinden ayrı üç prenslik (voyvodalık) hüküm sürüyor ve aralarında mücadeleler eksik olmuyordu:

    1) Wallachia (Osm: Eflâk); 1394-1859 arası 465 yıl Osmanlı vasalı

    2) Moldavia (Osm: Boğdan); 1457-1859 arası 402 yıl Osmanlı vasalı

    3) Transylvania (Osm: Erdel); 1541-1699 arası 158 yıl Osmanlı vasalı

1859 yılında Eflâk ve Boğdan müşterek tek voyvoda seçerek birleşmişler ve “Memleketeyn” (Ar: İkili memeleket) adıyla Osmanlıya bağımlı olmaktan çıkmışlar. 1866’da “Romania” adını almışlar. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında, Rusya’nın müttefiki olmuşlar ve Plevne kuşatmasına katılmışlar (Romen ordusunun ilk savaş zaferi olarak takdim edilir). Savaş sonrasında Osmanlı’dan alınan Kuzey Dobruca ile deniz limanlarına (Köstence, Mankalya) kavuşmuşlar ve bağımsız krallık ilân etmişler. 1913’te İkinci Balkan Savaşını başlatarak aniden Bulgaristan’a saldırmışlar ve Güney Dobruca’yı da topraklarına katarak deniz sahillerini Ekrene’ye (bugün Kranevo) kadar genişletmişler. Fakat Birinci Dünya Savaşında Bulgaristan Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yaparak 1916-18 arası iki yıl bütün Dobruca’yı işgal etmiş (“Dobruca cephesi”nde Bulgarların yanında müttefik olarak Osmanlı askerleri de Romenlere karşı savaşmış ve çok sayıda Osmanlı askeri şehit olmuştur. Dobriç şehrinde ve Tutrakan yakınlarındaki askeri şehitliklerde ay-yıldızlı mezar taşları hâlâ görülebilir). Fakat İttifak Devletleri savaşı kaybedince Bulgaristan bütün Dobruca’yı Romanya’ya bırakmış (27 Kasım 1919, Neuilly Antlaşması), lâkin 21 yıl sonra, hem Romanya’yı, hem Bulgaristan’ı kendi yanına çekmek isteyen Hitler’in baskısıyla Güney Dobruca kısmı Bulgaristan’a iade edilmiştir (7 Eylül 1940, Craiova Antlaşması).

Silistre-Köstence yolu asfaltlanmıştı, fakat gidiş-geliş iki şeritli, antik çağlardan kalmış tarihi bir güzergâhtı, Osmanlı yıllarında da kullanılmıştı. Yolun ortalarında, Romenlerin Adamclisi dedikleri köye ulaştığımızda, tarlalar arasında 0,5 km sol tarafta yükselen ilginç bir anıt göründü. Büyük Roma İmparatoru Traianus M.S. 101-102 yıllarında Daçiyalıları burada yenmişti. Bunun anısını ölümsüzleştirmek için muazzam yüksek (40 m) bir anıt-kompleks inşa ettirmiş (Lat: “tropaeum”= zafer takı), yanına şehir kurarak, bütün Küçük İskitya’yı kontrol eden bir askeri lejyon yerleştirmiş (M.S. 109). Asırlar sonra, 1398 civarı buraları fetheden Osmanlı, yıkıntı haldeki anıtın temellerinde kabartmalar ve mozaikler görünce kilise zannetmiş, “Adam Kilise” diyerek yerleşmiş [“Adam” herhalde imparator Traian oluyor] ve tarlalara sahip çıkmış. Romenler nadiren Osmanlı toponimlerini değiştirirler, “Adamclisi” demekle yetinmişler. Fakat kendilerini Romalıların kültürel mirasçısı olarak gördükleri için 1977 yılında anıtı sil baştan yenilemişler. Zamanımız kısıtlı olduğu için uzaktan seyretmekle yetindik.

                                                   "Tropaeum Traiani Adamclisi" Anıtı 

Köstence’ye varmadan önce, Murfatlar kasabası yakınlarında “Tuna-Karadeniz Kanalı”nın üzerinden geçtik [Verimli kullanılmayan kanalı (uzunluk 64 km, derinlik 7 m, genişlik 70-140 m) Romanya’nın komünist dönem diktatörü Nikolay Çauşesku 1975-1984 arası kazdırmış ve binlerce siyasi muhalifini zorla çalıştırmıştı]. Köstence’nin ana caddelerinden geçerek, Karadeniz sahili boyunca kuzeye doğru uzanan bir kum dili yarımadası olan Mamaya (Mamaia) sayfiyesindeki hotelimize eşyalarımızı bıraktık. Hotelin önündeki geniş, fakat bomboş kumsala kadar yürüdük. Nisan ayı idi, su soğuk, hava serindi, turist mevsimi henüz açılmamıştı. 

                                                         Mamaia hotelleri ve kumsalı

Yeniden otobüse binerek 97 km kuzeydeki Babadağ kasabasına yöneldik. Dobruca’nın bu bölgesi seyrek yerleşimli, ıssız, ağaçsız, kumul topraklı,  verimsiz tarlalar ve çayırlardan ibaret idi. Sağ tarafımızda ise çıplak taşlık tepeler arasından, Karadeniz’den koparılan koca koca lagün göllerinin durgun ve bulanık suları ara sıra göze çarpıyordu. Yol dar, asfalt kalitesiz, fakat trafik de seyrekti. Bir buçuk saat sonra önümüzde ağaçlarla kaplı bir tepe belirdi - 257 m yükseklik dağ demek için yeterli değildi, fakat yol tabelaları Babadağ’ını bildiriyorlardı. Ağaçlar arasından geçerek “dağ”ın kuzey cephesine çıktık ve kendimizi aynı adı taşıyan Babadag (nüfus 10,000) kasabasında bulduk. Sessiz, sakin, sokakları boş bir taşra kasabasıydı.

                                                  Gazi Ali Paşa Camii ve Türbesi (1610)

Kasabanın merkez meydanında güzel bir Osmanlı camii, türbe, hazire, basamaklarla inilen abdest alma çeşmesi ve yanında iki katlı imam konutu hepimizi sevindirdi. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından görevlendirilen imam, güzel Türkçesiyle bizi karşıladı, bilgilendirdi ve gezdirdi. Caminin banisi Tuna muhafızı Gazi Ali Paşa vasiyeti üzerine 1610 yılında buraya gömülmüştü. İmamın tarif etmesiyle, iki sokak ötede, evler arasında fark edilmeyen tek katlı mütevazi yapı Sarı Saltuk Baba Türbesi idi. Osmanlılardan yaklaşık 130 yıl önce (1263) Kuzey Dobruca’da İsakça’da, Altın-Ordu Devletinin Emiri Müslüman İsa Nogay hüküm sürerken, iki kasabaya Kırım yoluyla Anadolu’dan 30-40 oba (yaklaşık 12,000 kişi) Müslüman Türk gelip yerleşmiş. Berke Han ve Emir Nogay kendi tebaalarına İslâmiyet'i öğretmek amacıyla davet etmişlermiş. Gelenlerin lideri Bektaşi erenlerinden Sarı Saltuk Baba imiş ki, 1293 (veya 1297, veya 1301) yılında burada vefat etmiş, buraya gömülmüş ve zaviyesi çok meşhur olmuş. Yıllar sonra, Sultan 2. Bayezid’in emriyle geniş külliye haline dönüştürülmüş (1484) ve etrafında Babadağ şehri oluşmuş. Osmanlı yıllarında Babadağ önemli menzil şehri olarak gelişmiş (Kanuni Sultan Süleyman Boğdan Seferine giderken burada mola vermiş ve Saltuk Baba Türbesini ziyaret etmiş). Osmanlı-Rus Savaşlarında külliye tamamen yıkılmış, 1828’den sonra basit bir türbe binası şeklini almış, 2007’de Türk işadamları bugünkü yapıyı restore etmişler.

                                                          Sarı Saltuk Baba Türbesi

Konya Selçuklu tahtı mücadelesinde, 1259 yılında yenilen “bahtsız sultan” II. İzzeddin Keykâvus (d.1235, Konya – öl. 1279, Kırım) önce Antalya’ya çekilmiş, 1261 yılında İstanbul’a gidip Bizans İmparatoru 8. Mikhail Palailogos’a sığınmış ve iyi kabul görmüş [Annesi Konyalı zengin bir papazın kızı Berduliye Hatun olduğu için Hıristiyan dayılarının tesiri altında kalmış]. Fakat 1264’te imparatora karşı bir komploya karıştığı için uzak ve soğuk bir diyara, Kuzey Dobruca’daki Enisala Kalesi’ne (Türkçe “Yeni-köy” anlamındadır) hapsedilmiş [Maalesef bazı Osmanlı tarihçileri yanlış okumuşlar ve Enez Kalesi diye yazmaya devam ediyorlar]. Bunu duyan Altın-Ordu Devletinin ilk Müslüman hükümdarı Berke Han’ın emriyle, komutan Toktagu ve Sarı Saltuk oğlu Seyyit İsmail gidip kurtarmışlar. Berke Han kendi kızı Orbay Hatun ile evlendirmiş, Kefe’de bir saray vermiş, Sudak ve Solhad kentlerinin gelirlerini tahsis etmiş. II. İzzeddin Keykâvus Kırım’da 1279’da 44 yaşında ölmüş, fakat büyük oğlu II. Gıyaseddin Mesud Anadolu’ya dönmüş ve son Selçuklu Sultanı olmuştur (öl. 1308). Enisala köyü (eski adı Vicus Novus) Babadağ’ın 10 km doğusunda olup, aynı isimli kale de en büyük lagün gölü olan Razim Gölü kıyısında 116 metrelik çıplak tepe üzerinde yer almaktadır. Osmanlının fethettiği yıllarda Razim Gölünün denizle bağlantısı tıkanmış imiş, askeri ve ticari önemi kalmadığı için kale kaderine terkedilmiş. Osmanlı-Rus Savaşlarında Dobruca’daki faal kaleler Ruslar tarafından yerle bir edilmişler, fakat askeri önemini yitirmiş bulunan Enisala Kalesi’ne dokunmamışlar. Bugün Tuna Deltasından taşınan, Karadenizi dolduran kum ve çamurların kapattığı göller ve bataklıklar diyarı bu kaleden izlenebiliyor. Dobruca’da çok ziyaret edilen turistik destinasyon olmasına rağmen, zaman sıkışıklğı nedeniyle, bir Selçuklu Sultanının hazin hikâyesini hatırlatan Enisala Kalesine kadar gidemedik ve acilen Köstence’ye döndük.


 

                                        Issız ve soğuk bir diyarda yalnızlık abidesi Enisala Kalesi

Lipovanlar (= Lippovani, Starovertsi): Rus kökenli “Eski Usul” ibadete bağlı Ortodoks Hıristiyan olan bu dini mezhep mensupları, Osmanlı topraklarına ve ona bağımlı Boğdan ve Eflak arazisine sığınmışlar. Moskova Patriği Nikon’un 1652’de yaptığı ibadet usulündeki reformlara karşı çıkan papaz Filipp Pustosviat önderliğindeki bu tutucu dindarlar takibata uğramışlar, aforoz edilmişler, yerlerinden kovulmuşlar, fakat inançlarından vazgeçmemişler. Papaz Filipp’in adından önce Fi-lipp-ovan, sonraları Lipovan şeklinde adlandırılmışlar (Batılılar “Old Rite Russian Orthodox” derler). Bugün Tuna Deltasında ve Kuzey Dobruca’nın lagün gölleri arasında yaşarlar.

 

Köstence (Constanţa, antik çağlarda Tomis; nüfus 283,000). Bu büyük şehrin ana caddelerinde panoramik bir tur yaptık ve çok acıktığımız için Kültür Sarayı yakınlarında, “Jade Oriental Cafe”de yerli Tatar yemekleriyle karnımızı doyurduk. Havanın kararmasına rağmen, kentin tarihi bölgesinde bulunan Ovidius Meydanını (Ulusal Tarih ve Arkeoloji Müzesi önünde şair Ovidius heykeli), Hünkar Camii (Sultan Abdülaziz, 1869, Blv. Tomis 41), Kral Camii (Romanya Kralı I. Carol 1910 yılında, Müslüman tebası için farklı mimari uslüpta, 1822 tarihli Mahmudiye Camii’nin yerine yaptırmış), sahil boyunda tecrit edilmiş barok stilindeki Köstence Kazinosu’nu, geniş alana yayılan Limanı ve Demiryolu Garını görebildik. Geç saatlerde, Köstence’nin banliyosu olan Mamaia’daki hotelimize dönebildik.

                                                          Ovidius Meydanı ve Heykeli

Tarihi yarımadanın ucunda ünlü Kazino

Günümüzde Romanya’nın beşinci büyük şehri ve en büyük deniz limanı olan Köstence, M.Ö. 657 yılında Tomis adıyla Grek kolonisi olarak kurulmuş, M.Ö. 71 yılında Roma Devleti egemenliğine girmiş ve en ücra sürgün yeri sayılmış. M.S. 8 yılında, bu “kuş uçmaz, kervan geçmez” yere Latin Edebiyatının büyük üstadı Publius Ovidius Naso (M.Ö. 43 – M.S. 17) sürgün edilmiş ve burada ölmüş. Fakat Tomis’te yazdığı hüzünlü şiirler [Tristia Ex Ponto] ile Karadeniz kıyısındaki bu küçük liman kasabasını ikibin yıldır okurlarına tanıtmaktadır. İtalyan Ettore Ferrari’nin 1887 tarihli heykeli Köstence’nin tarihi meydanını süslemekte, Köstence Üniversitesi’ne de Ovidius adı verilmiştir.

  Köstence: Hünkâr Camii (1869)

 Köstence: Kral Camii (1910)

Kavimler Göçleri yıllarında (M.S. 250 civarında) Tomis barbarlar tarafından yerle bir edilmiş iken, İstanbul’un kurucusu İmparator I. Konstantin (hd.307-337) şehri imar etmiş ve kız kardeşi Constantia’nın adını vermiş. 13. yüzyılda Ceneviz tüccarlarının deniz üssü olmuş ve 1419 yılında Sultan 1. Mehmet Çelebi zamanında Osmanlı topraklarına katılmış. Silistre Sancağının Tekfurgölü kazasına bağlı “Köstence” denilen bir balıkçı köyü imiş. 17. yüzyılda Evliya Çelebi 150 evi, 1 camisi, 40-50 ambarı olduğunu yazar. 1864 yılında Tuna Vilâyetinin Tulçi kazasına bağlı 3,000 nüfusu ve 5 camisi olmuş, ancak Kırım Savaşında limanı geliştirilmiş ve 1860’ta demiryolu ulaşımına açılmış [1860 tarihli “Boğazköy-Köstence Demiryolu” Osmanlı Devletinin Rumeli’deki ilk demiryolu hattıdır].

Dobruca Tatarları: Dobruca’ya ilk Tatarların gelişi Osmanlı’dan önce olmuştur. Cengiz Han’ın Moğol İmparatorluğunun Doğu Avrupa’da devamı olan “Altın-Ordu Devleti” (1223-1502) adına Emir Nogay (1230-1299) Tuna boylarında hakimiyet kurmuş ve İslâmiyet'i kabul etmiş [oğlu Çaka ise damat olarak Tırnova’da Bulgaristan tahtında bir yıl (1299-1300) oturmuş]. Balkan Dağlarının kuzeyine ilk olarak 1388’de geçen Osmanlılar, buralarda Deliorman ve Dobruca’da İslâmiyet'i kabul etmiş savaşçı Tatar obaları bulmuşlar. 1389 yılında, Birinci Kosova Savaşında Osmanlının yanında müttefik olarak Sarac Bey komutasındaki “Dobrice Tatarları” da yer almışlar. 1484’te 2. Bayezid Tuna’nın ötesinde kalan Bucak (Basarabya) arazisini de fethedince Kırım Hanlığına tabi Tatar kabileleri de Osmanlı hizmetine girmişler. 18. yüzyılda Rusların Kırım’ı ilhak etmesi ve 19. yüzyılda Tuna’nın berisine geçmesiyle, hem Kırım’dan, hem Bucak’tan Tatarların çoğunluğu Dobruca’ya (bir kısmı Kocabalkan’a, Trakya’ya, Makedonya’ya, hatta Anadolu’ya) göç etmişler. Müstecib Ülküsal’a göre 20. yüzyılda Dobruca’da yaşayan Tatarlar dört gruba ayrılıyorlarmış: Tat, Keriç (Kerç), Çongar ve Nogay Tatarları. Konuştukları Tatarca, Kıpçak-Oğuz kolundan bir Türk dilidir. Bütün Tatarlar az veya çok Mongoloid görünüme sahiptirler: çekik göz, ablak yüz, çıkık elmacıklar, küçük burun ve ağız, tıknaz gövde, kalın ense.



5.gün: Artık dönüş yoluna başladık, önümüzdeki üç günde toplamda sadece 485 km geçeceğiz. Karadeniz kıyısını takip ederek büyük liman şehirlerini, sanayileşmiş ve turizme açılmış beldeleri, hotel komplekslerini ve eğlence merkezlerini yerinde göreceğiz.

                                                5.-6.-7 günler: Geri dönüş güzergâhı

 

Köstence’den Burgaz’a kadar, E-87 No.lu yolu kuzeyden güneye takip edip, hem Romanya’nın, hem de Bulgaristan’ın deniz turizmine verdikleri önemi ve son yıllarda yaptıkları yatırımları müşahede edebileceğiz. Ancak Karadeniz daha kuzeyde ve daha soğuk olduğu için Nisan ayında kumsallar bomboş, denize girilmiyor, 80-100 hotellik tatil sitelerinde sadece bir-iki hotel müşteri kabul ediyor, diğerlerinde mevsime hazırlık onarımları sürüyordu. Çok geniş yatırımlar sadece iki, en fazla üç ay için (Haziran-Temmuz-Ağustos) yapılmış. Kademeli olarak güneye inildikçe hava da derece derece ısınıyor – en sıcak sahiller Burgaz civarındaydı (yani Balkan Dağlarının güneyinde).

Her sabah olduğu gibi erken saatlerde yola koyulduk ve Köstence’nin güneyindeki Romanya kıyı şeridini takip ettik. Alçak bir sahil olduğu için sol tarafta denizi görebiliyorduk. Krallık döneminin sayfiye yerleri Eforie Nord ve Eforie Sud arasında kalan Tekirgöl’ü denizden ayıran kumul kıstaktan geçtik, gezegenlerin adlarından esinlenmiş Neptun, Jupiter, Saturn tatil siteleri sıralanmıştı, fakat hareketlilik yoktu.

 

Mankalya: Havadan genel görünüm

Bir saat sonra, 40.ıncı kilometrede Mankalya (Mangalia, 36,000 nüfus) şehrine girdik. Romanya’nın Karadeniz kıyısındaki ikinci büyük şehri olup, avantajlı bir coğrafyada kurlmuştu – karaya doğru giren bir haliç ve dibindeki göl rüzgârdan ve dalgalardan koruma sağlıyordu. Romanya Deniz Kuvvetlerinin deniz üssü ve tersane, iş olanaklarını arttırmış, şehir büyümüş ve sahil boyunca uzanan plajlarına ve hotellerine canlılık kazandırmıştı. Köstence gibi bu liman şehri de M.Ö. 6. yüzyılda Miletos’lu denizciler tarafından “Kallatis” adıyla kurulmuş, M.Ö.72’de Romalıların eline geçmişti. Barbar akınlarında birkaç kez istila edilmiş, ilk Proto-Bulgar egemenliğinden sonra, 13. yüzyılda Karadeniz ticaretini ele geçiren Cenevizliler yerleşmişler ve “Pancalia” adını vermişler. 14. yüzyıl sonunda Osmanlılar fethetmişler ve “Mankalya” demeye başlamışlar (Romenler de “Mangalia” adını benimsemişlerdir). Osmanlı yıllarında küçük sahil kasabası olarak kalmış, fakat 1573-75 yıllarında Esmehan Sultan (Kanunî’nin torunu, 2. Selimin kızı ve Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’nın Eşi) ünlü Esmehan (İsmihan) Sultan Camii’ni yaptırmış. Halen ayakta olup (1990-da restorasyon geçirmiş) ibadete açık olan cami Romanya’daki en eski camidir. Şehirde önemli Türk-Tatar azınlığı bulunmaktadır.

Mankalya: Esmehan Sultan Camii (1575) 

Mankalya’dan 10 km sonra Vama Veche/Durankulak sınır kapısına ulaştık. Pasaport ve gümrük kontrollerimiz tek bir noktada, sorunsuz, çok kısa sürede tamamlandı ve Bulgaristan’a tekrar ayak bastık. Dobruca Platosu, Mankalya’dan itibaren yükselmeye başlamıştı. Bulgar tarafında deniz kıyısındaki taşlık falezler ve göller (Durankulak Gölü, Şabla Gölü) nedeniyle E-87 yolu denizden uzaklaştı. Fakat sağ tarafımızda Dobruca’nın en bereketli düzlük kesimi, yemyeşil ekili tarlalarıyla baharı müjdeliyordu. İlçe statüsünde olan Şabla (nüfus 4,000) kasabasının doğusunda, Şabla Burnunda, Osmanlı eseri olan Şabla Deniz Feneri (1856’da inşa edilmiş, 32 m yükseklik) hâlâ Bulgaristan’ın çalışır durumda en eski deniz feneridir. Sınırdan 42 km sonra, “Kaliakra” tabelasını görünce sola saptık. Büyük bir Gagauz köyü olan “Bılgarevo”da (eski adı Gâvur Süyçük) durup, Türkçe olarak Kaliakra yolunu sorduk. Yaşlı insanlar hemen anladılar ve Türkçe yolu tarif ettiler, çünkü Hıristiyan olmalarına rağmen evlerde konuştukları ana dilleri Türkçe idi.

Gagauzlar (veya Sorguçlar): Oğuz Türklerinin Malazgirt’ten Anadolu’ya girdiği sıralarda (11. yüzyıl) Karadeniz’in kuzeyinden Tuna boylarına inen başka Oğuz (→ Uz) aşiretleri öncelikle Dobruca sahasına yerleşmişler ve burada, önce Bizans İmparatorluğuna, sonradan Bulgaristan Çarlığına bağlı yarı-özerk bir beylik (Karvuna Despotluğu) kurmuşlardı. Bunlar Ortodoks Hıristiyan olmuşlar, fakat Türkçe anadillerini muhafaza etmişler. Osmanlı için “ümmet” (din) kavramı daha önemli olduğu için Türkçe konuşan bu Hıristiyan teba dışlanmıştı. 18.-19.yüzyıllarda Dobruca’da cereyan eden Osmanlı-Rus Savaşlarında zarar gören bu topluluk, tedricen Tuna’nın kuzeyine (Bulgarlarla birlikte) göç etmiş ve bugünkü Moldova’nın ve Ukrayna’nın güney kesimlerine (Bucak düzlüklerine) yerleşmişler. Modern Moldova Cumhuriyetinin güneyinde özerk “Gagauziya” bölgesi (başşehir Komrat) vardır. Basarabya Bulgar azınlığı da bu bölgede oturmaktadır.

Bılgarevo’dan doğu istikametinde 7 km sonra Karadeniz’in en sivri ve kayalık burnu olan Kaliakra (Osmanlı yıllarında Kaligra veya Keligra) Burnuna vardık. Otobüsten inip, giriş ücreti ödedikten sonra, geniş bir alan kaplayan kazıları ve harabeleri yürüyerek geçtik ve kayalık burun üzerindeki deniz fenerine ve kaleye ulaştık. Buradan geniş açıyla Karadeniz’in enginliklerini izlemek unutulmaz bir duygu idi.

Kaliakra Burnu (havadan)

Kaliakra Kalesi

Burası Traklar döneminden (M.Ö. 4 yy) beri yerleşime açılmış stratejik gözetleme noktasıydı. Yerli Trak kabilesi Tirizi’lerin ilk mesken tuttukları kale-kent “Tirizis”in kalıntıları bulunmuştu. Roma hakimiyetinden sonra Bizans yıllarında adı Akre (“Uç / Burun” demek) olmuştu. Ceneviz tüccarları “Kali-akra” (= Güzel-burun) deyimini kullanmışlar. 14. yüzyılda Hıristiyan Oğuzların (yani bugünkü Gagauzların atalarının) Beyliğinin önemli müstahkem başkenti olmuştu. Yıldırım Bayezid döneminde Osmanlı idaresine girmişti (turistlere kanıtı olmayan asılsız bir mit anlatılıyor: güya Türklere teslim olmak istemeyen 40 genç kız, beliklerini birbirine bağlayarak 70 m’lik yükseklikten denize atlamış). Oysa terk edilen Keligra kalesine Bektaşi dervişleri yerleşmiş ve fırtınalı denizde kaza geçirenleri Allah rızası için kurtarma görevini üstlenmişler. Nitekim 1641 yılında, Evliya Çelebi Kırım’dan İstanbul’a deniz yoluyla dönerken fırtınaya yakalanmış, gemi Keligra Burnuna sürüklenmiş, dervişler tarafından kurtarılmış ve bir ay misafir edilmiş (Seyahatname, 2.cilt). 1787-92 Osmanlı-Rus Savaşında, Kaliakra körfezinde demirlemiş bulunan Osmanlı donanması Rus amiral Uşakov’un ani saldırısıyla yok edilmişti (11 Ağustos 1791).

Balçık: Genel görünüm (havadan)


Balçık: Romanya Kraliçesi
nin Sarayı

Burada yaklaşık iki saat oyalandıktan sonra otobüsümüze bindik ve 36 km güneyde kalan Balçık (Bulgarca Balçik, antik çağlarda Krounoi, Dionysiopolis, Karvuna) liman şehrine yöneldik. 220 m yüksekliğe ulaşan Dobruca Platosundan yokuş aşağı inerken bir tarafımızda derin bir dere

vadisinin uçurumu, diğer tarafta aşınmış kalkerlerin beyazlığı arasında yavaşça iskele meydanına kadar indik ve mola verdik. Küçük, fakat nispeten sakin körfezin (Kaliakra Burnu tarafından korunuyordu) dibinde ufacık bir kumsal ve koskoca bir tahıl silosu göze çarpıyordu. Arkamızda ise 16. yüzyıla ait Atîk Camii (Turgut Reis Camii) fon oluşturuyordu.

Balçık: Turgut Reis Camii'nin önünde

Balçık: Romanya Kraliçesinin Saray Bahçeleri

Nüfusu 20,000 olan bu şirin liman şehri, Bulgaristan’da en çok ziyaret edilen otantik yerlerden biridir. Karadeniz kıyılarındaki diğer yerleşimler gibi, Millâttan önce Miletos’lu denizciler tarafından “Krounoi” (su kaynakları şehri) adıyla kurulmuştu ve Kibele mabedi inşa edilmişti. Bir gün denizden ahşap Dionysios heykeli karaya vurmuş (batık gemilerden) ve koloninin adı “Dionysiopolis” olmuştu, fakat o da barbar istilâlarında tahrip edilmişti (M.S. 3. yy). Bizans yazarlarına göre M.S. 544’te “yüksek dalgalar” şehrin alçak yerlerini yıkmış ve çok insan kaybolmuştu (Karadeniz’de tsunami). 971 yılında Proto-Bulgar Devletinin Bizans tarafından ilhak edilmesinden sonra “Karvuna” adını görüyoruz. 1337’de Karvuna Despotluğu’nun (Gagauz Beyliğinin) merkezi olmuş ve kurucu bey Balik’in adından “Balciuk” şeklinde anılmaya başlamış. 1389’dan sonra Osmanlı idaresine girmiş, Silistre Sancağının Varna kazasına bağlı kıyı kasabası muamelesi görmüş, fakat iskelesi, Dobruca’nın tahıl ve hayvan ürünlerini İstanbul’a sevk etmek için canlı ve müreffeh liman olarak çalışmış (1662, Evliya Çelebi). 93-Harbinden (1877-78) sonra Bulgaristan Emareti topraklarında kalmış, 1913-40 arası ise Romanya Krallığına dahil edilmiş.                                                                                                                             

Romanya en güney sahilinde, ılıman iklimi ve Dobruca Platosunun yer altı sularının fışkırdığı bol kaynakları ve şelâleleri nedeniyle, konsort kraliçe “Regina Maria” 1924-34 yılları arasında oriental (kilise ve cami süslemeleriyle) yazlık saray yaptırmış (yerli Türkler hâlâ “Palat” derler), Avrupa’dan peyzaj ustaları getirterek geniş teraslı bahçeler (200 dekar alan) düzenletmiş. İngiltere Kraliçesi Victoria’nın yeğeni ve Edinburg Prensesi olan Marie (1875-1938) Romen halkı tarafından en sevilen kraliyet üyesi imiş (Birinci Cihan Harbinde cepheden cepheye koşmuş, yaralı askerlere hastabakıcı hanımlar örgütlemiş. Paris’teki barış görüşmelerinde aktif kulis faaliyetleri ile Romanya’nın yüzölçümünü üç misli büyütmüş). Bugün Balçık Sarayı en çok Romen turistler tarafından ziyaret edilmektedir.  


             

                                          Balçık: Botanik Bahçesinden görüntüler

 “Regina Maria” (Rum: regina= kraliçe) Sarayının bahçeleri bir dönem sahipsiz kalmış, fakat 1955 yılından itibaren Sofya Üniversitesi Botanik Enstitüsü’nün sorumluluğuna verilmiş. Kadrolu botanikçiler ve personel sayesinde çok zengin ağaç ve çiçek çeşitliliğini barındıran (lâleler, kaktüsler, v.d.) bakımlı bahçeler ziyarete açık ve ilgiyle gezilmektedir. Biletle girilen ve yaya olarak dolaşılan Balçık Sarayı ve Botanik Bahçeleri epeyi zamanımızı aldı ve yordu.

Ancak iki saat sonra otobüsümüze binebildik ve E87 yoluna çıkarak 10 km güneye ilerledik. Platodan “Batova” (Batık-ova) çöküntüsüne inerken, Obroçişte (eski adı Tekke) köyünde tekrar durduk ve sol tarafta görünen Akyazılı Sultan Baba Tekkesi ve Türbesini ziyaret ettik. 15. yüzyıl Bektaşi erenlerinden olan, gerçek adı İbrahim Sânî olup, Sakarya’nın Akyazı beldesinden Rumeli’ne geçmiş, Otman Baba’nın halifesi, Demir Baba’nın şeyhi olmuş, denize 5 km mesafede, Batova nehri kenarında asitânesini kurmuştur. Evliya Çelebi’ye göre tekkede 100 derviş yaşarmış, malı mülkü çok imiş, imaretinde her gün kazanlar kaynarmış. Türbesi yedigen, kurşun kubbeli olup, Obroçişte köyünden görevlendirilmiş bir Bulgar kadın ziyaretçileri karşılıyor ve gezdiriyor. Bu türbeyi Hıristiyanlar da ziyaret edip “Aya Atanas” diyerek dilekte bulunuyorlar. Tekkenin imaret kısmı yıkık birkaç duvardan ibaret.

Batova: Akyazılı Sultan Baba Türbesi

Akyazılı Tekkesinden sonra Batova seviyesine indik ve aynı isimli nehri takip ederek denize doğru yöneldik. 5 km sonra Dobriç iline ait Albena Tatil Kompleksi’nin içine girerek otobüsle panoramik bir tur yaptık (deniz mevsimi başlamadığı için böyle bir tur mümkün oldu). Yeşillikler arasında çok sayıda hoteli barındıran, spor sahaları, eğlence mekânları ve çok geniş plajı bulunan sitede temizlik ve onarım faaliyetleri başlatılmıştı.


                                            Albena Tatil Kompleksi, Baltata Ormanı ve Batova Vadisi  

Akyazılı Tekkesinden sonra Batova seviyesine indik ve aynı isimli nehri takip ederek denize doğru yöneldik. 5 km sonra Dobriç iline ait Albena Tatil Kompleksi’nin içine girerek otobüsle panoramik bir tur yaptık (deniz mevsimi başlamadığı için böyle bir tur mümkün oldu). Yeşillikler arasında çok sayıda hoteli barındıran, spor sahaları, eğlence mekânları ve çok geniş plajı bulunan sitede temizlik ve onarım faaliyetleri başlatılmıştı.

Dobruca Platosunun derin ve geniş bir çöküntüsü olan Batova vadisi, 10 km kadar içerlere giriyor ve Batovo (eski adı Çatallar) köyü civarındaki güçlü tatlı su kaynaklarına ulaşıyordu. Bu kaynakların birleştiği Batova deresi Karadeniz’e dökülürken Baltata denen subasar ormanı besliyordu. Koruma altına alınan bu ormana girişler yasaktı, fakat kuzeyden güneye birkaç kilometrelik asfalt yoldan, durmaksızın tranzit geçilebiliyordu. Biz de öyle yaptık, ağaçların sualtı gövdelerini ve köklerini otobüsten izledik. Batova vadisinin güneyinde Kranevo (eskiden Ekrene) beldesine ulaştık (burada da çok sayıda hoteller ve dinlenme merkezleri bulunuyordu) ve tekrar platonun denize bakan eteklerine tırmandık. Denize paralel, E87 No.lu yolda 8 km sonra konaklayacağımız Altınkum (Zlatni Pyasatsi, Golden Sands) Tatil Kompleksine ulaştık. 

Altınkum (Zlatni Pyasatsi) havadan

Varna’nın 18 km kuzeyinde, dünyaca ünlü bir tatil merkezi olan “Altınkum”, yeşil orman ile mavi deniz arasındaki upuzun kumsalı (Osmanlı döneminde Türkler “Uzunkum” derlermiş) ve 30,000 yataklı 70 hoteli, kazinoları, eğlence ve sport merkezleri ile ün yapmıştı. Bulgaristan’ın en eski ve en kaliteli turistik merkezi, 1960’lara kadar bomboş ve bakir bir sahil iken, bugün dünyanın her tarafından ziyaretçi ağırlamaktadır. Deniz mevsimi olmamasına rağmen hotellerin bazıları açıktı ve misafir kabul ediyordu. Biz de deniz kenarındaki 5-yıldızlı Admiral Hotele yerleştik ve hemen kordon boyunca yürüyüşe çıktık, oksijeni bol, yosun kokulu havayı teneffüs ettik.


6.gün: Romanya’nın ve Bulgaristan’ın Karadeniz sahillerinde turistlere hitap eden hoteller nispeten yeni inşa edilmiş, çağdaş, konforlu yapılardı. Bu ülkeler turizme geç açılmışlar ve henüz yozlaşmamışlardı. Fakat hizmet eden servis elemanları beceriksiz asık suratlı kişilerdi. Müşteri memnuniyeti kavramını hiç bilmiyorlardı. Tatil komplekslerinde bir iki hotel bütün yıl açık kalıyor ve genel konaklama hizmeti veriyorlardı. Fiyatları da, Nisan ayında, kent merkezlerindeki hotellerden daha düşük oluyordu. Bu nedenle biz de, emrimizdeki otobüse güvenerek, Köstence, Varna ve Burgas gibi büyük şehirlerin dışında, fakat şehre yakın turistik hotelleri tercih ettik.    

Sabah erken saatte kahvaltımızı aldık ve saat 8’de yola koyulduk. 18 km’lik bölünmüş asfalt yolun iki tarafında kesintisiz bağlar, bahçeler ve hoteller sıralanmıştı. Varna’ya 5 km kala, deniz tarafında eski Bulgar krallarının yazlık sarayı “Evksinograd”ı otobüsten gösterdik (aslında ziyarete açıktı, fakat bu kadar erken bir saatte gerek görmedik). 1885-93 arası, eski bir manastır arazisine inşa edilmişti. Uluslararası konuklar genellikle burada misafir ediliyorlardı. Varna şehrine kuzeyden girerken dikkat çeken 1968 tarihli “Spor ve Kültür Sarayı”nı da uzaktan gördük.

 
Evksinograd: Bulgar Krallarının deniz sarayı


Varna: Spor ve Kültür Sarayı (1968)

            Varna (nüfus 334,000.) M.Ö. 6. yüzyılda “Odessos” adında Milet kolonisi olarak kurulmuştur. Roma İmparatorluğu, Bulgar Çarlığı ve Karvuna Despotluğu yıllarında varlığını sürdürmüş, Osmanlı döneminde güçlü kale inşa edilmiş, Kırım Savaşında müttefik ordularını sevketmek için liman genişletilmiş. Bugün Bulgaristan’ın 3-üncü en büyük kenti, turistik tatil merkezi, ülkenin “yazlık başkenti”, “Bulgaristan’ın Antalyası” sayılır. Aynı zamanda Donanma üssü, Donanma Komutanlığı, Deniz Harp Okulu, büyük tersane, metal ve kimya endüstrisi ile önmeli kültür merkezidir (festival, tiyatro, opera, bale). Deniz kıyısındaki “Morska Gradina” (Deniz Bahçesi) ve Akvaryum çok ünlüdür.

 

 
Varna: Liman, mendirek ve Deniz Bahçesi

Varna: Deniz Bahçesinin Girişi (1939)

1828-29 Osmanlı-Rus Savaşında Varna Kalesinin başarılı savunması dillere destan olmuş ve savaş sonrası Ruslar tarafından tüm Müslüman ibadethaneler yıkılmış. Üç Osmanlı Sultanı bizzat Varna’yı ziyaret ederek onurlandırmışlardır: 2. Mahmut (1837 yılında), Abdülmecit (1846 yılında) ve Abdülaziz (1867 yılında). 1866’da Mithat Paşa’nın inşa ettirdiği demiryolu Varna Limanını Tuna kıyısındaki Rusçuk Limanına bağlamıştır (hâlâ kullanılmakta olan Bulgaristan topraklarındaki en eski demiryoludur). Osmanlı eseri olarak Varna’da iki cami kalmıştır – minaresiz Hayriye Camii tren garına yakın eski Türk mahallesinde, Sultan Abdülaziz’in emriyle inşa edilen Aziziye Camii ise eski Tatar mahallesindedir. Körfezin güney kenarında, Asparuhovo (Ses sevmez) semtinde yeni bir cami 2005-te, Demokratik Bulgaristan yıllarında, Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin girişimiyle yapılmıştır.

 
Varna: Hayriye Camii (1839)

Varna: Aziziye Camii (1876)

Avrupa’nın en eski (M.Ö. 4,600) işlenmiş altın ve bakır objeler kalkolitik nekropolde bulunmuş ve Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. 1444 yılının 10 Kasım günü Varna sahrasında Sultan 2. Murat birleşik Haçlı Ordusunu mağlûp etmiş ve Polonya-Macaristan Kralı Vladislav III Varnençik maktul düşmüştür. Söz konusu savaş alanı artık büyüyen Varna şehrinin içinde kalmış ve Park-Müze olarak ziyarete açıktır.

Varna’da 5 üniversite (3 devlet, 1 vakıf, 1 askeri Bahriye Mektebi) faaliyettedir. Bu üniversitelerde Türkiye’den 400 civarında öğrenci eğitim görmektedir. Varna’yı dolaşmak için 4 saat ayırdık: Saat Kulesinin yanında otobüsten indik ve motorlu araçlara kapalı olan tarihi merkezi yaya yürüdük (Tiyatro ve Opera Binasından Deniz Bahçesine kadar); yorgun argın bu dünyaca ünlü Deniz Bahçesinde biraz dolaştık, bizi bekleyen otobüsümüze bindik ve panoramik şehir turu attık. Varna’nın güneye tek çıkış yolu olan Asparuhov viyadüklü köprüsü sayesinde, tren yolunun, Tersanenin ve Varna Gölünü denizle birleştiren Eski kanal (1908) ve Yeni kanal (1976) üzerinden güneye yöneldik.

1444 Varna Meydan Savaşı
Anıt-Parkında 2. Murat tepesi

Köprünün çıkışından itibaren yokuş yukarı tırmanan yol Karadeniz’den uzaklaşmıştı ve Avren Platosu (322 m) üzerindeki ormanlık alanlardan geçiyordu. “Pred-Balkan” (Ön-Balkan, Fore-Balkan) yükseltilerinden en doğuda bulunan bu plato denize doğru kayalık bir burun (Galata Burnu) ile uzanıyor ve Varna Körfezini sınırlıyordu. Bu burnun ucunda 1863 tarihli Osmanlı eseri bir deniz feneri 1987 yılına kadar kullanılmıştı. Heyelan nedeniyle devre dışı kalınca, 2001 yılında 55 m’lik yeni bir çağdaş fener inşa edilmişti.

Varna: Asparuhov Köprüsü ve Göl-Deniz Kanalları (havadan)



KOCABALKAN: E-87 yolunda 20 km sonra, alçak ve geniş bir vadiye doğru iniş başladı – deniz seviyesine kadar alçalan, geniş tabanı olan Kamçı (Bulg. Kamçiya, esk. Panissos) nehri vadisi. Bereketli sulu tarım yapılan bu vadi Gerlova’dan başlıyor ve Karadeniz kıyısında subasar “longoz” ormanından geçerek denize dökülüyordu. Milli park olarak koruma altına alınan bu longozun ortasından geçen yolda durmak ve ormana girmek yasaktı. Buradan itibaren, Türklerin yoğun yaşadığı “Kocabalkan” (Doğu Balkan, İztoçna Stara Planina) sahasına girmiş bulunuyorduk. Varna, Şumnu, Burgaz ve Sliven (İslimiye) dörtgeninde kalan bu sahanın, kuzey-güney genişliği 60 km, doğu-batı doğrultusunda ise 100 km  uzunluğunda idi. Eskiden ormanlarla örtülü, alçak (700 m yüksekliği geçmeyen) dağ sırtları arasındaki akarsu (Büyük Kamçı, Deli Kamçı) vadilerinde tarım, hayvancılık ve ormancılıkla geçinen Yörük Türklerinin ahfadı hâlâ bu bakir bölgede doğa ile iç içe yaşıyordu. Fakat deniz kıyısını tercih etmemişlerdi. Bu nedenle Varna-Burgaz yolu (E87) üzerindeki yerleşimlere denizcilik ve balıkçılık yapan Rumlar ve Gagauzlar yerleşmişlerdi. Gaguzların kuzeye, Rumların da Yunanistan’a göç etmelerinden sonra onların yerlerini Bulgarlar doldurmuştu [1930-lu yıllarda Bulgaristan, Romanya ve Sovyetler Birliği de Karadeniz kıyılarındaki “Pontus Rumlarını” Yunanistan’a tehcir etmişlerdi]. 

Emine Balkanı, Emine Burnu, Slanchev Bryag ve Nesebar (Ortoto Milli Park alanı)

Gözlerimiz önünde muazzam bir seyir alanı alabildiğine serildi: Karadeniz’in engin maviliği, Balkan dağ silsilesinin denize gömüldüğü Emine Burnu (esk. Emona), kıyıda Slanchev Bryag (Güneşli Sahil, Sunny Beach), Nesebır kentinin anakarası ve tarihi adası. Uzaklarda ise uçsuz bucaksız ve bereketli Trakya Ovası’nı görünce evimize dönmekte olduğumuzu hissettik. 500 metre yükseklikten deniz seviyesine iniş belki şoför için gergindi, fakat yolcular “slalom” mutluluğu yaşadılar.

Güneşli Sahil (Slanchev Bryag, Sunny Beach)

Beş kilometrelik uzun bir kumsal boyunca “Slanchev Bryag” (Güneşli Sahil, Sunny Beach) 108 hotel (27,000 yatak kapasiteli) ve 130 restoran sıralanmıştı, fakat deniz mevsimi henüz hareketlenmemişti. Komünist rejim döneminde, 1958 yılında başlayarak, planlı ve programlı bir devlet yatırımı stratejisiyle bu süper turistik kompleks inşa edilmişti. Bugün ülkenin en geniş kapasiteli bu tatil beldesi, Bulgaristan demokrasi ile idare edilmeye başlayınca, 1997’de tümden özelleştirilmiş (ve mafya merkezi olmuştu). Rusların, Ukraynalıların ve Kuzey Avrupa ülkelerinin gençlerini mıknatıs gibi çekmektedir – gündüz plajda güneşlenilen, gece barlarda sınırsız eğlenilen, gazinolarda kumar oynanan, yüksek sesli müziğin eşliğinde dans edilen, içkinin ve cinselliğin tapınağı haline gelmiştir (tabii kavgalar, gürültüler ve cinayetler de eksik değildir).

Nesebır (Mesembria, Misimvri)

Bu kumsalın bitiminde, kıyıya çok yakın (200 m) kayalık bir ada (850 m x 350 m) üzerinde tarihi Nesebır (Mesambria, Mesembria, Misimvri, Nessebar) şehrinin korunabilmiş kiliseleri, evleri, surları, otantik sokakları bütün dünyadan turist çekiyordu. Bugünkü Nesebır şehrinin (10,000 nüfus, rakım 30 m) büyük bölümü artık ana karada olup, dar bir berzah ile bağlanmış bulunan (bizim Kuşadası gibi) tarihi adaya karayolu bağlantısı sağlanmış ve deniz doldurularak geniş otoparklar yapılmıştı. 1983’ten beri Dünya Kültür Mirası Listesine alınan “tarihi ada” kısmı ancak yaya olarak gezilebiliyordu. M.Ö. VI yüzyılda Grek koloniciler tarafından kurulmuş, Hıristiyanlık yıllarında, güney Karadeniz kıyılarının metropolitlik yerleşimi olmuş ve doğrudan Konstantinopolis Patriğine bağlı ruhani merkeze (kiliseler, manastırlar, metropolit kançelaryaları) dönüşmüştü. Fakat iki limanı sayesinde ticaretten ve gümrüklerden zenginleşmişti. 812 yılında Han Krum ilk defa Proto-Bulgar Devletine bağlamış, sonraki devirlerde Bulgarlar ile Bizans arasında sıkça el değiştirmiş, Sultan 1. Murat 1368’de fethetmişse de, burada papazlardan ve kiliselerden başka bir şey görmeyince, iyi geçinmek için Bizans’a iade etmiş. Ancak İstanbul’un 1453 yılındaki fethinden sonra Misimvri adıyla Osmanlı toprağı sayılmış, fakat papazlar ve rahipler adası olarak iç işlerine müdahale edilmemiş. O yıllarda bu küçücük adada 40 kiliseden bahsedilse de bugün 23 kilisenin harabeleri ortaya çıkartılabilmiştir (üç nefli bazilika tipindeki Eski Metropolitlik Kilisesi “Ayasofya” dahil). Korunabilmiş kiliseler ise Ortaçağ Bizans mimarisinin nadide örneklerindendir. Ada üzerinde yaşam sürmektedir – restore edilmiş veya yenilenmiş evlerde yaklaşık 2,000 kişi oturmaktadır. Fakat dar ve kaldırımlı yollarını hatıra eşya satanlar ile küçük lokantaların masaları işgal etmiştir.

 

  Nesebır: Eski Metropolit Kilisesi "Ayasofya"


Nesebır: Bizans mimarisinin engüzel örneği
"İsa Pantokrator" Kilisesi

Emine Balkanı’ndan deniz seviyesine indikten sonra Güneşli Sahil’e paralel 6 km güneye gittik ve ilk Nessebar tabelasından sahile doğru saptık. Tarihi adaya geçmeden, ana karadaki güney plajının kıyısına dizilmiş hoteller semtinde hotelimizi bulduk ve yerleştik. Yarım saat sonra tekrar otobüse binerek kıstaktan adaya geçtik ve otoparkta inerek iki saat serbest dolaşma ve alış-veriş zamanı tanıdık. Daracık sokaklarda, küçük pastane ve lokantalarda bizim gibi epeyi yabancı turist vardı. Bunlar denize girmek için gelmemişlerdi (Nisan ayı erken sayılırdı), fakat bu korunmuş Ortaçağ kasabasını görmek, biblo gibi süslü kiliseleri fotograflamak istiyorlardı. Bizler bu tarihi eserlerle dolu adayı biraz Amasra’ya, biraz Bodrum’a benzettik. Geç saatlerde hotelimize dönüp gezimizin son gecesinde, “yarın evimizde olacağız” düşüncesiyle uykulara daldık.

 

7.gün: Rutin alışkanlıkla, sabah erken kalktık, kahvaltımızı hotelde aldıktan sonra otobüse binerek Nesebır’dan E87 yoluna çıktık ve güney istikametinde yola koyulduk. Dümdüz bir arazide, bağlar ve tuzlalar arasından 36 km güneydeki Burgaz şehrini hedeflemiştik. Son kez mola vereceğimiz ve gezip göreceğimiz büyük şehir Burgaz oluyordu.

Burgaz Körfezi ve Burgaz Gölleri (uzaydan)

Sol tarafımızda geniş alan kaplayan (8,5 km2, 6,7 km uzunluk, 2 km genişlik) Pomoriysko Tuz Gölü tarhlara bölünmüş, yaz güneşinde buharlaşacak ve sonbaharda tonlarca deniz tuzu elde edilecekti. Bu gölün tuzlu ve mineralli çamuru ise Bulgaristan’ın en ünlü “çamur banyoları”nda tedavi amaçlı kullanılıyordu. Gölün bittiği yerde, denize doğru uzanan 3,5 km’lik kayalık bir yarımada (Burgaz Körfezinin kuzey ucu) üzerinde eski bir liman kenti Pomorie (eski çağlarda Anhialo, Osmanlı döneminde Ahyolu) yer alıyordu. Asırlarca İstanbul’un deniz tuzu ihtiyacını karşılayan Ahyolu, Osmanlı döneminde tüm bölgenin idari merkezi olmuştu. Aynı zamanda balık ve rakı-şarap da ihraç ediliyordu buradan. 1934’te adı Pomorie (= Denizboyu) olarak değiştirilen bu antik (M.Ö. IV yy’da kurulmuş) şehir, 14,000 nüfusuyla artık turizme açılmaktaydı. Vakti zamanında Edirne Vilâyetine bağlı kaza merkezi ve canlı liman şehri olmuştu, fakat günümüzde ne Müslüman nüfus, ne de Osmanlı eseri kalmıştı. Bu nedenle yoldan ayrılıp kent merkezine ve limanına gitmedik.

Burgaz Körfezinin kıyısını takip ettik ve 8 km sonra sağ tarafımızda Uluslararası Burgas Havalimanı göründü. Hemen sonra sığ bir tuz gölü olan Atanasovsko Gölünün kanalını aştık ve Burgaz (Bulg. Burgas) şehrinin kuzey mahallelerine girdik. Burada yer alan ve turistlere hitap eden çok sayıda AVM’nin yanında durup iki saatlik ihtiyaç ve alış-veriş molası verdik.

Osmanlı döneminde Burgaz Çarşısı
(ressam Luigi Mayer, 1755-1803)

       Burgaz Limanı, 1893 (Fotonedyalkov)

Bulgaristan’ın dördüncü büyük şehri olan Burgaz (nüfus 202,000 (banliyölerle 278,000; rakım 30 m) hâlâ nüfusu artan nadir Bulgaristan şehirlerindendir. Ekonomik potansiyeli, gelişen bir turistik bölgenin aktif ulaşım (karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu) merkezi, tersane, rafineri (Bulgaristan’ın tek ve Balkanların en büyük petrol rafinerisi Lukoil), deniz kuvvetleri üssü, Yukarı Trakya Ovasının, Kocabalkan ve Istranca Dağlarının ithalat-ihracat kapısı olduğu için son iki yüzyılda hızlı tempolarla büyümektedir.



Çağdaş Burgaz şehri: deniz, kumsal, Deniz Bahçesi

Osmanlı’nın fetih yıllarında buralarda böyle bir şehirden bahsedilmez, sadece tek gözetleme kulesi (“burg”= pirgos) olan küçük balıkçı köyünden bahsedilir. Bugün büyük bir şehir olmasına rağmen tarihi değeri (özellikle Osmanlı eserleri) kalmamıştır, ancak Türkiye Konsolosluğu buradadır (Aslında şehrin kuruluşu Osmanlı yıllarına aittir, fakat Türkleri hatırlatacak maddi eserler sistemli olarak yok edilmiştir). 1831-32 nüfus sayımında “İskele-i Birgos” köyünde 1,660 kişi yaşamakta imiş [% 52’si Müslüman], 1845’te Ahyolu kazasına bağlı “karye” (köy), 1859’da Rusikasrı (Rusokastro) kazası lağvedilmiş ve “Burgaz” kaza olmuş, nüfus 3,500 (Edirne Vilâyetinin İslimye sancağına bağlı). 1853-56 Kırım Savaşında asker ve mühimmat buradan deniz yolu ile sevk edilmiş (Köstence ve Varna gibi). 93-Harbinde Rus işgaline uğramış ve Türklerin çoğunluğu şehri terk etmişler. Bulgarların ilk sayımında (1884) nüfusu 5,800 (2,083 Bulgar, 1,993 Rum, 1,268 Türk, 213 Yahudi). Rıhtımlı liman 1903’te, demiryolu da 1903’te, Deniz bahçesi 1910’da açılınca Bulgar nüfus 4 misli artmış [Rumca “pirgos”= kale, sözcüğünü “burgaz” olarak telâffuz etmek Türklere mahsustur, bk. Lüleburgaz, Kumburgaz, Kemerburgaz; yani şehrin isim babası Türklerdir]. 


Burgaski Mineralni Bani, “Aquae Calidae”, “Aydos Ilıcası”nda Kanunî hamamı

                                       (dıştan ve içten restorasyon sonrası)

Burgaz’da Osmanlı yüzyıllarını hatırlatacak eser yoktur, fakat şehir merkezinin 15 km kuzeyinde Roma İmparatorluğu döneminden kalma bir ılıca vardır ki, büyük Osmanlı Sultanı Kanunî Süleyman 1562’de bizzat buraya gelmiş ve inşa ettirdiği kubbeli hamam hâlâ ayaktadır. (Fazla gösterişli, reklam amaçlı bir restorasyon sonrası, “Suleiman the Magnificient” adı da deniz sahillerine gelen turistleri cezbetmek için öne sürülüyor. Ve SPA olarak değil, arkeopark ve alış-veriş merkezi olarak kullanılıyor). Romalılar, eski Trak tapınağının yerine “Aquae Calidae” (Lat: Sıcak Sular) hamamlarını ve “Thermopolis” kentini inşa ettirmişler. Makedonya kralı 2. Filippos, Bizans İmparatroları, Bulgar Hanları ve Osmanlı Sultanları bu ılıcayı ziyaret etmişlerdir. Edirne kent tarihçisi Abdurrahman Hibrî’ye (1604-1658) göre “…eskiden Edirne halkı üç menzil uzaktaki Aydos ılıcasına gitmeyi adet edinmişti. Bu ılıcayı Sultan Süleyman yaptırmıştır ki benzeri olmayan yüksek bir kubbedir” [“Aydos ılıcası” diyor, çünkü o yıllarda Burgaz henüz şehir bile değil].

Burgaz Gar Binası (1925) 

Poda: Mandra Gölü ve Kuş Cenneti

Karadeniz’in en geniş körfezi olan Burgaz Körfezinin dibinde, 30 m yüksek, dar, fakat sağlam bir zemin üzerinde gelişen şehir merkezini, kuzeyden (Atanasovsko, Alagöl), batıdan (Burgaz Gölü, Mungris) ve güneyden (Mandra= Mandıra Gölü) üç büyük göl sınırlamaktadır – tüm bunlar “Burgaz çöküntüsü” denen alçak ve sulak alanlardır. Mandra Gölünün denizle bağlantısını sağlayan en alçak alan “Poda” (= taban, zemin) bataklıklar üzerinden geçen köprü ile aşılmıştır. Burgaz Körfezinin güney ucunda, kayalık bir yarımada üzerinde antik “Apollonia Pontica”= Sozopolis (Osmanlı yıllarında Süzebolu, bugün Sozopol) bulunmaktadır. Bugün hareketli turistik destinasyon sayılır. Sozopol’dan güneye, Türkiye sınırına (Rezve deresine) kadar uzanan Istranca kıyıları, son yıllarda en hızla gelişen popüler tatil sitelerine sahipler.

 

Akezli (Debelt): Bizim hedefimiz Hamzabeyli sınır kapısı olduğu için, Karadeniz sahilini takip etmeyerek, Mandra Gölü ile Burgas Gölü arasından, “Kara Bair” (Meden Rudnik) sapağından batıya uzanan ve Elhovo’ya ulaşan 79 No.lu şehirlerarası yola saptık. 97 km’lik bu ikinci kalite, iki şeritli, fakat yoğun trafiği olmayan yol, Türkiye sınırına 30-40 km paralel, Istranca’nın kuzey eteklerini takip ediyor, yeşil ormanlık alanlardan geçiyordu. Daha 23-üncü kilometresinde, sağ tarafta Debelt köyü ve arkeolojik kazı alanı göründü. Burgaz’dan çok çok eski olan Deultum (Develtos, Osmanlı dönemi Akezli) Trakların bakır madeni elde ettikleri, Romalıların ve Bizanslıların bölgedeki idari ve askeri merkezi olmuştu, fakat Osmanlı yıllarında önemini yitirmişti.

Debelt (Develtos, Akezli) harabeleri

YERKESEN (Erkesia): Ortaçağ Bulgar Devleti ile Bizans arasındaki yüzyıllar süren kanlı çarpışmalar hep bu Karadeniz Trakya’sında vuku bulmuş ve bu topraklar iki siyasi rakip arasında sıkça el değiştirmiştir. Proto-Bulgar Hanı Omurtag M.S. 815 yılında Bizans ile 30-yıllık barış yapmış ve bugünkü Burgaz Gölünden 130 km batıya, Meriç Nehrine kadar uzanan, toprak dolgu bir sedde (3 m derin hendek ve 4 m yüksek duvar) inşa ettirmiştir. 1367 yılında Sultan 1. Murat Hüdavendigâr bu topraklara ayak bastığında hâlâ bu 550-yıllık tahkimattan görülebilen izler vardı – Türkler “Yerkesen” adını verdiler. 1200 yıl sonra, bugünkü Bulgarlar (ve onlardan alıntı yapan Batılı tarihçiler) de ancak Osmanlı Türklerinin kayda geçirdiği deyimi “Erkesia” olarak kullanıyorlar, fakat belirgin izler pek bulunamıyor.

Yerkesen (Erkesia) kalıntıları

Debelt köyünden 10 km sonra, bu bölgenin en büyük yerleşim yeri ve Burgaz İlinde ilçe merkezi olan Sredets [Karapınar, 1934 yılına kadar Karabunar, komünist döneminde 1960-1992 arası Grudovo (komünist partili Belediye başkanı Todor Grudov adından); nüfus 8,800 (2013), rakım 47 m] şehrine geldik. Osmanlı fetih yıllarında “Hatûneli” adlı Bektaşi yerleşmesi olup, Istranca ormanlarının bittiği ve düzlüklerin başladığı stratejik sınırda, bol su kaynakları nedeniyle sonradan Karapınar’a dönüşmüştür. Edirne’den Balkan dağ geçitlerine giden kestirme yol üzerinde orduların dinlenebildiği menzil kasabası oluştur: Edirne- Malkoçlar-Gaibler (Strandja)-Umurfakı (Fakiya)-Karapınar (Sredets)-Ruskasrı (Rusokastro)- Aydos güzergâhı ile Kocabalkan’ın en sık kullanılan “Tikenlik Boğazı” (eskiden Kırkgeçit) aşılıyor ve Provadia (Pravadı) ordugâhına çıkılıyordu [günümüzde pek tercih edilmeyen ve bakımsız kalan “Aytos-Provadiya Geçidi”, Osmanlının kuzey seferlerinde (Boğdan, Lehistan, Rusya) en kısa yol sayılmış, 1. Mehmet Çelebi, 2. Mehmet (Fatih), 2. Bayezid (Veli), Kanunî Süleyman, Genç Osman ve Avcı Mehmet gibi padişahlar, buradan Dobruca ve Tuna-ötesine gidip dönmüşlerdir. Osmanlının Bender Kalesine sığınan İsveç Kralı “Demirbaş Şarl” (Karl XII Vasa) Edirne’ye gelirken (1713) Karapınar’da gecelemiştir]. 1388’de Kuzey Bulgaristan’a düzenlenen ilk sefer esnasında Demirtaş oğlu Yahşi Bey kumandasındaki tali ordu da bu yolu kullanmıştır.

Bizler kasabanın içine girmeyip çevre yoldan devam ettik ve ormanlar içerisinde 44 km katettikten sonra, kuzeye giden  ikinci bir Osmanlı askeri güzergâhını çaprazladık - Bolyarovo (Paşaköy; nüfus 4,000; rakım 199 m). Yanbolu İline bağlı belediye ve şehir olan Bolyarovo 1934 yılında bu ismi almış, 1974 yılında şehir statüsü tanınmıştır. Yolumuz üzerinde, Türkiye sınırına en yakın şehir statülü bu yerleşim de eskiden askeri menzil yeri olmuştu: Edirne- Yenice (Hanlıyenice)-Küçünlü- Golyam Dervent (Büyük Derbent) - Bolyarovo (Paşaköy) - Karnobat (Karinabad) ve “Çalıkavak Geçidi” (Riş Geçidi) takip edilerek Şumen (Şumnu) ordugâhına ulaşılıyordu. Elhovo ve Yanbolu’ya da bu yoldan gidiliyordu. 1388’de ilk defa Kuzey Bulgaristan’a geçen Çandarlı Ali Paşa’nın komutasındaki esas kuvvetler ile 1444’te Varna Meydan Muharebesine giden Sultan 2. Murat bu güzergâhı kullanmışlardır.

Bolyarovo’yu da uzaktan sol tarafta gördük ve 22 km sonra Elhovo (Kızılağaç) çevre yoluna çıktık. Elhovo’ya girmeden, Türk TIR taşımacılarının yoğun kullandıkları 7 No.lu şehirlerarası yol bizi Lesovo/Hamzabeyli sınır kapısına ulaştırdı. Bulgar ve Türk tarafını sorunsuz geçtik ve bir saat sonra, hava kararırken, Edirne Merkezine vardık. Yedi günün yorgunluğuna rağmen, gördüklerimizin ve duyduklarımızın memnuniyetiyle, bir yıl sonra buluşmak üzere vedalaştık.

 

Not: Bu gezi 2013 yılında gerçekleşmiş, fakat yazıya dökülmesi ancak 2019’da olmuştur.

  











 












 

 

 








 


 



                                                                                    




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder