SELİMİYE, FATİH VE
EDİRNE
Prof. Dr. Recep MESUT
Edirnelilerin
kısaca “Selimiye” dedikleri ve
şehrin ortasında yükselen bu olağanüstü mimari yapı, yurtdışında genellikle
“Edirne Sultan Selim Camii” şeklinde anılır. Tabi, Osmanlı tarihini iyi bilenler
“Sultan 2. Selim Camii” gibi ek açıklama da getirirler ki, tarihte tam üç
Osmanlı Sultanı’nın bu adla hüküm sürdüğünü belirtmiş olurlar.
Aslında en
şöhretlisi “1. Selim”dir, diğer adıyla “Yavuz Sultan Selim”, 1512 – 1520 arası
sadece 8 yıl tahtta kalmış, fakat Doğu’da büyük fetihler yapmış ve 50 yaşında
iken aniden hastalanarak vefat etmiştir. İstanbul’daki türbesi ve camii (“Yavuz
Selim Camii”) de oğlu Kanunî Sultan Süleyman tarafından tamamlanmıştır.
Edirne’deki
Selimiye’nin banisi, 1. Selim ile aynı ismi taşıyan torunu 2. Selim’dir, yani
Kanunî Sultan Süleyman’ın oğludur. İşin ilginç tarafı, o da dedesi gibi 42
yaşında tahta oturmuş ve 50 yaşında hastalıktan vefat etmiş ki, o da 8 yıl
hüküm sürebilmiştir (1566 – 1574). Önce Konya’da ve Karapınar’da kendi adına
camiler yaptırmış, 1568’de Mimar Sinan’a başlattığı Edirne’deki kendisinden
ünlü son caminin bitişine ve açılışına yetişemeden hayatını kaybetmiştir.
[İkiyüz küsür
sene sonra, 1789’da Osmanlı tahtına 3. Selim (hd. 1789 – 1807), 28 yaşında iken
çıkmış, 18 yıl sonra Kabakçı Mustafa isyanı ile tahttan indirlimiş ve bir yıl
sonra da öldürülmüş olan sanatkâr ruhlu bahtsız padişahtır. İstanbul’un Anadolu
yakasında “Selimiye Camii” ve “Selimiye Kışlası” onun eserleridir].
Edirne Selimiye Camii kuşbakışı
Edirne
Selimiye’si Osmanlı dini mimarisinin zirvesi ve Mimar Sinan’ın “ustalık eseri”
olup, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine (2011) dahil edilmiştir. Böyle
müstesna bir yapıtın Edirne’de inşa edilmiş olması belki tesadüftür, fakat
şehrimizin ününe ün katarak, yurt içinden ve yurt dışından çok sayıda turist
çekmektedir. Avrupalılar ve Uzak Doğulular Müslüman ibadethanelerini merak
ederler ve ilginç bulurlar. Hele Osmanlı camilerinin kubbeleri ve ince
minareleri, farklı estetik duygusu ile hayal güçlerini uyarır, uzaya
fırlatılacak füzeleri hatırlatır. Bu öyle bir ilgidir ki, Macaristan’ın
kuzeyindeki Eger’de (Eğri’de) sokak ortasında tek bir “minaret” ile Ukrayna’nın
Kamaniçe’sinde kiliseye bitişik diğer bir “minaret” korunmuşlar, yıkılmamışlar
ve yarışırcasına “en kuzeydeki Türk minaresi” diye bütün prospektüslerde
reklamları yapılmaktadır. Aslında bu mimari kombinasyonun şaheseri Edirne’dedir.
Edirne ise Avrupa kıtasında, güvenli ve huzurlu bir bölgede, ulaşımı kolay bir
destinasyondur. “En güzel Türk Camisi” diye yoğun bir tanıtımı yapıldığında
yabancı turistleri koyacak yer bulamayız. Türkiye vatandaşları zaten durumdan
haberdar oldukları için kafileler halinde gelmektedirler. Son yıllarda iç
turizm canlanmış, fakat dış turizmde hatırı sayılır bir gelişme olmamıştır
(Bulgaristan ve Yunanistan’dan günübirlik alışverişe gelenlerin tarihi eserlere
zaman ayırdıklarını pek zannetmiyorum).
Selimiye
Edirne için bir nimettir, şehirle özdeşleşmiş bir marka sayılır. Ancak bu tür
anıtsal yapıların çevre düzenlenmesi de önemlidir. Mimari güzelliğin bütüncül
algılanabilmesi için geniş bir gözlem alanına ihtiyaç vardır. Ayrıca turistler muhakkak
anı olarak yapının tümünü kadraja alan (örneğin minarelerin âlemleri dahil)
fotograf çekmek isterler (hele selfi moda olduktan sonra).
“Tac
Mahal” anıt mezarının geniş çevre alanı
Örneğin İslâm
türbe mimarisinin şaheseri sayılan Hindistan’daki “Tac Mahal” (1631 – 1654)
anıtının çevresi çok geniş tutulmuş, bahçe düzenlenmesinde büyük ağaçlara bile
yer verilmemiştir. Uzaktan seyedilebilecek bir güzellik olarak ün kazanmıştır.
Tabi ki, “Tac Mahal” yerleşim yeri dışına, dümdüz bir alana inşa edilmiştir.
Halbuki Selimiye şehir merkezinde
ibadete açık bir cami’dir. Müminler beş vakit namaza gelip gideceklerdir,
dolayısıyla uçsuz bucaksız boş alanları olamazdı. Fakat çevreye hakim yüksekçe
bir tepeye inşa edildiği için Edirne’ye hangi yönden yaklaşsan uzaktan bir
“kent tacı” gibi yükselir.
Paris’in Montmartre tepesinde “Sacré-Coeur” Bazilikası (19 yy)
Buna benzer
bir durum Fransa’nın başkenti Paris’te vardır. Ünlü “Sacré-Coeur” Bazilikası
şehrin içinde kalan Montmartre tepesine inşa edilmiştir. Kilisenin ön cephesi
yamaçtan aşağıya inen teraslı sahanlıklar ve basamaklarla yeşil alan olarak
bırakılmıştır. Fazla çiçek kullanılmamış, ağaçlar yanlara kaydırılmıştır. Montmartre
tepesi bizim Sarıbayır’dan daha yüksektir ve yamacın eğimi daha diktir, fakat
bizdeki Arasta çarşısı da güneyden Selimiye kütlesini desteklemektedir.
Selimiye Camii her yönden harika görünse de, en fotojenik seyir Arasta tarafından
mümkündür, yani Eski Cami tarafından. Bu nedenle Eski Cami ile Selimiye
arasında kalan eğimli arazi, 20. yüzyılın başlangıcından itibaren, olağanüstü
değeri olmayan yapılardan kurtarılmış ve seyirlik alana dönüştürülmüştü (eskiden
Selimiye Meydanı denirdi, mitingler tertiplenir, bayramlar kutlanırdı).
Osmanlı
şehircilik anlayışında büyük meydanlara, geniş caddelere ve ızgara planlı
mahallelere yer yoktur. Orta Asya bozkırlarında sürekli esen soğuk rüzgârlardan
korunmak esastır. Sokaklar düz hat takip etmez, sadece kavşaklarda ufak
meydancıklar olabilir, konutlar birbirine sokulmuştur. Osmanlı Edirne’si de
istisna oluşturmamıştır. Selimiye gibi muazzam bir cami de her taraftan sımsıkı
saran konutlar, camiler, dükkânlar ve çarşılar (örneğin “Yemiş Kapanı Hanı”)
ile sarılmış idi. Arasta Çarşısını Sultan 2. Selim’in oğlu olan Sultan 3. Murat
(hd. 1574 – 1595), babasının vakıflarına ek gelir getirmek amacıyla
yaptırtmıştı (yani 16. yüzyılın sonlarında). Yemiş Kapanı ise daha sonraları,
1609’da Sultan 1. Ahmet zamanında inşa edilmiştir (O.N. Peremeci’ye göre).
Yemiş Kapanı Hanı’nın (ön planda) 19. yüzyıldaki eski hali
Fakat 19. yüzyıldaki
savaşlar ve işgaller bunları bakımsız virane haline getirdi. 1890’lı yılları
anlatan Edirneli Ahmet Badî Efendi üzgündür: “… Yirmibeş seneden beri tamiri
yapılmadığından kubbelerinin kurşunları sıyrılıp harab olmaya yüz tutmuştur.
İki kubbesi, yıkılacakmış denilerek Belediye tarafından yıktırılmıştır. Böyle
büyük ve sağlam bir eserin tamirinin göz ardı edilmesi üzücüdür…” (Riyâz-ı
Belde-i Edirne, R. Kazancıgil güncellemesi) Dr. Rifat Osman’ın 1920 tarihli “Edirne
Rehnüması”nda artık bu yapıdan bahsedilmiyor. Osman Nuri Peremeci’nin 1939’da
basılan “Edirne Tarihi”nde “…Eski Cami’den Selimiye’ye doğru çıkarken Yediyol
ağzında solda büyük bir yapı varmış ki (hâlâ yola bakan alt kemerleri kalmış,
kalan yerleri yangınlardan, zelzelelerden, bakımsızlıktan mahvolmuştur). Buna
Yemişkapanı denirmiş. Burası Yemişkapanı olmak üzere İkinci Ahmet gününde ve
1018-1609 tarihinde yapılmıştır. Bunu müeyyit olarak kütüphaneler Umum Müdürü
Bay Hasan Fehmi’den aldığım bir vesikayı aynen buraya koyuyorum. Şimdiye kadar
Edirne tarihini yazanlar, bu kapanı da Üçüncü Murat gününde Mimar Davud’un
yaptığını yazıyorlardı …” [R.M.Not: Herhalde sehven İkinci Ahmet yazılmıştır,
aslı Birinci Ahmet olmalıdır].
Sonuç olarak, Osmanlıdan Cumhuriyete kalan miras tamamen mezbelelik görünüm sergiliyordu. Yemiş Kapanı çarşısı da harap olmuş, yerine derme çatma evler yapılmıştı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Selimiye’nin yakın
plan ve uzaktan görüntüsü
Cumhuriyet
yıllarında söz konusu alanda, Eski Cami’ye kadar olan çirkin ve gösterişsiz
yapılar yıktırıldı, güney cepheden Selimiye’ye derinlik kazandıran seyirlik
mesafe oluşturuldu. Uzun yıllar şehrin ortasındaki bu boş alan kambur kumbur
toprak yığını olarak durdu, yeşillendirilmedi, park düzenlemesi yapılmadı.
Selimiye’nin görünümünü engelleyen binalar olmasa da, kaba toprak arazi de göze
hoş gelmeyen, estetikten yoksun görüntü sergiliyordu. Hatta bu alanın
kuzey-batı köşesinde, 1912 tarihinde yenilenen “Tekke-i Ali Paşa” binasına
1928’de “Gazi İlkokulu” taşınmış, fakat 1965’te Selimiye etrafı açılırken
yıktırılmış ve Selimiye’nin kuzeyine yeni binası yaptırılmıştı. Güney-doğu
köşesinde ise yarı-yıkık Havlucular Hanı, Pazarcılar Sebili ve Mezit Bey Hamamı
öylece bırakılmış.
1960-lı yıllarda Selimiye Meydanında Bayram kutlamaları
1940-lı
yıllarda şehrin ortasından “Londra asfaltı” (E-5) Eski Cami yanından geçirildi,
ve 50 yıl sonra, 1990-lı yıllarda asfaltın karşı tarafına Belediye dükkânları
ile birlikte, oldukça başarılı teraslı bir park düzenlendi (yeşil alanlar,
çiçekler, merdivenler, sahanlıklar ve fıskiyeli bir havuz). Güney-doğu köşesine
de “Cafe Sera” adında çay-kahve işletmesine izin verildi. Harikulâde bulmasam
da, “hiç yoktan iyidir” diyerek sevinmiştim. Aslında Selimiye’nin dünya
çapında, “super klas” bir mimari mucize olduğuna inandığım için [Edirneliler
bunun farkında değiller], çok daha şatafatlı, her taraftan su kanalları,
fıskiyeler, şelâleler, seyir terasları ve merdivenleri olan bir fotojenik seyir
alanını hayal ederdim (Rus Çarlarının Peterhof Sarayı’nın merdivenleri gibi).
Selimiye Meydanının önceki hali
Peterburg'ta Peterhof Saray merdivenleri
Ben hayaller
kurarken, akıl erdiremediğim bir anlayışla, Selimiye Parkı kendi haline terk
edildi, ilgisiz ve bakımsız bırakıldı, otlar çiçekler kurudu ve en sonunda
yüksek paravanlarla kapatılarak ne idüğü belirsiz bir “arkeolojik kazı”
başlatıldı. Bir zamanlar eski tarih kitaplarında zikredilen “Yemiş Kapanı Hanı”,
yani meyve pazarı varmış da, Osmanlı atalarımızın pek değerli bu çarşısını gün
yüzüne çıkartmak gerekiyormuş da, “arkeopark” yapılacakmış da, v.b. Böyle sığ
gerekçelerle, ancak üçüncü sınıf tarihi eser olabilecek bir ticaret hanı
uğruna, o güzelim şaheserin, Mimar Sinan’ın Selimiyesi’nin görünümüne çirkin
bir leke sürüldü. Şimdi “kaş yakayım derken göz çıkarılmış” oldu. Ortada bir
“mevta” var, kim kaldıracak? Veya halkımızın dediği gibi, “delinin biri kuyuya
taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” misali bırakacak mıyız?
Selimiye Meydanı’nın bugünkü hali (2017, kazı tamamlanmıştır)
Gelelim
başlıktaki “Fatih” konusuna. Fatih Sultan Mehmed’in ne Selimiye Camii, ne de
Selimiye Meydanı ile ilgisi olabilir. Caminin inşaatından yaklaşık 100 yıl önce
vefat etmiştir. İkinci Selim ise torununun torunudur. Böyle bir bağlantı kurmak
aklıma gelmezdi, eğer söz konusu alanın en alt seviyesine mini minnacık bir
atlı Fatih heykeli kondurulmasaydı.
Selimiye önünde Fatih’in atlı heykeli
Fatih Sultan Mehmet (1432 – 1481)
Edirne için çok önemli bir şahsiyettir. Başlı başına apayrı bir iftihar
konusudur. Çünkü Edirnelidir, burada dünyaya gelmiş, burada yetişmiş ve eğitim
almış, burada sünnet olmuş, burada baba olmuş, burada evlenmiş, burada iki kez
tahta çıkmış ve İstanbul’un fethini burada tasarlayıp buradan yola çıkmıştır.
Cihan padişahıdır, Osmanlı Devletini İmparatorluk meretebesine yüceltmiştir.
Değişik dillerdeki bütün ansiklopedilerde, Türkleri pek sevmeseler de,
kendisine yer verilir ve “the Conqueror” diye methedilir. Fakat Edirne dünyaca
ünlü bu hemşehrisini yeterince değerlendirmemiş ve hak ettiği anıtları dikmemiştir.
Son yıllarda, şehrin yeni gelişen bir mahallesine adı verilmiş ve bir semt
camii yapılmıştır. Oysa “Selimiye Camii” ne kadar Dünya Kültür Mirası listesine
girmeyi hak etmiş ise, “Fatih” de bir o kadar Dünya hükümdarları ve askeri
dehaları listesinde yerini çoktan almıştır. Yeryüzünde herhangi bir şehir onun
doğum yeri olacak ta, bunu bağıra bağıra haykırmayacak, tanıtımını ve reklamını
yapmayacak! Hele turizm için bulunmaz bir fırsattır.
Birkaç sene
önce, Fatih adını yaşatmak için bir atlı heykel sipariş edildiğini duyunca
sevinmiş, fakat bugünkü Erasta AVM’nin önündeki yerinde görünce hüsrana
uğramıştım. Bu tür at üzerindeki heykeller (equestrian statue; horseman)
dünyanın her yerinde yaygındır.
Bunların
prototipi M.S. II yüzyılda Roma’daki Capitolium tepesinde Piazza del Campidoglio
meydanını süsleyen imparator Marcus Aurelius’un atlı heykelidir. Herşeyden önce
atlı heykeller ululaştıran anıtsal yapılar olup, boyutlarıyla ve konumlarıyla
çevrelerine uyum göstermeleri gerekir. Önce sergilenecek yer belirlenir ve ona
uygun boyut tasarlanır. Bir de heykelin oturtulduğu yüksekçe kaide (altlık,
piédestal) gerekir.
Roma’da İmparator Marcus Aurelius’un atlı
heykeli (M.S. II yy.)
Fakat bizim
heykelimiz Fatih’e yakışmayacak derecede çok küçük tutulmuş, hiçbir kaide
düşünülmemiş, açık havada sergilenecek anıt olmaktan ziyade, bir salon veya
avlu heykeli boyutlarında olmuştur. Bilemiyorum heykeltraş mı, sipariş verenler
mi sorumlu, lâkin sonuç gerçekten hüsran (belki de ayıp). Fatih Sultan Mehmed’e
lâyık olabilmesi için en az 10 misli büyütülmesi gerekecektir. Şaşkınlık içinde
ne yapacağını bilemeyen yetkililer, bir hata daha yaparak, söz konusu heykeli
Selimiye Meydanı’na oturttular. Edirne’nin en önemli iki kozunu (Selimiye ve
Fatih) aynı alanda tokuşturdular ve harcadılar. [Buradaki Koca Sinan heykeline
bir diyeceğim yok]. Yani gelen turistler bir noktadan fotograflarını çekecekler
ve “allaha ısmarladık” deyip gidecekler.
Atlı heykeller
Batı Avrupa’da çok popüler olmuş, hemen her şehrin bir meydanına dikilmiştir
(İtalya, İspanya, Fransa, Avusturya, v.s.). Doğuda ilk önce Rusya’da 1768
yılında Peterburg’daki Senato Meydanı’na 2. Katerina’nın emriyle Büyük
Petro’nun tunç heykeli dikilmiş (iki ayak üzerine şaha kalkmış at) ve dünya
edebiyatına A.S. Puşkin’in ünlü bir destanı (1833, “Mednyi vsadnik” = Tunç
Atlı) ile girmiştir.
Orta Avrupa
başkentlerinden Prag’a belki gitmeyen kalmamıştır. Şehrin kalbinin attığı
Václav (Wenceslas) Meydanına adını veren ve 1912’de dikilen Kral Václav (Wenceslas)’un
[907-935] atlı heykelidir. Çeklere Hıristiyanlığı kabul ettiren ilk Bohemia
hükümdarı olmuş, “Aziz” ilân edilmiştir.
Doğu Avrupa
ülkeleri de 20. yüzyılda, milli kahramanları için en güzel, en merkezi
meydanları ayırarak, onların at üzerinde etkileyici ve yüceltici heykellerini
yerleştirmişlerdir. Ve bunlar Fatih Sultan Mehmed’in çağdaşları olup, XV.
Yüzyılda Osmanlıların ilerlemesine mukavemet gösterebildikleri için
yüceltilmişler, fakat sonunda yenilgiyi ve bağımlılığı kabul eden tarihi
şahsiyetlerdir:
Arnavutluk’ta
Skanderbeg (İskender Bey) [1405 – 1468]
Macaristan’da
János Hunyadi [1407 – 1456]
Boğdan
Voyvodası Ştefan cel Mare [1433 – 1504]
Bkz. Fatih Sultan Mehmet [1432 –
1481]
Bugün
Arnavutluk başkenti Tiran’ın ana meydanı
Skanderbeg Meyadanı’dır ve geniş arazinin ortasında İskender Bey’in atlı
heykeli yer almaktadır. İskender Bey’in ölümünün 500. yıldönümü için 1968
yılında Enver Hoca döneminde yaptırılmıştır. János Hunyadi’nin Macaristan’da
sayısız heykelleri vardır, fakat ölümünün 500. yıldönümü için Pécs şehrinin
Szechenyi Meydanına atlı bir heykeli 1956 yılında, yine komünist döneminde,
konmuştur. Pécs (Peç) şehri Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevi’nin doğum yeridir
ve Osmanlı eserlerinin bol olduğu bir şehirdir.
Pecs'te Janos Hunyadi'nin atlı heykeli
Boğdan voyvodası Ştefan cel Mare
(Büyük Ştefan) Fatih’in yaşıtı olmasına rağmen çok daha uzun yaşamıştır (71
yaşına kadar). Vergisini vermediği için Fatih’in gönderdiği Rumeli Beylerbeyi
Hadım Süleyman Paşa kuvvetlerini 10 Ocak 1475’te Racova (Podul İnalt) savaşında
yenmiştir. Ertesi yıl Fatih bizzat Boğdan topraklarına girerek Akdere (Valea
Alba) savaşında Ştefan’ı perişan etmiş, vergileri ödetmiştir. Ştefan hayatının
sonuna kadar uslu Osmanlı vasalı olmuştur. 1975 yılında komünist Romanya
hükümeti Racova Muharebesinin 500. yıl anısına buradaki bir tepeye Ştefan cel
Mare’nin atlı heykelini, gösterişli bir çevre düzenlemesiyle birlikte
yerleştirmiştir.
Moğolistan’da Cengiz Han Anıtı (2008)
Milli
kahramanlarına yüceltici atlı heykeller yapma özentisi Orta Asya ülkelerine de
ulaşmıştır. Moğolistan başkenti Ulanbator’un
Ayrıca
Selânik’te ve Üsküp’te birbirine nispet edercesine dikilen Büyük İskender’in
atlı heykelleri siyasi mesajlar taşımaktadır. Atatürk’ün Ankara’da (1927,
H.Kriphel) ve Samsun’daki (1932, H. Kriphel) atlı heykelleri Cumhuriyet
Türkiye’sinin kurucusuna minnet borcudur.
Ancak
Edirne’ye yakışacak Fatih Anıtı da,
“Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarına", bir
“Cihan padişahına” lâyık olmalıdır. Hem estetik açıdan, hem boyutları
itibariyle, hem de çevre düzenlemesiyle, Selimiye Camii gibi etkileyici olmalıdır.
Tarihi bir Osmanlı kenti olan Edirne içinde büyük meydanlar açılamayacağına
göre, şehrin engebeli arazisi değerlendirilerek, yüksek bir tepeye dikilmeli ve
her taraftan görülebilmelidir.
Romanya, Moldova’da “Ştefan cel Mare” Abidesi (1975)
Romanya
Moldova’sındaki Ştefan cel Mare anıtı örnek alınacaksa, en uygun konum Barutluk
sırtlarındaki en yüksek nokta (şimdilerde Şahin Tepesi denmektedir) tek seçenek
gibi duruyor. At üzerinden batıya bakan Fatih Sultan Mehmet, fetih hayallerini
yaşadığı Yeni Saray’ı (Sarayı Cedid), pek
sevdiği Cihannüma Kasrını (restore
edilmesi şart), Tunca Vadisini ve fethedeceği Avrupa topraklarını gözetlemiş
olacaktır. Hıdrellez’i kutlayanlar, Kırkpınar yarışlarını izleyenler ve çevre
yolundan Edirne’ye bakan gurbetçiler bu büyük anıtı görebileceklerdir. Acı Çeşme’den
itibaren yükselecek merdivenlerin iki tarafı ise hayatına ve fetihlerine dair panolarla
ve kabartmalarla süslenebilecektir. Yaşlı ve özürlüler ise otobüslerle tepeye
ulaşabileceklerdir. İşte, hayaller peşinde koşan bir “huysuz ihtiyar"ın
muhayyilesi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder